Şu Bizim Yükseköğretim Meselemiz…

Üniversite, halen kahir ekseriyet için meslek edinme ve bu meslekle iş hayatına atılıp göreceli rahat bir hayat sürme anlamını taşıyor. Ancak üniversiteler artık işsizlik problemini kamufle edemedikleri gibi katmerlendiriyorlarsa, çanlar çoktan yükseköğretim için çalmaya başlamış demektir.

Modern üniversiteler, işsizlik probleminin kamufle edildiği park alanlarıdır. Tarihte ilk defa insanlar 30 yaşına kadar eğitim görüyor. Bu normal değil. 

Umberto Eco

 

Şu Bizim Eğitim Meselemiz… başlıklı geçen yazımdan sonra vites değiştirerek bu sefer benzer minvalde kitabın ortasından basit bir soruyla başlıyorum: Aklı başında ve reşit bir insan neden 12 yıllık cebri eğitimden sonra ihtiyari yükseköğretime başlar? Ya da soruyu şu şekilde cazip hale getireyim: Bu insanı 12 yıllık eğitimden sonra dört ve/ya daha fazla yıl yükseköğretim öğrencisi olmaya ne ve nasıl motive edebilir? Böyle sorulduğunda elindeki pöstekiyi kenara usulca bırakıp “akıllandım” deyip uzaklaşmak geliyor insanın içinden. Lakin yükseköğretim ve onun metaforik mabetleri üniversiteler sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanında yüzyıllardır -hassaten Endüstri Devrimi sonrasında- lisans ve lisansüstü olmak üzere teorik ve uygulamalı akademik çalışmalar için bizleri cezbediyor. Üniversiteler öncelikle mensuplarına daha çok yerleşkelerine kimlikle girilebilen ayrıcalıklı mekânlar olarak bir farklılık ve bu farklılığa dair bir farkındalık sunuyorlar. Tarih boyunca hangi türden olursa olsun ilimle uğraşanlar toplumları tarafından el üstünde tutulduğu için bu sosyal sermayenin uzantısı olarak gerek ulema gerekse de tilmizleri toplumun diğer katmanlarına göre daha prestijli konumlarını sürdürmüşlerdir. Elbette hassaten iktidarın el değiştirdiği hassas dönemlerde bu ayrıcalık çözülürken -özellikle kadim zamanlarda- kelleleri gövdelerinden ayrılmak suretiyle vücut bütünlüklerinin de bozulduğu vakalar da vakıa-ı-adiyedendir. O yüzden meslek liseleri kadar olmasa da yükseköğretim de her memlekette memleket meselesidir. 

 

Sınav Toplumu

 

Türkiye’nin en büyük kamu organizasyonlarından Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) 8-9 Haziran 2024’te Temel Yeterlilik Testi (TYT), Alan Yeterlilik Testi (AYT) ve Yabancı Dil Testi (YDT) olmak üzere üç ayrı oturumda yapılacak. Kapitalist sistemin gereği olarak maksimum kâra giden yol maksimum verimlilikten geçtiğinden, bu verimi sağlayabilmenin patikası da elde edilebilecek en yüksek formel eğitim ve yükseköğretim ile sağlanıyor. Bu da modern toplumları ardı arkası kesilmeyen sınav toplumlarına döndürüyor. Böylece hepimiz birer çark olarak bu sistemin en verimli şekilde çalışması için sürekli bir eğitim-öğretim ve bu öğrendiklerimizin de sigaya çekildiği sınavlarla cebelleşiz. Kısacası, hepimiz hem seyirci hem de gladyatörler olarak yekdiğerimize hünerlerimizi sergilemek üzere hiç ara verilmeyen bir arenadayız. 

 

Modern ulus-devlet öncesinde ister Doğu’da ister Batı’da tebaalarına temel sağlık ve eğitim hizmetleri sağlayarak kalkınmak kadim siyasal ünitelerin gündemi bile değildi ki yükseköğretim gibi bir sorunsalları olsun. Aydınlanma, Endüstri Devrimi, şehirleşme ve milliyetçilik eşliğinde pekişen modern ulus-devletin temel endişelerinden birisi, tebaalıktan azat edip vatandaşlık payesiyle ödüllendirdiği bireyleri temel okuma yazma becerileriyle donatmaktı. Böylece, Ernest Gellner’e göre, herkesin formel eğitim hayatına dahil olmasıyla işçiler ülkenin her tarafındaki fabrikalarda aynı makinenin parçasını söküp takabileceklerdi. Bu da modern devletin teritoryalite merkezli egemenlik anlayışıyla gayet uyumluydu, hatta Weberyen anlamdaki şiddet tekelini bile güçlendiriyordu.  

