Sözün Yazgısı
Travmanın özü kısaca bir Endülüs travması, bir Rumeli travması; batıp giden koskoca bir imparatorluk travmasıdır. Bunun da sorumluları bütün bir modernleşme sürecinin mimarı olan yönetici elitler, yozlaşmış aydınlardır. Algı bu, düşünce budur.
“Ne Razi’nin kendisi ne de onun mantık oyunları kalmıştır,
Rumî galip, Razi mağlup olmuştur”.¹
M. İKBAL
“Özeli genelin örttüğü ya da genelin sadece özelden soyutlandığı bir mantıktan kurtulmak…”²
T.W. ADORNO
Kavramları sahicilik veya zıddını çağrıştıran bütün bağlamlarından kopartarak sunma, bir tür marka veya ambalajla sarıp sarmalayarak piyasaya sürmenin kökleri Platon’a kadar uzanan çok eski bir alışkanlıktır. Fakat bu davranış modern çağlarda çok daha ileri giderek söylem ve kavrama bir nevi “iyi hal kâğıdı” vermiş ve işin boyutunu daha da ileri götürmüştür.
Aydınlanma öncesinde dinin tekelindeki mutlak, seküler dönemlerde bu sefer çok daha coşkulu biçimde ve aynı cezbeyle bu sefer seküler olanda dirilmiştir. Dinî alandaki “mutlak”, gücünü Tanrı’dan alırken; seküler alandaki “mutlak” da gücünü daha çok “bilim” ve jargondan, bazı hallerde de dinî bir coşkuyla ideoloji ve hiziplerden almıştır.
Sözcükleri hiçbir şekilde tarihle temasa geçirmeyen mevcut durum, hakikatin yeni bir Platonculukla perdelenmesinden başka bir şey değildi. Oysa her şey tarihin kapsamı içindedir. Her şeyin arkasında binlerce yıllık birikimiyle tarih vardır.
Zamanı sadece Tanrı yaşar. Ve sadece O, tarihin malzemesi değildir. Onun dışındaki her şey tarihin malzemesi ve onun ürünüdür; her şey onun izini taşır.
Durum böyledir ama “pratikte olanı” soyutun ahkâmına göre yorumlama mecburiyeti, işi bir anda başka bir mecraya sürekler. Bu biraz da zarurettir. Çünkü dil, olanı şu veya bu şekilde ister istemez kendi ahkâmına uydurur ve hakikat bir anda dil oyunlarıyla hiç olmadık alanlara sürüklenir.
Ne ki öyle olsa bile dilin bile soyut olanın genellemelerine uymayan yasaları vardır.
Bir kere dil, her şeyden önce mimetik bir şeydir. Sadece dilin tarih öncesi mimetik dönemleri değil, tarih sonrası dönemleri de pekâlâ bu kapsamda değerlendirilebilir. Çünkü tarih sonrası dönemler ve günümüzde bile dil sadece soyut bir gramer ağı değil, aynı zamanda üslup, tonlama ve jestlerle anlam kazanan teatral bir görüngü, her an yaratılan fenomenal bir dizgedir. Bu yüzden o da soyut olanın genellemelerine değil, parantez içindeki malzemeye, onun dokusuna, havasına ve tarzına göre anlam kazanan kurallarına tâbi canlı bir organizmadır.
Dil, tam da bu yüzden hem matematiğin soyut kurallarına (mantık) hem de bunun tam tersi bir şekilde deneyin somut kurallarına açık bir araç olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla dil hem mantıklı olanı hem de olmayanı ifadeye uygun olabilir. Sanat eserlerinin çoğu bu ikinciyi, yani mantığa uymayan biçimleri ifade eder.
Gündelik Dilin Kirlenmesi
Gündelik dili doğru ve yanlışlarıyla toplum kurar. Ve bu dil her şeyiyle dünyevîdir. Fakat hayatın kendisinde olduğu gibi burada da dünyevî olanın içine “mutlak” bir şekilde girer, ona tesir eder. Mutlak, “bu böyledir” dediğimiz şeylerin tamamıdır.
Öyle bile olsa “bu böyledir” demek nereye kadar mümkündür? Bu böyledir demek hem nesne hem de nesneyi taşıyan yüklem açısından hiçbir zaman tam olarak mümkün değildir. Çünkü aklın malzemesi eksiksiz olarak ne nesne ne de onun yüklemini kapsayabilir. Çünkü doğa hiçbir şekilde tam olarak dile tercüme edilemez.
