Sözel Kalkınma

Yeterince üretemeyen, yüksek kalitede üretemeyen toplumlar, yaratıcılık düzeyleri düşük toplumlardır. Her anlamda yaratıcılık, üretkenlik için aynı zamanda idrak, hafıza, kültürel birikim ve olgunluk, muhayyile, tefekkür açısından da donanımlı olmanız gerekir. Bu insani fakülteleri geliştirecek olan ise öncelikle poetik hamurdur. Yani sayısal devrimler için de sözel formasyon elzemdir.

Geçen hafta Perspektif’te “Toplumun Poetikası” başlıklı bir yazı yazmıştım. Şu an okumakta olduğunuz yazıyı onun bir devamı olarak kabul edebilirsiniz. Hatta ilk yazı ikincisinin teorik kısmı olarak bile kabul edilebilir. Umarım ilk yazıyı okuyanlar, yazının tartıştıkları bağlamda kendilerini, toplumlarını, ülkelerini düşünmüşlerdir. Biz bu anlatılanların neresindeyiz diyerek. Ben de “Toplumun Poetikası”nı zaten bu düşünümü teşvik edebilmek için yazmıştım. Bu yazıda yapacağım da kendimce bu soruların cevaplarını aramak olacak: Biz bütün bunların neresindeyiz? Özellikle son yıllarda benim temel çalışma alanım haline gelen Osmanlı-Türkiye modernleşmesi açısından bütün bunlar ne anlama geliyor? Bizim toplumumuzun bir poetikası var mıdır? Eğer varsa bu poetikanın hamurunun kalitesi nedir? Ve özellikle bugün yaşadıklarımızla, hatta bence yaşamaktan kurtulamadıklarımızla, yaşamaktan bıkmadıklarımızla bu poetikanın varlığı ya da yokluğu; kalitesi veya kalitesizliği arasında nasıl bir ilişki vardır?

 

Ahmet Hamdi Tanpınar, bundan yıllar önce kendisine “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “İstihsal meselesidir”. İstihsal üretim anlamına geliyor. Tanpınar’ın tespitinden beri bu konuda pek bir yol alınamamış gözüküyor. Çünkü aynı soruyu bugün bana sorsanız şöyle cevap verirdim: Üretimin niceliği ve niteliği. Yani az üretmek ve üretilenin de kalitesinin düşük olması.

 

Bu cevabım kimilerine fazla provokatif hatta oryantalist gelebilir. Biz bu dünyanın üretim kapasitesi yüksek toplumlarından biri değiliz. Biz dünyanın en kaliteli toplumlarından biri de değiliz. Ve bu maalesef göz ardı edilemeyecek bir realite. Ben bu üretimsizlik ve kalite sorununun geri kalmışlık, az gelişmişlik, yeterince kalkınmamış olmak, hızlı büyüyememek, milli gelir düşüklüğü, vesayet, demokratikleşememekten öte öncelikle “poetik” bir sorun olduğunu düşünüyorum. Daha önce gerçekleştirdiğim bazı çalışmalarımda Türkiye’nin sorununun sayısal olmaktan çok sözel olduğunu iddia etmiştim. Üniversite sınavlarının o meşhur indirgemesinden esinlenerek. Sözel demek yerine elbette poetik, estetik ya da kültürel de diyebilirdim.

 

Önce Ekonomik, Sonra Poetik Kalkınma

 

Türkçe okuryazarlıkta, belki de bütün modernleşme toplumlarında olduğu gibi, şöyle bir temel ön kabul var. Önce ekonomik olarak kalkınacağız, sanayileşeceğiz, modernleşeceğiz, demokratikleşeceğiz. Ancak bunun ardından poetik, estetik kalkınmayı düşünür hale gelebiliriz. Yani işin esası sayısal kalkınma. Sözel kalkınma ise işin garnitürü biraz. Adana kebabın yanındaki sumaklı soğan gibi. Bu zihniyetin benim ömrümdeki zirvesi 12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri Kenan Evren tarafından ifade edilmişti. Bir basın toplantısında “Ne zaman tam bir demokrasi olacağız?” mealindeki bir soruya şöyle cevap vermişti: “Önce milli gelirimiz 10.000 dolar olsun, o zaman demokrasiyi düşünürüz.” Bu tür bakış açıları demokrasiyi de poetik kalınmayı da hızlı büyümenin, ekonomik kalkınmanın önünde bir engel olarak görür. Aslında 1950 sonrası sandıklı hayatımızın siyasi Leitmotiv’i tam da budur. Buna “önce bir köşeyi dönelim ideolojisi” de diyebiliriz. İlginç olan, bir zamanlar hayranlıkla, şimdi belki de hasetle, hınçla takip ettiğimiz Avrupa’nın aynı şekilde bu hale gelmemiş olmasıdır. Yani onlar sözel olarak kalkındıktan sonra sayısal olarak gelişmişlerdir. Poetik cumhuriyetin, yani kültürel kamusal alanın oluşumu Avrupa tarihinde politik cumhuriyeti ve sanayi devrimini öncelemiştir.

