Suriyeli Yüzücüler ve Kelebek Etkisi
Yüzücüler filmi, bir Avrupa ülkesine sığınan mültecilerin aslında geçmişte de bir yaşantıları olduğunu, önceki hayatlarında değer buldukları becerilerini ortaya koymak için alan açıldığında neleri başarabileceklerini gösteriyor bize… Ve “affedersiniz mülteci” veya “mülteci, ama…” tanımlamalarının ne kadar yaralayıcı olduğunu anlıyoruz bir kez daha…
“Her şeyin değişebileceğini sananlardanız, bekleyenlerden, umanlardan.
Yeni bir adadan ya da gelmesi çok olağan olan vapurlardan bile
bir şeyi, bir değişimi beklemek…”
Sevgi Soysal – Yürümek
Gerçek hayattan uyarlanan bazı kitaplar ve filmler vardır ki bittikten sonra sizi uzunca bir süre tüm şefkatiyle sarıp sarmalar; zihninizin arka odalarına yerleşir ve ondan sonraki tüm yaşanmışlıklara kendilerinden bir iz, bir anı, bir dokunuş bırakırlar. Bu anlatılar sayesinde o zamana kadar “öteki” olarak gördüğünüz, mücadeleleri hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadığınız kişilerin yaşamlarına küçük de olsa bir kapı açılır ve adeta Alis Harikalar Diyarında’ymışçasına bir tavşan deliğinden o hayatlara süzülürsünüz.
Birçoğumuz için Anna Frank’ın Hatıra Defteri kitabı veya Hayat Güzeldir filmi benzer duygular uyandırmıştır. Bu açıdan benim “kişisel bellek koleksiyonuma” son olarak 2022 yılı yapımı Yüzücüler (The Swimmers) eklendi. Ve hiç de Ahmet Hakan’ın dediği gibi “ekrana terlik fırlatılacak kadar asap bozucu bir film” olduğunu düşünmüyorum.
Film, mekânsal olarak, profesyonel yüzücü iki Suriyeli kız kardeşin -Yusra ve ablası Sarah Mardini- Suriye’de karışıklıklar başlar başlamaz kuzenleriyle birlikte Türkiye üzerinden zorlu bir yolculukla Yunanistan’a, oradan da Almanya’ya ulaşmaları çerçevesinde ilerliyor.
İki kız kardeş de profesyonel antrenör olan babalarının yönlendirmesiyle yüzmeye çok erken yaşta -üç yaşında- başlamışlar. Yusra ise dokuz yaşından beri olimpiyatlara katılma hayaliyle yanıp tutuşuyor. Bu hayal gerçekleşip, filmin gerçekleri temel alan kurgusuyla Mülteciler Olimpiyat Takımı’nda Rio ve Tokyo Olimpiyatları’na dek uzanıyor.
Her Göç Bir Veda
Film aslında dünya çapında milyonlarca mültecinin de öyküsünün bir parçasını içinde barındırıyor. Çünkü her mültecilik, her kaçış, her savaş kişinin kendi geçmişine bir vedadır. Günün birinde geri dönmek ümidiyle, ıslak gözlerle el sallar kişi geçmişine, memleketine, sıcak yastığına, bahçedeki sakız sardunyalarına…
Midilli Adası’na, kendileri gibi 18 kişiyle birlikte, motoru bozuk küçük bir botla geçerken dalgalar karşısında motor durup bot su almaya başlayınca buldukları çözümle yol arkadaşlarının hayatlarını kurtaran, onları güvenli kıyılara ulaştıran bu iki kız kardeşin Almanya’da süregiden öyküsü bu…
Ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgide herkes kendi canını kurtarma derdindeyken, botta profesyonel yüzücü olmayan diğer kader arkadaşlarını -ve aralarında bir çocuk ile bebeği- kurtaracak derecede kenetlenen yüreklerin öyküsü…
En güçlü becerilerini kullanarak yaşadıkları toplumda kendilerini ve zorluklara karşı yılmazlıklarını kanıtlamalarının ve sabretmenin öyküsü…
Yeniden denemenin, bot su alırken tüm ağırlıklardan kurtulmak gerektiğinde ona Avrupa’da yeni bir hayatın kapısını aralayacak olsa da Suriye’de geçmişte aldığı madalyaları bile atacak kadar sıfırdan başlama gücünün, umutların tükendiği noktada yeniden yeşertilmesinin öyküsü…
Mekânsal değişimin ardından kişinin yaşadığı anlam boşluğunun üstesinden yine kendi öz-farkındalığıyla, hayata tutunma stratejileriyle gelmesinin, mekânla kurulan yeni bağın özel hayat üzerinden neden hukuksal değere sahip olması gerektiğinin en güçlü örneklerinden biri…
Ne de olsa, Yusra’nın daha sonraki bir söyleşisindeki ifadesi gibi, ona kendisini “tekrar evindeymiş gibi hissettiren tek şey yüzmekti.” İlk başlarda “mülteci” etiketinden hoşlanmayan ve mülteci olduğunu inkâr eden, bunun bir tercih olmadığını, savaş ve şiddetten dolayı ülkesini terk ettiğini söyleyen Yusra, artık bu etiketin de önemli olmadığını söylüyor ve “ben kimsem oyum” diyor.