Kaldı ki sadece aklın soyutlamaları değil, bir bilme, öğrenme metodu olarak deney de tam olarak olanı veremez bize. O da fenomenaldir. O da tanım gereği imkân sahasının ancak belli, tanımlı bir kısmını sınayabilir. Çünkü onun da girdisi zaman ve mekân ve bu ikisine ait sınırlı içeriklerdir.
Akıl, işte bu yüzden ancak bir model olarak parantez içinde bir tutarlılık sunabilir. Bazen de çok daha genel bir modelle yepyeni bir gramer inşa eder ve yeni bir tasavvur sunar. Newton’un kusursuz biçimde sunduğu dünya tasavvuru böyledir. Batlamyus’un sunduğu evren tasavvuru de öyle.
Ne ki hayatın ta kendisi olan gündelik dil, kendisine güvenli bir sığınak aradığı için olsa gerek, nihayetinde farkında olarak veya olmayarak dilin şu veya bu biçimde inşa ettiği alanlara sığınır. Oralarda güvenli limanlar inşa eder kendine. İşte bu güvenli limanlar dilin inşa ettiği tanımlı alanlar, mantık içerikleridir.
Zamanla bu tanımlı alanlara alışkanlığın bir eseri olarak “mutlak itikatlar” sızmaya başlar. Buradaki “itikat” kavramını sadece dinî ve mistik anlamda değil, seküler olanı da kapsamak üzere bu ikisinden çok daha geniş bir çerçevede kullanıyorum.
Tıpkı katı pozitivistlerin “bilimin” kapsamına girmeyen şeyleri metafizik olarak reddetmesi, onları gerçek dışı sayması gibi; “zihinsel örgütlenmenin verdiği güvenden dolayı”, hayatın kendisi olan apaçık gerçekleri ve deneyi reddederek her şeyi bu çerçeve içinde açıklama alışkanlığı da pekâlâ bu kapsamda değerlendirilebilir.
Mehmet Kaplan, bir yerde dildeki aşırı sadeleştirme teşebbüslerini eleştiri babında İstiklal Marşı üzerinden “Dil Güveleri” başlığıyla son derece güzel bir eleştiri kaleme almıştı. Meseleye bu açıdan baksaydı, sadece bizde ve bu devride değil, dünyanın bütün dönemlerinde “dilin damgalı sözlerinin” düşünceyi nasıl zehirlediğini kaleme alır ve asıl tehlikenin burada olduğuna işaret ederdi.
Sözün Şiddete Maruz Kalması
Gerçeğin zamandan bağımsız mutlak bir değer olarak belirdiği şeklindeki yoruma yapılan eleştiri, zamanla gerçekliğin sadece tarihsel bağlamı içinde anlaşılabileceği şeklindeki bir yaklaşıma evirilerek yeni bir anlam kazanır.
Bu yeni yorum, bir anda tek merkezli dünya görüşünün çok merkezli dünya görüşüne doğru evirilmesi gibi bilme biçimlerinde çok derin bir yarılmaya neden oldu. Böylece söz, merkeze farklı uzaklıktaki hiyerarşik konumlardan, rölativizmin her yere sirayet ettiği her biri merkeze aynı uzaklıktaki demokratik konumlara evirildi.
Sözün bağlamıyla ilişkili bu yeni konumlanma, klasik mantığın tahtını da salladı. Böylece “özeli genelin örttüğü ve genelin özelden soyutlandığı bir mantığın” yerini, yeni mantık aldı.
Zaten sözün bağlamından kopartılarak tek bir renge, “ilgisiz” (bu sözcüğü bağlamsız anlamında kullanıyorum) bir içeriğe kurban edildiği, bunun da apaçık, yalın ve yegâne bir gerçeklik gibi görülmesi; tam olarak sözün otoriter bir şiddete maruz kalmasından başka bir şey değildi.
Bilhassa belli bir jargon üzerinden popülist demagogların elinde dolanıma sokulan sözün yazgısı böyledir. Bu tür durumlarda söz o kadar orta malı olur ki, kullanıla kullanıla bütün değerini kaybeder ve nihayet hiç derekesine düşürülür. Günümüz Türkiye’sinde belli kavramların düştüğü durum böyledir.
Sürgün sadece peygamberlerin, büyük düşünür ve sanatçıların kaderi değildir, söz de sürgüne uğrar ve uzak diyarlarda gurbet acısı çeker. Bugün Türkiye’de kent soylu bir kavram olan “milliyetçiliğin” düştüğü durum böyle olduğu gibi, ahlakın birçok sürümü de aynı yazgıyı paylaşmaktadır.