 

Modern hayat giderek karmaşıklaştıkça haliyle eğitim-öğretim müfredatının da sürekli kendini yenilemesi gerekmektedir. Tıpkı harfleri birbirine çatmaktan ibaret okuryazarlığın yerini medyadan finansa birbirinden oldukça farklı okuryazarlıkları da içermeye bırakması gibi. Hal böyle olunca eğitim-öğretim hem yatay anlamda derinleşti hem de dikey anlamda arttı. Öyle ki; zorunlu eğitim üç yıl iken zamanla önce beşe, sonra sekize ve en son da 12 yıla çıktı. Derslerin içerikleri de hem sürekli hem de radikal biçimde değişime uğrarken kitaptaki soruları anlamadıkları için çocuklarının ev ödevine yardımcı olamayan ebeveynlerin üzüntüsüne şahit olduk (şahsi üzüntümdür, oradan biliyorum). Yükseköğretim de bundan nasibi aldı ve üniversite öğrencileri ve mezunları eskiden toplumun parmakla gösterilen crème de la crème tabakası iken artık o kadar sıradanlaştılar ki yüksek lisans tezsiz yüksek lisans programlarıyla, doktora da uzaktan doktora programlarıyla oldukça ulaşılabilir hale geldi. Bu enflasyonist artış ise kaçınılmaz olarak eğitim-öğretimi o kadar sıradanlaştırdı, hatta bayağılaştırdı. 

 

Her Şehre Bir Üniversite

 

Türkiye’de “her şehre bir üniversite” uygulaması da bu enflasyonu adeta astronomikleştirdiği gibi kronikleştirdi ve bu da değersizleşmenin tuzu biberi oldu. Sonuçta, genelde eğitim-öğretimin özelde de okulların ve üniversitenin içi madden ve manen boşaldı. Adnan Menderes’in her mahallede bir milyoner yaratma projesi gibi her şehirde en azından kamu kaynaklarıyla bir devlet üniversitesi açıldı açılmasına ama idareten bazı ilçelerin il yapılması gibi umulanın aksine arsa spekülasyonundan ve yaşamın özellikle şehre gurbetten gelen öğrenciler için oldukça pahalanmasından başka bir fayda getirmedi. Kaldı ki bu üniversiteler kendi yerleşkeleriyle şehrin bir parçası haline de gelemediler ve şehirler birer üniversite şehrine dönüşmediler. Yine de bazı girişimciler açtıkları özel yurt ve kafelerle hem küçük burjuva öğrencilere hem de yarı-zamanlı çalıştırdıkları öğrencilerle ucuz işgücüne ulaştılar. Herkesi üniversiteli yapma hesabı kimsenin gözünün yaşına bakmayan piyasa normlarına uymadığından bu sefer 2021’de YKS sonuçlarının açıklanmasından sonra baraj puanları düşürülürken 2023’te de kaldırıldı. Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlerde öbekleşen ve kâr amacı gütmeyen vakıf üniversitelerini daha ziyade rahatlatan bu kararın, hem devlet hem de vakıf üniversitelerinin bazı bölümlerinin kapatılmasıyla sonuçlanacak kontenjanların boş kalmasına palyatif bir çözüm getirmekten başka bir anlamı olmadı. Dahası, 2019 verilerine göre AB ortalaması 1.000 kişiye düşen öğrenci sayısı 38 iken bu rakam Türkiye’de 95 olsa da, aynı yıl verilerine göre 538 bin öğrenci üniversiteyi bıraktı. Kısacası, yukarıda ifade ettiğim gibi üniversitelerin içi hem madden hem de manen boşaldı. Benzer bir hayal kırıklığı da bazı üniversitelerin kütüphanelerindeki kitap sayısı açıklandığında, bazılarının mütevazı kütüphanemden bile az kitap sayısını öğrenmemle gerçekleşiyor. Hatta inceden bir dehşete kapılmamak elde değil. Bu noktada tek avuntum fiziksel kütüphane yerine tüm öğrencilerini dijital kütüphanelerin abonesi yaptıkları varsaymam oluyor (inşallah öyledir de ben kuruntu yapıyorumdur).  

 

Sonuç olarak, bugün Türkiye’de 129’u devlet üniversitesi (11 teknik üniversite, iki güzel sanatlar üniversitesi ve bir yüksek teknoloji enstitüsünün yanı sıra Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi, Polis Akademisi ve Milli Savunma Üniversitesi), 75’i vakıf üniversitesi ve dördü de vakıf meslek yüksekokulu olmak üzere toplamda 208 üniversite vardır. Üniversite, halen kahir ekseriyet için günün sonunda meslek edinme ve bu meslekle iş hayatına atılıp göreceli rahat bir hayat sürme anlamını taşıyor. Üniversite bunu sağlayamadıktan sonra çok az öğrenci için entelektüel merakı tatmin için vardır. Epigraftaki Eco’nun eğitim konusundaki görüşlerinden hareketle eğer üniversiteler artık işsizlik problemini de kamufle edemedikleri gibi katmerlendiriyorlarsa, çanlar çoktan yükseköğretim için çalmaya başlamış demektir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.