Spinoza’nın ‘Herem’inin Güncelliği
Yahudilerin en büyük hatası kendilerini diğer uluslardan ayrı tutmalarıdır. Bunu bir erdem ve kutsal bir görev saymış olmaları, üzerlerine evrensel bir nefret çekmelerine yol açmıştır. Tanrı’nın onları seçerek bildirdiği yasayı millî bir kimliğe dönüştürmeleri en büyük günahları olmuştur. Kurtuluşun bu radikal gaspı ve Tanrı’nın başka ulusların esenliği ile ilgilenmesinin imkânsız görülmesi, terörün teolojik kaynağını oluşturmuştur.
“Seçilmiş bir kişi değil sıradan bir insan olarak yaşamak istiyorum” diyor bir söyleşisinde Gilad Atzmon ve caz müziğinin kendisi için bir “siyondan çıkış ve kurtuluş” anlamını taşıdığını belirtiyor. 7 Ekim 2023 tarihinden sonra İsrail’in Gazze’ye başlattığı toplu kıyım dünyayı dehşete düşürmeye devam ediyor. “Kendini savunma hakkı”nın kocaman bir yalana dönüştüğü süreçte İsrail Devletine hâkim olan zihniyet sorgulanır oldu. Tarih boyunca sıkıntı ve eziyetler yaşamış olan bir topluluğun aktüel temsilcilerinin, geçmişin tüm acısını Gazze halkından çıkarmaya çalışmasının ardındaki ölçüsüz nefreti, yok etmekten çok sömürüyle karakterize olan neo-liberal kapitalizmin sınırlarını aşındırmaktadır. Yahudilerin kendilerini seçilmiş kutsal halk gördüklerine dair söylentilere “çocuksu”, “mitsel”, “fantastik ve büyüsel” ve biraz da “yönetilebilir bir gayriciddilik” olarak bakan entelektüel camia, bu iddianın siyasal sonuçları ile karşılaşınca meselenin hiç de hafife alınır cinsten olmadığını fark etmeye başladı. Yahudi kimliğine dair geriye dönük okumaların da eşlik ettiği genel bir ilginin oluştuğu görülmektedir. Bu bağlamda öne çıkan temel sorun, Siyonizm’in Yahudilikle ilişkisi ve onu ne düzeyde temsil ettiği konusudur. Daha özelde ise seçilmişlik tasavvurunun teo-politik kökenleri araştırmalara konu olmuştur. Bir topluluğun kendi kimliği hakkındaki mitsel ya da fantastik kanaatleri bir düzeye kadar hoş görülebilir. Sonuçta bu onun bir iç meselesidir. Ancak diğer toplulukların yaşama hakkını yok etmeye varan terörün meşrulaştırılması söz konusu olduğunda konu, dünyanın güvenliğini tehdit eden bir sorun halini almaktadır.
Atzmon, Türkçeye de çevrilen söyleşisinde pek çok Yahudi’nin sıkışmışlığını, Siyonist teo-politika tarafından nesneleştirilmesini ve sözüm ona “kutsal seçilmişlik” ülküsü üzerinden insanlık değerlerine yabancılaştırılmasını sorunsallaştırır. Yahudi entelektüel çevrelerde, Yahudi kimliğinin etik ilkelerinin ve manevî değerlerinin seçkinci ve saldırgan bir kimliğe dönüştürülmesine yönelik eleştirilerin tarihi eskiye uzanır. Bazen bunlar özeleştiri sınırlarını aşarak Yahudi kimliğinin teolojik temellerinin radikal reddini içeren yeniden inşalara varır. Bunun çarpıcı örneklerinden biri Spinoza’dır. Onun düşüncelerini etkili ve sarsıcı kılan şey, Yahudi teolojisinin içinden konuşması ve yorumlarını, Kitab-ı Mukaddes’e dayanarak sistematik bir şekilde yapmış olmasıdır.