 

Ancak bir gerçeği de göz ardı etmeyelim. Modernleşme toplumları sözel kalkınmayı büyük ölçüde sandıkla birlikte yapmak durumundadırlar. Oysa Avrupa bu meseleyi büyük ölçüde sanıktan önce halletmişti. Örnek olarak, bugün Türkiye’de oldukça sık tartışılan kamusal heykel kalitesi tartışmasını ele alalım. Mesela Floransa, Floransa olduğunda henüz ortada bir seçim sandığı yoktu. Demokrasi söz konusu bile değildi. Kişi başına gelir çok düşüktü. Daha ortada ulus-devlet, hatta ulus, yani millet kavramı bile yoktu. Matbaa en büyük sanayileşme sayılıyordu. Bilgisayar, buzdolabı, akıllı telefon, uçak, tren henüz icat edilmemişti. Ama bugün şehri ziyaret ettiğinizde gördüğünüz bütün kentsel kültürel kamusal alanı baştan aşağı donatan bütün o yapılar, yapıtlar, şaheserler, heykeller ta o günlerde oradaydı. Yani Avrupa kültürel kamusu, örneğin siyasal kamusal alandan, ekonomik serbest pazardan, vatandaşlık kavramından, pasaporttan çok daha önce inşa olmuştu. Modernliğin poetikası, siyasasından, iktisadından önce ortadaydı. Bir anlamda medeniyetin sayısallığı aslında sözel temellere dayanıyordu.

 

Ama o günlerde, yani Rönesans ve sonrası Avrupa’da kentsel kültürel kamu donatılırken halka fikri sorulmuyordu. Heykeller kent meydanına referandum sonucunda yerleştirilmiyordu. Aydınlanmış otoriteler ya da despotlar karar veriyordu bütün bunlara. Çünkü onlar yaşadıkları coğrafyanın en eğitimli, en estet, en çok dil bilen, en medeni insanlarıydı. Bugün Türkiye’de, örneğin kent meydanlarında çatalın ucunda köfte heykeli görebiliyorsak eğer bu durum Türkiye’nin bir modernleşme toplumu olmasıyla ilgilidir. Meydana hangi heykelin konacağına genellikle belediye başkanı karar verir. Ve belediye başkanı da oyla seçilen biridir. Bunun basit anlamı şudur: Çatalın ucundaki köfte heykeli aslında o meydanın etrafında yaşayan toplumun poetik, estetik vasatını yansıtmaktadır. Avrupa’nın avantajı ise bu işleri henüz sandık gündeme gelmeden halletmiş olmasıydı.

 

İşte bu noktada artık işin poetika kısmına yoğunlaşabiliriz. Bizim toplumumuzun üretim hamurunda poetika, estetik, kültür ne kadar yer kaplıyor? Türkiye neden estetik zevki daha fazla gelişmiş yurttaşlar üretemiyor? Benim derdim siyaset değil tahmin edersiniz. Türkiye’nin iki yüzyılı aşan modernleşme tarihinde rol almış olan bütün siyasi çizgilerin elbette bu sonuçta bir sorumluluğu söz konusudur. Ama ben en azından bu yazımda gündelik siyaset boyutunun etkisini izninizle hipotetik olarak sıfır kabul ediyorum. Çünkü derdim öncelikle bir zihniyet dünyası hakkında tespitlerde bulunmak.

 

Devleti Ayakta Tutacak Bürokrasi Üretmek

 

Osmanlı-Türkiye modernleşmesi bir askeri yenilgi serisinin, bir geri kalmışlık bilincinin baskısıyla gündeme geldi. Bu nedenle de esas mesele her zaman nitelikli yurttaş üretmek değil, ameliyat yapacak hekim, köprü yapacak mühendis ve en önemlisi de devleti ayakta tutacak bürokrasi üretmek oldu. Kısacası benim bu yazımda sayısal kavramıyla özetlemeye çalıştığım çerçeve Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin eğitim zihniyetini belirledi. Daha teknik bir manada buna meslek eğitimi de diyebiliriz. III. Selim’den günümüze kadar eğitim/öğretimin temel felsefesi bu oldu.

 

Oysa uzmanlık tahsiliyle, genel formasyon tahsili aynı şey değildir. Her Türk biraz şair doğar denir ama Türkiye’de yurttaşın sahip olduğu asgari poetik formasyon vasatı gazetelere gönderilen şiir denemelerinin kalitesinden belli olmaktadır. İnsanların asgari bir poetik formasyonu olabilseydi zaten şiir yazmaya bu kadar kolay cüret etmezlerdi!

