Suriye ve Suriyeliler Meselesi
Suriye sorunu, bir ‘terörizm’ meselesi değildir. Suriyelilere zulmeden, katleden, göçe zorlayan rejim ve destekçilerinin uyguladığı kirli işbirliğinin ortaya çıkardığı bir soykırım meselesidir. Uygulanan katliamcı politikaları, mezhepçi ve etnik temizliği ve Suriyelileri terörist gösteren tüm kirli politikaları gündeme almadan ve bu politikaların sonuçlarını ortadan kaldırmadan siyasi çözüme ulaşmak mümkün değil.
Son günlerde sığınmacılar konusunda gelişen ve farklı gibi görünen kesimlerin aynılaştığını ortaya koyan bir dil var. Bu dilin ortak özelliği, sorunun esas nedenine hiç değinmemeleri ve her cümlede Türkiye’yi suçlamaları. Kendisi göçmen olanların, Türkiye-Suriye sınırı çizilirken küçük bir sapma olsa ‘Suriyeli’ diye anılacakların, Rusya muhipliği adına milyonlarca insanı yurdundan edene methiye düzenlerin, halka savaş açan birine “savaşı kazandı, oturup konuşmak lazım” diyenlerin, İrancılık ve mezhepçilik adına yüzbinlerce insanın katilinin arkasında duranların, sığınmacılar arasında etnik ayrıma göre tasnifleme yapanların, İslamifobik kafaya sahip olanların, muhafazakâr görünümlü isimlerin kullandıkları dil ve argümanlar aynı. Bu dilin ana teması, milyonlarca insanı yurdundan eden ve yüzbinlerce insanın katleden birine selam vermek, methiye düzmek ve Türkiye’yi suçlamak.
Suriye’de Neler Oldu? (1982-2011)
Bu noktada üzerinde durulması gereken soru; “Aslında Suriye’de ne oldu?” Öncelikle, Suriye denilince, askeri darbe ile yönetimi ele geçiren ve ülkeyi 52 yıldır tek başına yöneten bir aileden bahsedildiği hatırlanmalı. Asgari demokratik süreçlerin dahi işlemediği bir yönetimden bahsediyoruz. Rejimi anlamak için iki döneme bakmak yeterli fikir verir. 1982 Hama olayları ve 2011’de başlayan gösteriler. Bu iki olayın bize göstereceği sonuç, dar bir aile, ailenin etrafında kümelenmiş çıkarcılar ve ülke nüfusun yüzde 12’sine tekabül eden mezhep temeli bir toplumsal destek.
Esad ailesini anlamak için bakılması gereken ilk tarih, 2 Şubat 1982. Hafız Esad, Sünni nüfusun bulunduğu Hama’da tam bir katliama imza atar. Tankların, şehrin dar sokaklarında rahatça hareket edip katliam yapması için Esad şehri havadan bombalattırır. Bununla da yetinilmez ve evlerde saklanan insanların ortaya çıkması için zehirli gaz kullanılır. Bu iki vahşetten sonra, mezhepçi saiklerle motive edilmiş askerler sokaklara salınır ve sağ kalan sivillerin tümü katledilir. Uluslararası Af Örgütü’ne göre, 35 bin insan öldürülmüştür. Ancak birçok kaynak, gerçek rakamların bunun çok üstünde olduğunu yazar. Amerikalı gazeteci Thomas Friedman’a göre, katliamı gerçekleştirmek için Hafız Esad tarafından görevlendirilen kardeşi Rıfat Esad, 38 bin kişinin hayatını kaybettiğini ifade etmiştir. Suriye İnsan Hakları Komitesi ise katledilenlerin sayısının 30 ila 40 bin arasında olduğunu yazar.