Entelektüel ve akademik çevrelerde çok az isim Spinoza’nınki kadar saygı ve ilgi uyandırır. Onu özel kılan, özgür ve soylu düşünsel yürüyüşünün bedelini ödemiş olmasıdır. Güçlü bir Yahudi teolojisi eğitimi alan Spinoza İbranice, Aramice, Latince ve Grekçe öğrendi. Kitab-ı Mukaddes ve teoloji üzerinde yoğunlaştı. 1632’de Yahudiliğin kutsal değerlerini hiçe saydığı ve “şeytanî yollara” saptığı gerekçesiyle Amsterdam’daki Talmud Torah cemaatinden aforoz edildi. Yahudi kimliğine, özellikle “ebedî seçilmişlik” inancına yönelik eleştirilerinden dolayı Yahudi dinî otoritelerin tepkisini çekmişti. Henüz 23 yaşında iken yaşadığı bu tekfir ve ötekileştirmeye rağmen düşünsel serüvenine büyük bir kararlılıkla devam etti. Teoloji ve politika alanında etkileri uzun sürecek olan kalıcı eserler yazdı. Bu arada hayata tutunabilmek ve özgürlüğünü korumak için şişe ve cam üreterek geçimini sağladı. 2013 yılında Spinoza’nın aforozunun kaldırılması yolundaki öneri görüşüldü ve reddedildi. Spinoza’nın iddialarının hâlâ geçerli olduğu ve görüşlerinden dönme gibi bir çabası olmadığı gerekçesiyle herem (Arapçada haram kelimesi ile yakın anlamda) hükmünün devam ettiğine karar verildi. Herem hükmünün yenilenmesi bir ironidir ve teo-politik önyargıların yanında belki daha güçlü olarak Spinoza’nın görüşlerinin güncelliğini ortaya koymuştur.
Spinoza’yı dinsiz sayan kaba görüş, entelektüel çevrelerde “antispinozacılık” olarak yer etti. Örneğin modern felsefede kendinden çok söz ettirmiş olan Levinas, Yahudi inancının temellerini baltaladığı ve Avrupa’da ortaya çıkan antisemitizme katkı sağladığını ileri sürerek Spinoza’yı adeta taşlar. Levinas ve şürekasının sorunu, bilinçli olarak filmin son ya da bir bölümünü trajedize ederek gerçeği nitelikli biçimde çarpıtıyor olmalarıdır. Antisemitizmi doğuran temel neden, Yahudi seçkinciliği ve Semitik kibir değilmiş gibi konuşurlar. Spinoza’nın yaptığı şey durumun vahametine dikkat çekmek düzeltmeye çalışmaktan ibaretti. Yahudilerin kendi üretimleri olan “teo-politik döngü”yü kırmak üzere hareket geçen ve bunun teolojik ilkelere dokunmaksızın başarılamayacağını fark eden Spinoza, Siyonist terörü bir sorun olarak bile görmeyen modernlerden ne kadar da ileri ve insancıldır! Nitekim Levinas bir söyleşide ötekiye övgüler düzerken ve ötekinin “Yahudi komşu” olduğunu, örneğin bir Filistinli Arap ailenin öteki anlamında bir komşu bile olamayacağını belirtir. Siyonist dürtüleri teolojize etme ve felsefîleştirme konusunda ustalık kazanan figürlerin Spinoza karşıtlığı yaparken içine düştükleri etik çelişkiler, Spinoza’nın güncelliğini ve değerini bir kez daha kanıtlamaktadır.
Kitab-ı Mukaddes Yorumu
Bir Spinoza araştırmacısı olan Frederic Lenoir, onu modern tefsirin fikir babası ilan eder. Tarihsel ve eleştirel bir Kitab-ı Mukaddes okuması yapan Spinoza’nın ortaya koyduğu ilkeler hâlâ kullanımda ve geçerlidir. Spinoza tefsir yetkisini nereden ya da kimden alıyor? Aslında her bir insan Tanrı’nın ışığı olan aklını kullanarak düşünme ve kutsal kitabı yorumlama hakkına sahiptir. Ayrıca bir otoritenin onayına ihtiyaç yoktur. Bu yaklaşım, gerek Yahudi gerek Hristiyan geleneğinde kurumsallaşmış olan otoritelerin ve kutsal kitabın yorumlanması yetkisini elinde tutan din adamlarının vesayetini bir anda geçersiz kılmıştır.
