Stand-upçılar Ne Anlatıyor?
Mademki yazılarım kahir ekseriyetle “Bakış” başlığı altında yayınlanıyor ve bu da bana geniş bir hareket alanı bahşediyor, izninizle bu imtiyazımı bugün ekonomi-politik minvalde değil sanat-politik mahfilde değerlendirmek istiyorum.
Özellikle COVID-19 pandemisi başladığından bu yana vakit buldukça İngilizce ve/ya Türkçe (altyazılı olduğu sürece) sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından stand-up gösterilerini ve bu gösterilerden kısa kesitler sunan reels videolarını internet marifetiyle çeşitli dijital platformlarda izliyorum. Bu gösterilerde stand-upçıların kışkırtıcı şekilde hem mensubu bulundukları ulus, etnisite, din, mezhep ve cinsel yönelim çerçevesinde oluşan kendi cemaatlerini ve cemiyetlerini ve tabii ki onun ötekisini dillerine dolayarak eleştiri oklarıyla kevgire çevirdiklerine şahit oldum. Bireysel anlamda favori mizah anlayışım İngiliz mizahı olsa da bu gösterilerde mebzul miktarda absürt, ofansif ve kara mizah ile durum komedisi başatlığı bana yeni bir bakış açısı kazandırdığı kadar amiyane tabirle “kafamı açtı”. Elbette halen Ortodoks yaklaşımımla İngiliz tarzı mizah beğenimi korusam da iyi mecz edildiğinde genelde tek kişilik bu gösterilerin rap müzik gibi toplumsal değişimin iyi bir aynası rolünü oynadığını görmezden gelemeyiz. Özellikle daha fazla eleştiri çeken kadın stand-upçıların göreceli daha ofansif mizahını ise ne kadar eşitlikçi olduğunu iddia ederse etsin demokratik toplumlar dahil baskın ataerkil hatta maço kültüre karşı bir başkaldırının sert ayak sesleri olarak okuyorum.
Dahası, stand-up zaten kadim kültürdeki meddahlıktan temel olarak bir büyük hikâyeyi anlatmak yerine küçük küçük hikâyelerle bir kolaj sunarak ayrılıyor. Stand-up gösterilerinin kışkırtıcı doğası, mizahın bireyin ve toplumun günlük rutinlerine ve ritüellerine yakınsak ve/ya ıraksak aynalar tutarak neyi neden yaptığına dair bir durup düşünmesine vesile olmaya çalışması. Bu illa güldürürken düşündürmek gibi bir didaktiklik üzerine kurulu olmak zorunda değil. Zaten bu gösterilerde performans esnasında sanatçının bizatihi kendisinin de gülmesi bunu gösteriyor. Zaten düşünmek için durmak ya da en azından duraklamak ihtiyacı, örneğin Arapçadan hareketle “vakıf olmak” için “vakfe yapmak” gerekliliği gibi Almancada “verstenen” için “stehen” ya da İngilizcede “understand” için “stand”in olmazsa olmazlığı gibi. İşte “stand-up” da bu “stand” eyleminin bir versiyonu olarak hizmet ediyor.
İzahı Olmayan Şeyin Mizahı Meselesi
“İzahı olmayan şeyin mizahı olur” ifadesi, bir klişe olarak mizahın hem bir izah teorisi hem de bir izah yöntemi sunduğunu adeta “cambaza bak” diyerek bir tür değersizleştirme gayretidir. Halbuki mizahı değerli kılan da kör gözüne parmağım hamlesidir. Çünkü mizah bunu yaparken adeta bir diplomatik dokunulmazlık zırhı kazanmıştır. Kadim zamanlarda “Elçiye zeval olmaz” ilkesinden hareketle ulakların edindiği yaşam dokunulmazlığı gibi soytarıların da vezirlerin bile hükümdarlara söylemeye çekindikleri gerçekleri iletmesi mümkün olmuştur. Genelde sanatçılar özelde mizah erbabı, edindikleri bu “köyün delisi” vasıflarıyla tasavvuf hikâyelerindeki gibi Allah’ın deli/veli kulları payesiyle toplumsal meşruiyete de mazhar olmuşlardır. Toplumlar demokratikleştikçe ve hükümranlık monarktan halka doğru geçince, halkın uyarılması işlevinin de soytarılardan stand-upçılara geçtiğini söylemek mümkündür. Nasıl ki sanat sunulduğu kişiyi estetikle acz içinde bıraktığı kadar sanat oluyorsa, sanatın kışkırtıcılığı da burada devreye girmektedir. Elbette sanat ne kadar kışkırtıcı ise o kadar başarılıdır demiyorum, ne kadar estetik ve acziyeti sağlayabiliyorsa o kadar başarılı olduğunu iddia ediyorum.