Suriye’de Esad ailesinin giriştiği diğer bir katliam ise 17 Şubat 2011’de polisin Şamlı bir esnafa şiddet uygulaması üzerine başlayan gösterilerdir. Olaydan sonra 1.500 kişilik esnaf grubunun, “Suriye halkı aşağılanamaz” sloganı ile başlattığı gösteriler, aylarca sivil ve silahsız bir şekilde devam eder. Rejim sivil ve silahsız gösterilere şiddetle müdahale eder ve iki aylık süre içinde 800 sivil katledilir. Süreç içinde gösteriler, “Allah, Suriye, özgürlük” sloganı çerçevesinde temellenir ve tüm ülkeye yayılır. Olanın adı, 52 yıldır ülkeyi tek başına kontrol eden bir aileye karşı halkın isyanıdır. Uzun süre devam eden ve rejimin kontrol altına alamadığı gösteriler rejimi sarsmaya başlar. İşte tam bu anda iki yabancı devlet ve kimi terör örgütleri devreye girer.
İran ve Rusya Suriye’de
Gösterileri kontrol edemeyen rejimin imdadına İran yetişir. İran, 14 Şubat 2013 günü Suriye’de olduğunu resmen ilan eder. Esad’ı kaybetmek istemeyen İran, rejimi her alanda desteklemeye başlar. Buna rağmen rejim karşıtları ülkenin geniş bir kesimini kontrol etmeye başlamıştır. Rejimle birlikte İran da kayıplar verir. Çünkü İran Devrim Muhafızları ve Lübnan Hizbullah’ı fiili olarak savaşa girmiştir. İran’ın fiili varlığına rağmen bir sonuç alınamayınca farklı bir yöntem devreye konulur ve Rusya’nın bölgeye gelmesi için İran baskı uygulamaya başlar. Kasım Süleymani’nin Putin’i ikna etmek için kaç kez Moskova’ya gittiği bilinmiyor. Ancak görüşmelerin Kremlin tarafından, “planlı olmayan görüşmeler” şeklinde açıklanması, bahsettiğimiz amacın teyit edilmesidir. Çünkü “planlı olmayan görüşmeler”, ani gelişen koşulların ortaya çıkardığı görüşmelerdir. Sonuç itibarıyla Putin ikna edilir ve 2014 sonunda, Rusya da rejimin yanında savaşa girer: Esad rejimi, İran, Rusya ve Lübnan Hizbullah’ı. Tabii buna, olan bitene göz yuman, görmezden gelen ABD ve AB ülkelerini de eklemek şart.
Uzun süre ‘gösterileri’ ve ortaya çıkan ‘direnişi’ bastıramayan rejim, İran ve Rusya’nın da yönlendirmesiyle, üç ayrı projeyi hayata geçirir. (1) Esad’ın iktidarda kalmasına ve güvenliğinin sağlanmasına açık destek veren ülkelerin Suriye’de ‘askeri üs’ kurmalarına izin verilmesi. (2) Suriye halkının özgürlük ve değişim talebinin, terör örgütlerinin bölgeye çekilmesi üzerinden terörize edilmesi ve boğulması. Bunun için ilgili ülkeler, “Suriye’de teröre karşı savaşıyoruz” tezini ortaya atacak, bu tezin karşılık bulması ve rejim karşıtı muhalefet blokunun terör örgütleriyle aynılaştırılması için hem kendi ‘teröristlerini’ Suriye’ye taşıyacaklar hem de bölge içinde terör örgütleri üreteceklerdir. (3) Suriye nüfusunun demografik yapısının değiştirilmesi. Bu projenin gerçekleşmesi için ise katliam yapılacak, insanlar yerlerinden edilecek, şiddet uygulanarak, göçe zorlanarak mülteci veya sığınmacı konumuna düşürülecektir.
Değişim Talebini Terörize Etmek
Suriyelilerin “özgürlük ve değişim” olarak somutlaşan taleplerini örtmek için bölgesel ve küresel müdahaleler üzerinden, ‘tam ölçekli bir savaş’ üretildi. Suriye’ye giren ABD, Rusya, İran, Fransa gibi ülkelerin tümü, Suriye’de terörle mücadele ettiklerini söyledi ve maalesef her biri savaşmak için en az bir ‘terörist’ grubu üretti. Rusya ve Çin gibi ülkeler ise kendi coğrafyalarında ‘terörist’ olarak tanımladıkları grupları Suriye’ye yönlendirdi. Savaşın değişik dönemlerinde sıklıkla gündeme gelen DAİŞ, sadece tüm terörist grupların anası değil, aynı zamanda Suriye’de varlığını sürdürmek isteyen yabancı güçlerin kullandığı bir aparattı. Hiç kimse, binlerce yabancının neden, niçin ve nasıl terör örgütlerine katılmak için harekete geçtiğini konuşmadı.