Kutsal kitap hakkındaki düşünceler, onları insanlarla buluşturan peygamberlerin görevlerinin nasıl tanımlandığı ile yakından bağlantılıdır. Spinoza, peygamberlerin yüksek entelektüel yeteneğe değil çok güçlü bir muhayyileye sahip olduğunu, insanlara dini anlatırken simgelere başvurduklarını düşünür. Peygamber, kendisinin ve çevresinin tarihselliğine göre Tanrı’yı anlatmıştır. Bu durum kutsal kitapların yapısına da yansımış ve bu şekilde oluşmuştur. Kutsal kitapların amacı felsefî düşünceyi değil dinsel bir tavır olarak boyun eğmeyi öğretmek idi ve kitlelerin anlayışlarına uyarlanarak oluşturulmuşlardır. Kutsal kitapların gerçek anlamına ulaşmak için onlara hâkim olan tahayyül gücünü aşarak ötesine geçmek gerekir. Peygamberlerin temsil ettiği bilginin kesinlik ifade eden doğal bilginin altında yer aldığı şeklinde rahatsızlık uyandıran radikal görüş ileri süren filozofumuzun, çifte hakikat teorisini savunan Endülüs kökenli İbn Rüşd düşüncesinden esinlendiğine, hatta etkilendiğine dair belirtiler vardır.
Spinoza kutsal kitaplarda geçen pek çok anlatıyı ve bunlara dayanan inançların simgesel olduğunu ve yorumlanması gerektiğini savundu. Simgesel yorumlama yöntemi daha sonraları Batı’da gelişen hermenötik geleneğinin de temel bakış açısını oluşturmuştur. Tevrat ve İncil’deki insanbiçimci anlatımları ve mucizeleri mitsel anlatımlar olarak gören ve içerdikleri ahlakî mesajları anlamak için, onları mitolojiden arındırarak (demitolojizasyon) okunmayı öneren yorumlama teknikleri geliştirildi. Bu yöntemin erken örneği Spinoza’dır. İnsan aklını zorlayan hikâyeler açısından oldukça zengin bir içerik sunan Tevrat ve onun kadar olmasa da mucizelerle örülü Hristiyan inancı da Spinoza’nın eleştirel okumalarından nasibini almıştır. Ona göre, Hristiyanlığın temel inançlarından biri olan Tanrı’nın İsa olarak tecessüm etmesi ve tekrar dirilmesi gerçek değil simgesel bir anlatıdır. Bu ve benzeri tüm insanbiçimci anlatımlar, kutsalın insana doğrudan nüfuz etmesi için başvurulan yöntemlerdir. Zira insanların çoğu Tanrı’nın yasalarına, dinsel emir ve yasaklardan oluşan korkutma ve özendirme yöntemlerinin etkisiyle boyun eğebilmektedir. Oysa simgesel anlatımlara ve insanbiçimci örneklemelere ihtiyaç duymaksızın onların işaret ettiği değer ve gerçekleri kavrayabilen insanlar için bu yöntem artık çocuksu kalacaktır.
Dinsel anlatıların ve kutsala dair benzetmelerin bu düzeyde ele alınması ve bunların zihinsel yetersizlik sorunu çekenler için bir anlam ve değer taşıdığı yargısı, sadece Yahudi dinini değil Hristiyanlık ve hatta kutsalın tecrübesine dayanan dinlerin altını oyan bir yaklaşımdır. Spinoza etnik ve kabilesel seçkinciliğin yerine evrensel olarak erişime açık entelektüel bir seçkinciliği ikame etmeye çalışmaktadır. İçe kapalı, dışlayıcı ve nefret üreten ilkinden farklı olarak böylesi bir seçkinciliğin, ırkçılığa dayalı kalıpları kırarak genel anlamda paylaşımı, çabayı ve kendini aşmayı içerdiğinden insanî gelişmeye daha çok hizmet edeceği açıktır.