Sanatın mühim işlevlerinden birisi de toplumu bir arada tutacak tutkal olmasının yanında başka tutkallarda reçine görevini ifa etmesidir. Bu minvalde gerek bireyin gerekse de toplumun mizahla ilişkisi, acılarıyla kurduğu bağ üzerinden şekilleniyor. Mizah acılarımızı damıtırken rafineleştirdikçe katlanılabilir hale getiriyor ve bu da acıların tedavisini sağlıyor. İnsanların yaşadıkları olumsuz olayları zamanla hafızalarında nasıl kırıldığına ve anlatımlarında olumsuz anıları nasıl da olumluya tebeddül ettiklerine herhalde hepimiz bir kere şahit olmuşuzdur. Benim favorim “Fakir ama mutluyduk” ile -madem yukarıda ataerkil toplumdan bahsettik- hassaten erkeklerin askerlik anılarıdır. Askerlik hizmeti sırasında maruz kaldıkları veya şahit oldukları salt şiddeti anlatırken aldıkları keyif, sadece askerlikten soğutma kanunundan doğacak cezalardan kaçınmakla açıklanacak cinsten değildir. Zira bu meddahların bir daha öyle bir şiddete maruz kalmayacaklarının rahatlığıyla şiddeti eğlenceyle anlatmaları artık belli bir servete ve dolayısıyla refaha ulaşmış kişilerin gençliklerine ve/ya çocuklarına duydukları özlemle fakirliği yüceltmeleri gibidir. Aslında bu meddahlar fakirken mutlu da değillerdir. Yoksa kim yeterince beslenemediği, hastalandığında gerekli tedaviye ulaşamadığı ve kendisini daha da geliştirecek eğitimden yoksun olduğu için mutlu olabilir ki?
Acıları Bastırmak
İnsanın yaşamı diyalektiğin gereği paradoksal olsa da acıyla anlam kazanmaktadır. İşte yaşadığımız hayatı ve çevremizi elimizden geldiğince yaşanabilir kılma gayretimiz faydacı bir yaklaşımla acıdan zevke hicret şeklinde tecelli etmektedir. Mizahın tam da böyle bir işlevi varken dediğim tam olarak bu. Başta Allah’ın emri ölüm ve olmasını hiç istemediğimiz ayrılık başta olmak üzere yaşamın getirdiği acılardan tam anlamıyla kaçamasak ve/ya kaçınamasak da en azından bilincin çeşitli düzeylerinde bunları bastırabilmek için mizaha sığınıyoruz. Örneğin, ölümün en büyük acı olarak bizi beklediğinden hepimiz haberdarız. Hiç kimsenin ölümüne üzülmeyecek kadar duyarsız olsak bile içten içe kendi ölümümüz bir hüzün kaynağı olarak zihnimizde belirmektedir. Bundan dolayı yaşam, kendi ölümümüz için tuttuğumuz uzun yasın adıdır.
Mizah elbette sadece acıları öteleyici ve/ya sağaltıcı bir mekanizma değildir ve asıl belirgin yönü sorgulayıcılığıdır. Doğası gereği kamuya mal olan her şey eleştiriye açık hale gelir, lakin kamuya mal edilirken üreticilerince mümkün mertebe bir tabu haline de getirilmesine ve böylece eleştiriden müstağni kalmasına gayret edilir. Bu sadece kadim dönemde dinler veya asri zamanlarda ideolojiler için geçerli değildir. Otoriteyi ele geçiren ve böylece muktedir olan, kendisini olabildiğince eleştiriden azade kılmaya namzettir. Herhalde ebeveynlerimizden “Anne/baba olduğunda anlarsın” ifadesini duymamış olanımız yoktur. Eylemlerindeki tutarsızlıklarını kendilerine bildirmeye cüret ettiğinde çocukların ebeveyn otoritesinden alacağı en diplomatik cevap budur. Siyasi liderler de taraflarınca bu şekilde korunur, çünkü bizim bilmediğimiz ama onların bir bildiği vardır. Zaten bilgi güç olduğuna ve bilgi de onlara gücü getirdiğine göre, güç onlara böyle bir kut sağlar ki tebaaya düşen, kut sahibini kutlamaktır.
Sonuç olarak, toplumun her alandaki anlayışları değişirken mizah idraki nasıl sabit kalabilir ki? Ne kadar kült filmler olursa olsun 1970’ler ve 1980’lerdeki komedi filmlerini halen ısıtıp ısıtıp izleyiciye dayatan televizyon kanalları o seyircinin ekonomik gücü yettiğince başka mecralardan yeni mizahın peşine düşmesini nasıl engelleyeceklerdir ki? Sözlerim çok abartılı bulunabilir lakin konvansiyonel medya için çanlar bir süredir çalıyor ve bu kara düzen yaklaşımlarıyla artık kimsenin gazete tirajlarını umursamadığı bir dünyada ne karasal ne de uydudan yayın yapan kanal sayısının da pek bir anlamı kalmamıştır. Zira geleneksel medya çoktan bir kameraya, bir tripoda yenilmiştir ve “Arkadaşlar kanalıma hoş geldiniz” lafzını bilen nesle hepimiz aşinayız. Ezcümle, stand-upçıların başını çektiği bu yeni mizah anlayışı toplumu ifsat etmek yerine toplumun dönüşümünü anlamamıza zemin sağladığı için ona en azından kulak kabartmamız isabetli olacaktır. Yoksa ne mizah sadece mizahtır ne de sadece mizahçılara bırakılacak kadar ehemmiyetsizdir.