Sözün yazgısıdır bu; histeri halindeki kalabalığın uğultusuna kurban edilen, nisyana terk edilen sözün yazgısı da böyledir. O da şiddete maruz kalmış ve sesi soluğu çıkmadan bir kenarda kaderine terk edilmiştir.
Söz sahasında öyle zamanlar olur ki bütün sözler sessizliğe bürünür ve her şey otorite tarafından yutulur. Sözün tiranlığıdır bu. O zamanlarda iktidarın sözü iktidarın kendisi olur ve onun dışındaki her şey ya gereksiz bir ayrıntı ya bir hurafe ya geçersiz bir söz ya da kriminal bir sapkınlığa dönüştürülür.
İdeolojik kamplaşma dönemleri ve totaliter rejimler böyledir. Böyle dönemlerde Hallâc-ı Mansur boğazlanır, Nesimi’nin derisi yüzülür, Pir Sultan Abdal darağacına çekilir. Engizisyonda böyle, devrim yıllarında böyle olur ve bütün sesler tek bir sese dönüşür. İletişim çağının had safhaya vardığı ve trollerin gemi azıya aldığı örgütlü sahtekârlık dönemlerinde ise işler çok daha örgütlü biçimde işlemeye başlar.
Ya Ölçü ve Tartıya Girmeyenler
Bütün bunların dışında bir de ölçü ve tartıya girmeyenlerin gerçek dünyası vardır. Mitler ve sembollerin dünyası böyledir. Orada öznellik ve çok çeşitliliğin; zihinsel örgütlenme alanı dışındaki örgütsüz akıl ve duyumsama sahasının el değmemiş tarhları bulunur. Dönüp dönüp bakılan, bakıldıkça görülmemiş şeyler çağrıştıran bakir bir şeyler vardır orada.
İşte bu alan, el değmemiş bu alan, çoğu kez sanatçının alanı gibi görülen bu alan, genel dışındaki tikelin alanıdır ve burada çok zengin hazineler saklanır. Balzac bunu keşfettiği için büyüktür. Sebahattin Ali buradan beslendiği için hâlâ aramızda yaşar.
Müziğin bazı tınılarında bu esinti yakalanır. Sanatın “bu son dolaysızlığı” şimdilerde her ne kadar “şeyleşme” sürecinin sıradan bir meta-değeri olarak raflardaki yerini alsa da sanat sonsuzdur, tükenmez. Kaynağı Tanrı olan her şey gibi o da sonsuzdan beslenir. Antik Yunan’da müziğe meleklerin dokunuşu denmiş. Bu öyle sıradan, rastgele söylenmiş bir söz değildir.
Netice-i Kelam
Demokrasi sözün saltanatını vermez belki ama ona yaşama şansı tanır. Tıpkı Kalküta, Kanton, İstanbul, Kahire, Floransa vb. kentler gibi demokrasi de bir tür maskeli balo imkânı sunar. Orada her renk serbestçe dolanıma çıkar. En sıradanla en işlenmiş bir arada ve iç içe yaşar.
Bunun olmadığı yerde bütün renkler tek bir renge irca edilmiş, bütün sesler tek bir sese kurban edilmiştir. Burada ilkah olmaz, gen havuzu genişlemez. Bir-iki nesil sonra her şey bodurlaşmaya ve yozlaşmaya başlar. Artık ekranlarda sürekli tekrarlanan Davudî ve monoton biçimde tekrarlanan devasa bir sestir. Herkes onu dinler, herkes onu duyar.
Kulaklar Beethoven’ın notalarına değil, başçavuşun marş borusuna alıştırılmıştır. Uygun adım yürüyüş tek geçerli akçe olur. Tarzlar ve üsluplar tek bir tarzın karanlığında kaybolur. Bu tarz durumlarda her türden aykırı ışık oyunları tehdit olarak görülmeye başlar. Oysa hayat yekpare bir tül değil, perspektif sayısı kadar çok ve çeşitli görünüme sahip bir konfeti sağanağıdır.
Demokrasi işte bunun için güzel, bunu sağladığı ve güvenceye aldığı için değerlidir.
__
¹Muhammed İkbal, (1983), Cebrail’in Kanadı, (çev.) Yusuf Salih Karaca, Furkan Yayınları, İstanbul, s. 82.
²Adorno, T.W. (2018), Walter Benjamin Üzerine, YKY, İstanbul, s. 10.