Bununla birlikte Spinoza eleştirmenlerinin dikkat çektiği bir nokta vardır ki mistik hayatın önemi üzerinde durur. Dinin ve kutsala dair unsurların simgeye indirgenerek etkisizleştirilmesinin, insanın ihtiyaç duyduğu ve sadece dinlerin sağladığı içsel tecrübeyi ortadan kaldırma riski yok mudur? Mucizeler, inançlar simgelere indirgendiğinde bunların işlevini yerine getirecek bir alternatifleri olmadığında manevî hayat çoraklaşacaktır. Spinoza’nın düşünce dünyasında bu itirazın gönderme yaptığı sorunun bir açıklaması vardır. Mevcut dinsel anlatılar Tanrı ile sahici olmayan bir ilişki kurarlar. Oysa Tanrı’nın bilgeliğini ve inayetini yansıtan doğa ve aklın yasaları kavrandığında onunla daha güçlü ve gerçekçi bir ilişki kurma imkânı elde edilir. Korkutulmuş insanların dinine karşı bilgelik peşinde koşan entelektüel insanların dinini önerir Spinoza ve bunu da kendi hayatında ortaya koyar. Geleneksel dinlerin korku aşılayan dindarlığına karşı Tanrı’yı doğada keşfetmeye çalışan sevgi ve sevinç dolu bir dindarlıktır onunki. Ancak kurumsallaşmış dinler açısından onun önerisi, din değil küfürdür ve asla bağışlanamaz. Elindeki kitaba dalmış caddede yürürken yol kenarındaki hahamların şeytan görmüşçesine korku ve dehşet içinde ona baktıklarını gösteren tablo, aslında “dine karşı din” savaşını anlatıyor gibidir. Spinoza’nın yaşama sevinci, teolojik devrimciliğine dayanır ve insana yeni ufuklar açtığı için bulaşıcıdır. Burada Türkçede en iyi Spinoza incelemelerinden birisi olan ve Çetin Balanuye tarafından yazılan Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? kitabını öneriyorum.
Spinoza’da Doğa Tasarımı ve Mucize
Mucize, kurumsallaşmış dinlerin en temel ve kurucu kavramları arasındadır. Öyle ki mucize çekilip alındığında dinlerin dayandığı anlatılar bir anda geçersizleşir. Mucize, doğa yasalarını kesintiye uğratan ve aklın ilkelerinin açıklamaktan aciz kaldığı (mucize= aciz bırakan) olağanüstü olaylar için kullanılır. Peygamberler üzerinde ya da onların eliyle gerçekleşir.
Kitab-ı Mukaddes okuması yaparak görüşlerini teolojik açıdan temellendirmeye çalışan Spinoza, peygamberlerin açıklamalarının matematiksel değil, ahlaki olarak kesinlik ifade ettiğini savunur. Kesinliğin aranacağı yer doğa ve dünyanın düzeni olmalıdır. Doğanın düzeni ve Tanrı ile olan ilişkisine dair düşünce kısaca şu şekildedir: Tanrı’nın bilgisi ile iradesi aynı şeydir. Yani Tanrı’nın bir şey hakkındaki bilgisi nasılsa o şey öylece kaçınılmaz olarak var olur, gerçekleşir. Tanrı bizi yanıltmaya çalışmaz ve onun iradesi olmaksızın bir şey kesinlik kazanamaz. Bu nedenle doğanın evrensel ve kesin yasaları, Tanrı onları dilediği için kesinlik kazanmıştır. Doğa yasaları Tanrı’nın bilgisi, iradesi, inayeti ve yetkinliğinden kaynaklanır ve zorunlu olarak onları yansıtır. Bunun zorunlu sonucu olarak, bir olayın doğa yasalarını çiğneyerek gerçekleştiğini ileri sürmek, doğanın ve aklın ilkelerinin yanında Tanrı’nın doğasına da aykırı düştüğünü söylemekle eşdeğerdir. Doğa yasalarına aykırılık, Tanrı’nın kendisiyle çeliştiği anlamına gelir ve bu da saçmadır.