Biri İyi Niyet Elçisi, Diğeri Aktivist
İlk olarak 2016 Rio Olimpiyatları’nda temsil edilen mülteci takımında yarışan, profesyonel yüzücülüğe devam eden Yusra aynı zamanda 2017 yılından beri Birlemiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin İyi Niyet Elçisi. Birçok mülteci kampını ziyaret ediyor; oradaki hayatlara dokunuyor; kendi geçmişini aktarıyor.
Ablası Sarah Mardini ise, Midilli’de ERCI isimli bir STK’da gönüllü çalışırken “casusluk” ve “insan kaçakçılığı” suçlamalarına konu olmuş ve 2018 yılında da Yunan mercileri tarafından üç aylığına tutuklanmıştı. Hakkında Kasım 2021’de bir dava açılmıştı. Kendisi, Almanya’da üniversite eğitimine devam ediyor, ancak devam eden bu dava süreci onu hayli yıprattı. Yunanistan’a girişi de yasaklandı.
Zira Yunanistan’ın amacı, ülkeyi mülteciler için daha az çekici hale getirmek iken, bu süreçte de mültecileri Türkiye’ye geri gönderiyor ve bir yandan da mülteci kurtarma operasyonlarına Yunan yetkililerin bilgisi dahilinde katılan hak savunucularını kriminalize ediyor.
İşte Yüzücüler filmi tam da bu göç süreçlerinin insani yönünü göstermesi, göç kararları, göç süreci ve göçün sonuçları açısından gerçek hayattan ekrana yansıyan bir anlatı aslında…
Sıcak yuvalarından uzakta yaşamak zorunda bırakılanların, bir şekilde kendini kanıtlamaya çalışanların, tüm ötekileştirmelere, tacize, yüksek ücretli aracılara, dikenli tellere ve hapishaneden bozma kamplarda yaşam zorunluluğuna karşın, umutlarını ve hayallerini diri tuttuklarını göstermek isteyenlerin, en zorlu anlarda bile espri yapıp hayali bir iç müzikle çılgınlar gibi dans edebilenlerin sesi oldu.
Arapça Ağıtlar
Bu sese, zaman zaman Arapça ağıtlar da eşlik etti. Çünkü acıların arasına mutlaka umutlar da serpiştirilir. O umutların kanatlarına takılanlar ise, ellerinden geldikçe hayata tutunurlar. Tıpkı Ege Denizi’ni aşarken giydikleri o açık turuncu can yelekleri gibi…
Bu ağıtların arasında, iç savaş sırasında Halep’ten gelip Berlin’e yerleşen ve Arapça sözlerle elektronik müziği birleştiren Yousef Kekhia’nın Faragh isimli şarkısı da var mesela… “Kimin sessiz kaldığını anlayacak kadar yıkım gördüm” diyor şarkıda ve devam ediyor: “Özgürlüğün sanal bir şey olduğunu söylediler bana. Ama ben buradayım işte, özgürüm ancak sessizlik içerisindeyim. Beni ülkeme geri götür ve yeniden inşa edileceğini söyleme bana. Hayır, hayır, hayır…”
Ardından Tunuslu müzisyen Emel Mathlouthi’den Holm uğruyor kulaklarınıza: “Gözlerimi kapattığımda ve rüyalar beni elimden kavradığında, yeni bir gökyüzüne yükselip uçacağım ve kederlerimi unutacağım. Sevgi ve umutlarımın büyüyeceği saraylar ve geceler inşa edeceğim.”