 

Belki hâlâ bilmeyenler vardır: Ben artık emekli bir hocayım. Yaşadığım çevrede sık sık eski öğrencilerime rastlıyorum. Onları zaman zaman kafelerde garson, markette kasiyer, hatta halk otobüsünde şoför olarak görüyorum. Bu da beni oldukça üzüyor elbette. Ama bunun sebeplerini konuşmazsak bu meseleleri nasıl çözeceğiz? Bilmiyorum sanat fakülteleri yılda kaç mezun veriyor? Ancak Türkiye’nin bu kadar ressama ihtiyacı var mı? Seramik bölümünden mezun olanların ne kadarı seramik sanatçısı oluyor? Heykel bölümünü bitirenlerin yüzde kaçı gerçekten heykeltıraşlık yapabiliyor? Çünkü sanatçı olmak diplomayla bağlı bir şey değil. Ancak meseleye benim baktığım açıdan, aslında bütün üniversite mezunlarının asgari bir plastik, estetik formasyona ihtiyacı var. Doktorun, avukatın, mühendisin de asgari düzeyde de olsa bu alanlarda bir seviyeye gelmiş olması toplam kaliteyi artıracak bir işlev görebilir. Aynı şey elbette felsefe, filoloji, edebiyat, müzik için de geçerli. Hatta bazen aklımdan şu soru geçiyor: Artık kontenjan dolduramayan, sanat, edebiyat, felsefe gibi bölümlerin hocalarını tıp, hukuk, mühendislik gibi fakültelere mi göndersek biraz. En azından oradaki sayısal tahsilin hamuruna biraz poetika, estetik ve kültür katabilirler. Ve böylece bu tür bir tahsilden geçmiş yurttaşların oturdukları kentlerin belediyeleri meydanlara daha kaliteli, daha zevkli heykeller yerleştirir.

 

Sözeli Sayısala Feda Etmek

 

Hızlı büyümek, gelişmek, kalkınmak isteyen toplumlar trajik bir hataya düşerler sık sık. Öncelikle iktisadi kalkınmayı sağlayalım, sonra kültürü, sanatı, eğitim ve öğretimi düşünürüz diye hesap ederler. Bu tıpkı, genç bir rockçının önce birkaç tane pop müzik albümü yapayım, sonra yeterince ünlü olunca gönlümden geçen müziği yaparım demesine benzer. Önce bir zengin olalım sonra bakarız kültüre, sanata demek gibi. Bir kez pop müzik piyasasına girince, o kimlik size oturur ve onun dışına çıkmak çok zor hale gelir. Kültürü, sanatı, eğitimi zengin olduktan sonra düşünmek de böyledir. Zaten bu yüzden bu tip toplumlarda bu kadar görgüsüzlük söz konusudur. Yani genç rockçı artık mazidedir. Bir daha hiçbir zaman var olmayacaktır. Sayısala kafayı takmış ve sözeli küçümsemiş toplumlar da böyledir. Sadece sayısala yüklenmek sayısalı da güçlendirmez üstelik. Bazı iktisatçıların “orta gelir tuzağı” dedikleri tam da budur. Çünkü sözel, poetik, estetik yanınız güçlü değilse yeterince yapamazsınız, kuramazsınız, yaratamazsınız, inşa edemezsiniz. Çok üretmek ve yüksek kalitede üretmek aynı zamanda bir yaratıcılık meselesidir. Sanayide bile. İsterseniz bu noktada geçen haftaki “Toplumun Poetikası” yazıma bir daha bakın. Ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Öteki türlü hep başkalarının yaptığı, yarattığı akıllı cep telefonlarını kullanmak zorunda kalırsınız. Kilosu 10 TL’den portakal satıp, kilosu 100.000 TL’den cep telefonu ithal edersiniz. Ve bu dünyada asla esaminiz okunmaz.

 

Tahsili mesleki formasyona indirgemek, sözeli sayısala topyekûn feda etmektir. Almanların Bildung, Fransızların culture générale, Anglosaksonların liberal education dedikleri çerçevedir esas olarak Batı’nın insan, yurttaş kalitesini belirleyen. Tıpta, mühendislikte innovation, yenilik, marka, patent üretebilmek için sadece iyi bir cerrah, iyi bir uygulayıcı mühendis olmak yetmez. Yeterince üretemeyen, yüksek kalitede üretemeyen toplumlar, yaratıcılık düzeyleri düşük toplumlardır. Her anlamda yaratıcılık, üretkenlik için aynı zamanda idrak, hafıza, kültürel birikim ve olgunluk, muhayyile, tefekkür açısından da donanımlı olmanız gerekir. Bu insani fakülteleri geliştirecek olan ise öncelikle poetik hamurdur. Yani sayısal devrimler için de sözel formasyon elzemdir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.