Konuyu netleştirmek için daha somut bir örnek üzerinden konuşmakta yarar var. Rusya, İran, ABD, AB ve diğer ülkelerin en büyük suçu, Suriye’de rejime karşı oluşan muhalefetin etkinliğini kırmak için “terörist transferi” projesi olarak adlandırılabilecek bir çalışmaya imza atmış olmalarıydı. King’s College Uluslararası Radikalizm Çalışmaları Merkezi’nin (ICSR) Temmuz 2018 tarihli raporunda, 80 ayrı ülkeden 41.490 kişinin DAİŞ’e katıldığı belirtiliyor. Doğu Avrupa ülkelerinden katılan 7.252 kişinin 6.000’inin Rusya Federasyonu vatandaşı olduğu; Orta Asya kökenlilerin 5.965, Batı Avrupa ülkelerinden gelenlerin 5.904, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan gelenlerin ise 18.852 kişi olduğu belirtiliyor. Detaylar raporda var.
Eski SSCB ülkelerinden bölgeye gelen kişilerin sayısı 13.217. Bu insanların Suriye’ye transferinde ve DAİŞ içinde kümelenmelerinde, ilgili ülkelerin istihbaratının haberdar olmadığını düşünmek mümkün mü? Yıllardır, bu ve benzeri sorular hiç gündeme gelmedi. Bu olasılık hiç yokmuş gibi davranıldı. Bir ülkenin devlet başkanı, başka bir ülkenin milis unsurlarının lideriyle görüşüyor, görüşme “planlı olmayan görüşme” olarak açıklanıyor ve hiç kimse bunun peşine takılmıyor. Hatta, Suriye’ye geçiş için Irak, İran, Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün, Lübnan gibi farklı yollar olmakla birlikte, sadece Türkiye suçlanıyor. Halbuki bu konu tartışılsa, bahsettiğimiz ‘yönlendirme’, ’organize katılım’ konusunda dahli/etkisi olanlar deşifre edilse birçok konu netleşir. DAİŞ’in Türkiye içine yönelik terör saldırılarının arkasındaki aklın kim olduğu da ortaya çıkar.
Mezhepçi ‘Temizlik’
Suriye rejiminin uyguladığı mezhepsel ve etnik temizlik projesini anlamak için Suriye nüfusu, etnik dağılım ve dini gruplara ilişkin verileri hatırlamakta yarar var. Suriye’de etnik yapı ve dini grupların/inançların dağılımı şöyle: 2011 yılında Suriye’nin nüfusu 22 milyondu. Suriye etnik yapısı ise yüzde 77-83 Arap, yüzde 7-8 Kürt, yüzde 5-6 Türk, yüzde 2 Ermeni, yüzde 1 Çerkez, yüzde 1 diğerlerinden oluşuyordu. Ayrıca bölgede Filistinli ve Iraklı mülteciler de bulunmaktaydı. Suriye’de yaşayan insanların inanç dağılımı ise şöyle: Yüzde 74 Sünni, yüzde 12 Nusayri, yüzde 10 Hıristiyan, yüzde 3 Dürzi, az sayıda diğer Şii gruplar (İsmaili, Caferi), çok az sayıda da Yahudi ve Yezidi.
Aslında mevcut durum, “katil bir ailenin geleneği sürdürmesi” ifadesiyle özetlenebilir. Hama katliamı ve mevcut durum bu geleneğin tezahürü. Ancak bugün yaşanılan durum, tam anlamıyla mezhep temelli bir ‘temizlik’. Çünkü; 17 Şubat 2011 tarihinden bu yana rejim tarafından 600 bini aşan insan katledildi. Bu süreçte; 1,5 milyon kişi kalıcı engellerle yaşamaya mahkûm oldu, 6,2 milyon kişi ülke içinde yerlerinden edildi, 5,6 milyon kişi ise ülke dışına çıkmak zorunda bırakıldı. Sadece İdlib’de şu an 3 milyondan fazla Suriyeli (mevcut Suriye nüfusunun yüzde 20’si) rejimin kuşatması altında yaşam mücadelesi veriyor. İşte bu Rusya ve İran’ın desteği ve Batı’nın göz yummasıyla gerçekleştirilmiş mezhep temelli bir ‘temizliktir’.