Aşırı içkinlikçi bir yaklaşımla Tanrı’nın doğayla özdeşleştirilmesi, Tanrı ile insan arasında doğrudan ve anlık ilişki kuran teolojiler açısından büyük bir sorundur. Doğanın öne çıkarılması, Tanrı ile insanın arasına şeylerin düzeninin yerleştirilmesi, Tanrı-insan ilişkisindeki klasik dolayımsızlığı iptal etmekte ve her an yeni keşifler içeren entelektüel dindarlık tarzını getirmektedir. Kitleler ve dinsel kurumlar karşı çıkmayı sürdürse de bilim dünyası Spinoza’nın çözümünü kabul etti. Einstein “Spinoza’nın Tanrı’sına inandığını” söylemişti.
Doğa yasalarını değişmez, sabit, kesin Tanrı yasaları olarak görmek doğa ile ilgilenmeyi bir anda Tanrı araştırmasına, bilimi de dinsel bir uğraşa dönüştürmektedir. Ateizme düşmeden bilim yapmayı arzu eden bilimcilerin idolü Spinoza, görünüşte çatışmayı aşan ancak metafizikçi dinlerin temellerini aşındıran bir düşünce geliştirdi. Doğanın Tanrı ile özdeş sayılması, doğaya bir kesinlik, zorunluluk ve süreklilik niteliği kazandırmıştır. Doğa yasalarının Tanrı’nın kararı ve hatta onun açılımı olarak görülmesi, doğal düzenin hiçbir zaman bozulmayacağı ve sürekliliğini koruyacağı düşüncesine yol açar. Bu perspektif, doğa bilimleri için bir itici güç ve motivasyon sağlar, ancak teolojide bazı derin yaralar açar. Bunların başında mucize kavramının geçersizleşmesi gelir.
Kutsal kitabın özgünlüğü konusu tarih boyunca tartışılmış bir konudur. Tevrat’ı yazan kişinin Musa değil Ezra olduğu, ondan sonra da metin üzerinde oynamalar olduğu, bu nedenle eldeki metnin hatalı, eksik ve yanlış olduğu, tam olarak Tanrı’nın sözü sayılamayacağı görüşlerine dayanan Spinoza, ondaki bilgileri eleştirmeye kendini yetkili görür. Hatta akıl Tanrı’nın bir ışığı sayılırsa eşyaya onunla bakmak en büyük dindarlık olup çıkacaktır.
İnsan zihnine uzunca süre hâkim olan cehalet ve korku, açıklanamayan olayların Tanrı’nın işi olduğu inancını doğurmuştur. Bu bir ölçüde insanın gelişimi açısından doğaldır, çünkü doğanın gücü Tanrı’nın gücüdür Spinoza’ya göre ve bu nedenle doğa yasalarına karşı çıkılamaz. Bu hem imkânsız hem de günahtır. İnsanlar doğa hakkında daima yanlış düşünce ve inançlara saplanıp kalmışlardır. En büyük hataları da onu yanlış tanımaları olmuştur. Peygamberler, insanlara Tanrı’nın yasalarını anlatmak için simgesel bir dil kullanmışlar ve doğa hakkında da benzeri yol izlemişlerdir. Ancak bu anlatımları kavrayamayan din adamları, sözcüklere ve benzetmelere takılıp kalmış, doğayı değersiz ve küçük görmüşlerdir.