Film bir açıdan mülteci dramını gözler önüne sererken mültecileri ne yüceltiyor ne de yerin dibine indiriyor. Mültecilerin de, göç rotalarındaki ülkelerin vatandaşlarının da aralarında iyilerin ve kötülerin, ırkçıların ve iyi kalplilerin olduğunu göstermesi açısından oldukça gerçekçi.
Bir yandan da bu ve benzeri anlatılar üzerinden göç eden kişilerin mücadelelerinin eylemlerine nasıl yansıdığını, dayanıklılık testlerini nasıl verdiklerini veya veremediklerini, bu süreçte kendilerine şans verildiğinde yeni mekânlara nasıl zenginlik kattıklarını veya kendilerine bir yer edinmeye çabaladıklarını görmemizi sağlıyor.
“Beni ne kadar kriminalize etseler de o kıyılara gidip yeniden mültecileri kurtaracağım” diyen yüce yürekli Sarah Mardini’nin bir TEDx konuşmasında söylediği gibi, “Mülteciler benim için gelmiyorlar. Onlar güvenlik istiyorlar. Sizin işinizi gücünüzü almaya gelmiyorlar. Gece yatağa yattıklarında pencerenin dışındaki savaşın sesini duymak istemiyorlar”.
Mülteciliği Betimleyen Bir Film
Mardini kardeşler de yoğun ikna çabaları sonucunda bu filmin çekilmesine izin verdiklerinde esas olarak şu duyguyu aktarmak istemişler: Mülteci kimliği tek boyutlu değildir. İnsanlar, ev sahibi ulusun kaynaklarını sömürmek için ülkelerinden kaçmazlar. Havuzda antrenman yaparken havuzun orta yerine roket düştüğünde yaşadıkları korku ve dehşeti veya sürekli bir arkadaşının ölüm haberini aldığında yinelenen travmayı, mülteci olmayan birine anlatmak çok zordur.
Mardini kardeşler şunu da göstermek isterler: Yeni bir ülkeye sığındıkları gibi kendilerini bir lüks içinde de bulmazlar. Bildikleri, sahip oldukları her şeyi geride bırakıp sıfırdan başlamaları gerekir. Hayat onlara gül bahçesi vadetmez. O bahçedeki tüm çiçekleri kendilerinin ekmesi gerekir.
O yüzden karşılaştığınız “yabancılara” hep iyi davranın, çünkü onların kendi içlerinde nasıl bir mücadele verdiklerini Netflix ekranlarından görene kadar tam olarak bilemezsiniz.
Göç yolunun mu yoksa göçmen kuş gibi sığınılan ülkede kendine bir alan açmanın mı daha zor olduğunu, onların yaşamlarının ucuna dokunmadan anlayamazsınız.
“Kendi hikâyemi tüm toplantılarda bir milyon kez anlatacağım. Ta ki bir değişim görene kadar” diyor Yusra. Bu şekliyle de hikâyelerini duymadığımız daha nice mücadele öyküsünün de sesi, nefesi, gücü oluyor. Bir Avrupa ülkesine sığınan mültecilerin aslında geçmişte de bir yaşantıları olduğunu, önceki hayatlarında değer buldukları becerilerini ortaya koymak için alan açıldığında neleri başarabileceklerini gösteriyor bu film bize… Ve “affedersiniz mülteci” veya “mülteci, ama…” tanımlamalarının ne kadar yaralayıcı olduğunu anlıyoruz bir kez daha…
Kelebek Etkisi
Tıpkı Yusra’nın en güçlü olduğu yüzme stili olan “kelebek”te olduğu gibi bir “kelebek etkisi” doğuyor.
Mültecilik sisteminin başlangıç ortamındaki algılarda ve konuya yaklaşımlarda küçük de olsa değişiklikler yapıldıkça çok daha büyük ve olumlu sonuçların doğması bekleniyor.
Çok sık verilen örnek gibi: Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de bir fırtınanın kopmasına neden olabilir. Bir Netflix filmi de kim bilir Türkiye dahil mültecilere kucak açmış ülkelerde, toplumlardaki algılar üzerinden küçük de olsa değişimler ve empati sahaları doğurabilir. Sevgi Soysal’ın söylediği gibi; “Bir değişimi bekliyoruz”.