Suriye Halkını Yok Saymak
Her şeyi terör denklemine indirenlerin kafasındaki çözüm, “Suriyeliler olmadan bir Suriye inşa etmek”. Nitekim; konuyla ilgili toplantı, görüşme ve anlaşma çabalarının tümü Suriyelilerden yoksun bir zeminde ilerliyor. Çünkü hem vatanlarını hem de kimliklerini kaybetmeleri için özel bir politika uygulanan toplum Suriye halkı. Halbuki; Baas rejiminin ve Esad’ın, Suriye’deki küçük bir azınlığın dışında, Suriyelilerin ezici çoğunluğu tarafından reddedildiği biliniyor. Bunun için krizin başından bu yana, rejimin Suriye demografisini mezhep temelli temizliği yoluyla yok etmesi için Esad’a bir taraftan akıl verildi, diğer taraftan da silahlı unsurlar taşınarak üretilen terör grupları ile bunun yolu açıldı.
Suriye sorunu, bir ‘terörizm’ meselesi değildir. Suriyelilere zulmeden, katleden, göçe zorlayan rejim ve destekçilerinin uyguladığı kirli işbirliğinin ortaya çıkardığı bir soykırım meselesidir. Uygulanan katliamcı politikaları, mezhepçi ve etnik temizliği ve Suriyelileri terörist gösteren tüm kirli politikaları gündeme almadan ve bu politikaların sonuçlarını ortadan kaldırmadan siyasi çözüme ulaşmak mümkün değil. Suriye nüfusunun yarısından fazlasının ülke içinde yerlerinden edilmesinin ve farklı ülkelere göçe zorlanmasının amacı Esad’ı iktidarda tutmak.
Türkiye’nin temel tezi; (1) Yerinden edilen, göçe zorlanan insanların güvenli bir şekilde ülkelerine dönmesi ve bunun koşullarının oluşturulması. (2) Yurtlarından edilen milyonlarca Suriyelinin mülklerine el koyan rejimin bundan vazgeçmesi ve kişilerin mülkiyet hakkına saygı duyması. (3) Üniter yapının korunması. (4) BM nezdinde sürdürülen anayasal çözümün desteklenmesi. Bunlar yerinde talepler değil mi ve bunlara itirazı olan var mı? Hangi ülke kendi pozisyonunu bu denli açık açık ortaya koyuyor? Türkiye’nin, siyasi çözüm sürecinde bu gerçekleri dile getirmesi ve “Suriyeliler olmadan çözüm olmaz” ilkesine sahip çıkması önemli.
Sonuç olarak; Esad ailesini, azınlığın mezhepçi faşizmini, nasyonal sosyalist Baas partisi diktatörlüğünü, rejimin terör örgütlerine alan açan ve destekleyen tutumunu, giriştiği katliamları özenle gizleyip, Esad’ın yerinden-yurdundan ettiği milyonların zorunlu göçünü adeta bir istila ve nüfus transferi olarak sunmaları, Baasçılığın farklı bir versiyonu gibi. Kimyasal silah kullanılmasına, on binlerce insanın zindanlarda işkenceden geçirilmesine, yüzbinlerce insanın öldürülmesine, milyonlarca insanın tehcir edilmesine, İran ve Rusya’nın verdiği fiili desteğe hiç değinmeyenlerin, olan bitenin hepsini Türkiye ve iktidarı yapmış gibi sunması suç ortaklığıdır. Hatta bazılarının eline fırsat geçse, Esad’ın yaptığının aynısını bu milletin evlatlarına yapacak kadar da vahşiler. Bu meselenin, sıklıkla ülke içine yönelik operasyon aracı olarak kullanılma olasılığını dikkate almakta yarar var. Dolayısıyla, konunun yeni bir milli güvenlik sorununa dönüşmemesi için gerekli tedbirlerin alınması da önemli.