Mucizeleri açıklamak için doğanın düzeninin yok sayılması ve şeylerin değersizleştirilmeye çalışılması çocuksu ruhun dindarlık altında devam etmesine yol açmıştır. Dünyadaki bir olayın aklın ilkelerine ya da doğa yasalarına aykırı düşecek biçimde gerçekleşmesi mümkün değildir. Bunu Tanrı’nın kendisiyle çelişmesi kadar saçma ve kabul edilemez bulan Spinoza, mucize olarak adlandırılan şeyin doğa yasalarına göre gerçekleştiği halde bunun kavranamadığını ya da böyle bir olayın uydurma olduğunu ve hiç yaşanmadığını söyler. Tanrı kendi varlığını ve yasasını, mucize ya da kehanet gibi muğlak olaylar değil, akıl ve doğa yasaları gibi açık ve kesin bir düzen içinde sunmuştur. Bu nedenle Tanrı’yı akla ve doğaya aykırılıklarda değil, doğanın düzeninde aramak gerekir.
Ebedî Seçilmişlik Düşüncesinin Eleştirisi
Spinoza, mevcut haliyle seçilmişlik fikrini, ilk olarak Tanrı tasavvurundan yola çıkarak reddeder. Ona göre akıl ve hakikat açısından her ulus diğeriyle eşit durumdadır ve Tanrı bu bakımdan bir halkı diğerinden üstün tutmaz. İnsanlar arasında etnik özelliklere dayalı farklılıkların teolojik açıdan da onaylanması ilahî adalete aykırı olacaktır. İbranî halkının özgüllüğü efsanesi ve ilahî seçim inancının teolojik eleştirisinde Spinoza zaman zaman sert bir üsluba başvurur. Ona göre “kendini üstün hissetmenin verdiği sevinç tamamen çocukça değilse eğer, ancak hasetten ve kötü bir yürekten doğmuş olabilir.”
Spinoza, metinlerinde Yahudi ve İbranî kelimelerini kullanır. İbranî daha nahif, nötr ve olgusal bir anlam taşır. Yahudilerin en büyük hatası kendilerini diğer uluslardan ayrı tutmalarıdır. Bunu bir erdem ve kutsal bir görev saymış olmaları, üzerlerine evrensel bir nefret çekmelerine yol açmıştır. Tanrı’nın onları seçerek bildirdiği yasayı millî bir kimliğe dönüştürmeleri en büyük günahları olmuştur. Kurtuluşun bu radikal gaspı ve Tanrı’nın başka ulusların esenliği ile ilgilenmesinin imkânsız görülmesi terörün teolojik kaynağını oluşturmuştur.
Peki seçilmişlik bir efsane midir? Yahudi kutsal metinlerinin dışındaki kutsal metinlerde (İncil ve Kur’an) Tanrı’nın İsrailoğulları ile ilgilendiğine dair anlatılar da dikkate alındığında konu nasıl açıklanabilir? Tanrı’nın İbranîleri (İsrailoğulları, Yakub’un çocukları) seçmiş olduğuna dair dikkat çekici bir literatür ve buna dair nesiller boyu aktarılarak gelen tanıklık nasıl yorumlanabilir?
Spinoza seçilmişliği kategorik olarak reddetmez ancak onu yeniden tanımlar. Tanrı’nın İsrailoğullarını seçmiş olması, onlara peygamberler göndermesi ve yasasını bildirmesi ile ilişkilidir. Kurumsal seçilmişlik inancından farklı olarak Spinoza tek taraflı, koşulsuz, ebedî, değişmez bir ilahî seçilmişlik iddiasını reddeder. Bunu aklın ilkelerine, ahlakî değerlere ve Tanrısal adalete aykırı bulur. İbranîler, Tanrısal mesajı öğretmek üzere kendilerine peygamberler gönderilmesini yanlış anlamışlar ve sapkın bir kurtuluş ve seçkincilik inancı üretmişlerdir. Gerçekte durum hiç de böyle değildir ve Tanrı’nın onlara ilgi göstermesi “onların zihinlerinin çocuksu olması ve yasayı öğrenmeye teşvik edilmeleri” içindir. Seçilmişlik karşılıklı, sözleşmeye dayalı, dönemsel ve hatta geçicidir. Musa onların taşlaşmış yüreklerine seslenmek ve onlarla bağ kurmak için zihinlerine ve yüreklerine uyum sağlamış ve temsiller yoluyla onlara yasayı anlatmıştır. Seçilmişlik söylemi, Tanrı’nın onların insanîliklerini yükseltmek amacıyla başvurduğu “pedagojik bir hile”den ibaretti. Tanrı’nın hükmü doğanın sabit ve değişmez düzeni, nesneler arasındaki nedensellik ilişkisidir. Buna aykırı düşecek şekilde bir ulusun kayrılması imkânsızdır. İsrailoğullarının seçilmiş olması, onların Tanrı ile yaptıkları sözleşmede içkindir. Buna göre onlar yasaya itaat ederlerse kendi devletli düzenlerini kuracaklar ve güvenli bir hayata kavuşacaklardır; yasayı çiğnerlerse ya da dikkate almazlarsa felâketlerle karşılaşacaklarıdır. Bu, Yahudilere özel bir durum değil tüm insanlar için geçerli bir yasadır. Bu açıdan Yahudi ve Yahudi olmayanlar arasında hiçbir fark gözetilemez ya da Yahudiler evrensel yasanın içerdiğinden öte özel bir seçilmişliğe sahip olamazlar.
İbranîlerin dışında diğer uluslara da peygamberler gönderildiğine göre Tanrı, seçilmişlik anlamına gelen benzer sözleşmeyi onlarla da yapmıştır. Bu açıdan bakıldığında seçilmiş toplum olmanın anlamı, Tanrı’nın muhatap olarak seçtiği ve sözleşme yaptığı topluluk olmaktan başka bir şey değildir. Belirtmek gerekir ki her bir insan için geçerli olan evrensel anlamda muhatap ve mükellef olma Hristiyanlık ve İslam’da açık biçimde tebliğ edilmiştir.
Yahudiler, seçilmişlik konusunu yanlış ve hatta sapkın bir tarzda anlamalarının sonucu olarak kapalı bir cemaat olarak yaşamaya ve kendilerini diğer insanlardan ayrı tutmaya çalışmışlardır. Spinoza bu ayrı yaşama eğiliminin ahlakî yozlaşmaya yol açtığını gözlemler ve şu tespitte bulunur: “(…) kendilerini diğer uluslardan o kadar çok ayrı tuttular ki, sadece dışa doğru olan görenekleriyle değil, diğer ulusların dinî törenlerine aykırı düşen görenekleriyle (…) üzerlerine evrensel bir nefret çektiler. Kendilerinden farklı olanları yaşamları ne kadar onurlu ve erdemli olursa olsun Tanrı’nın düşmanları olarak kabul ederken, diğer taraftan kendileriyle aynı düşüncede olanları ne kadar aptal olursa olsun sevip Tanrı’nın seçilmişi olarak kabul edenleri suçluyoruz.”
Yasanın evrenselliği, sözleşmenin dönemselliği ve koşulları ile karıştırıldığında ortaya çıkan seçilmişlik yanılsaması doğmuştur. Oysa Tanrı Yahudileri sonsuza kadar seçmemiş, daha önce diğer toplulukları seçtiği koşullar altında seçmiştir. Yine önceki topluluklar zevk, gurur ve yozlaşmış tapınmaları yüzünden nasıl reddetmiş ise aynı yasa (Kur’an’da bu tür durumla sünnetullah=Allah’ın yasası olarak nitelenmiştir) uyarınca Yahudiler de reddedilmiştir. Spinoza’nın Yahudiler için önerdiği çözüm seçilmişlik yükü, kibri ve saplantısından kurtulup genel insanlık ailesine dahil olmalarıdır. Ona göre, Tanrı’nın artık Yahudilerden özel bir beklentisi yoktur. Onlardan sadece tün fânilerin tâbi olduğu doğal kanuna uymalarını istemektedir.