Takvimler Tarih Bilincinin Anıtlarıdır

Bugün toplum olarak yeni bir başlangıcın arifesindeyiz. Siyasal yurttaşlık temelinde bütün bir ulus ve ulusal ölçekte demokratik değerleri, onların korunmasını mı; yoksa yerel ölçekteki değerler ve kimlik kafesleriyle onların birbirleriyle rekabetini mi konuşacağız? Sorulması gereken asıl soru budur.
pir sultan abdal

“Arpa ekmeği nasip ettiğine

Bağışla bir de Haydar’ın kuvvetini”

Muhammed İkbal

 

Geçenlerde bir dost meclisinde otururken karşılaştığım bir konuşma beni bir anda çok eski bir dünyaya götürdü. Orası, bir zamanlar benim de içinde bulunduğum güvenli, steril dünya idi. Kendi habitusunda, belki küçük bir cemaat için yeterli ama geniş çevreye açıldıkça bizatihi sorunun kendisi olmaya başlayan muhayyel bir dünya.

 

Demek ki takvimlerin de bir bilinci, kendine göre habitusu varmış sesi yankılandı birden bire kulaklarımda. Gerçekten de öyleydi. Takvimlerin de bir tarih bilinci vardı ve o bilinç kendi içinde susmuş olanların yankısını barındırıyordu. Bu hep böyleydi. Böyleydi ama bu da kültürel olan her şey gibi inşa edilmiş bir dünya idi.

 

O gün orada bu muhayyel dünyanın kökleri çok derinlerde olan bir başka sürümü ile karşı karşıya gelmiştik. Öteden beri tüm benliğimize sirayet etmiş eski bir alışkanlık ve bunun kurucu kodlarıydı karşımıza çıkan. Çoğu bağlamından koparılmış bu içeriklerin bazıları artık aruzun ölü kalıpları gibi birer şekil şartına çevrilmiş olsa da üzerimize boca edilen tam olarak buydu.

 

Neydi yaşadığımız? Yaşadığımız, dinin belli bir yorumundan şu veya bu şekildeki herhangi bir sapmaya gösterilen katı bir reaksiyondu. Bunu hissederken sadece “dışlanan bir grubu” değil, kendimi de dışlanan o grubun bir üyesi gibi hissettiğimi fark ettim. Çünkü ben biliyordum ki varlık denilen bu sahada hiçbir şey “saf” değildi.

 

Aramızdaki temel fark da buydu işte. Muhatabımız “saf” bir hakikate mensup olduğunu düşünüyor ve onun dışındaki her şeyi, hakikate sürülen bir leke, bir tecavüz gibi görüyordu. Muhtemelen bizler de onun için, içinden geldiği geleneğe gereken özeni göstermeyen laubali Müslümanlardık.

 

Hakikat Denilen Şey Ne Kadar Hakikattir?

 

Bizim en muteber Kelam kitaplarımızdan Kesteli diye de bilinen Şerh-el Akâidhakikat-el eşyâi sâbitetün” diye başlar. Bu şu demektir: “Şeylerin aslı sabittir”. Gerçekten de şeylerin aslı sabit midir, yoksa sürgit değişen dinamik süreçlerden mi bahsedilebilir?

 

Öyle görünüyor ki bugün biz Ömer Nesefî’nin bahsettiği yerin çok uzağında bulunuyoruz. Sadeddin Taftazanî’nin şerhiyle çok daha zenginleşen ve Osmanlı Medreselerinin klasik eserlerinden biri haline gelen bu eserdeki söz konusu sabite, artık kurucu bir önerme olmaktan çıkarak doğrulanması mümkün olmayan bir kibar-ı kelam haline gelmiş bulunuyor. 

 

Bütün sıfatlar gibi kendisi de bir sıfat olan hakikat, mutlak olarak sadece Tanrı’ya izafe edilebilir. O’nun dışında diğer her sıfat gibi bu da ancak göreli bir şey olabilir. Hele hele bunun dil gibi fenomenal bir şeye aktarılması kesin biçimde izafi bir değeri geçemez. Hal böyle olunca biz fanilerin şu veya bu konuda “kesin hükümler” vermesi asla söz konusu olamaz.

 

Pekâlâ, şeyler hakkında durum buysa, “murad-ı ilahi” hakkında, Tanrı’nın muradı kesin olarak budur diyebilecek bir merci bulunabilir mi? Şeylerle ilgili alanın kendisi bile deney sahasının sınırlarını aşan bir saha olarak karşımızda kale gibi dikilirken, deney sahasının dışındaki bir alana ait istinbatta bulunmak ne derece sağlıklı olabilir?

 

Hele hele daha da ileri giderek Orta Çağ Avrupa’sında görüldüğü gibi, bu konudaki yorum hakkını Kilise gibi bir kurum veya ekole havale etmek mümkün olabilir mi? Olursa, bunun Mutlak Tanrı inancı ve Tevhid diniyle uyumlaştırılması nasıl mümkün olabilir?

 

Ben Aleviyim  

 

Giriş kısmında belirttiğim şeye benzer bir olay güncel siyasette yaşandı. CHP lideri ve muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, yayımladığı kısa bir videoda “Ben Aleviyim” deyiverdi. Bu çıkışa hiç kimse bu da nereden çıktı deme gereği duymadı.

 

Yapılan açıklama bir çığlık gibi yankılandı da ondan böyle oldu. Kültürel bir kimliği bir ur, bir yük gibi sırtında onurla taşıyanların çığlığı gibi algılandı mesele. Arkasından gelen cümle daha da anlamlıydı: “Harama el uzatmam”.

 

Burada herhangi bir grup ya da kliği olumlama ya da olumsuzlama gibi bir niyetim yok. Olamaz da. Durduğum yer böyle bir tercih yapmama engel de ondan böyle bu. Çünkü bu yetinin tam olarak bize verilmediğini düşünüyorum.

 

Nietzsche bir yerde Goethe’den bahsederken “Onun istediği” der, “bütünsellikti”. Nedir bütünsellikle kastettiği? Onun başarısı tensellikten tutun, aklın, duygunun, istencin birbirinden apayrı olan birbirine zıt doğalarından hiçbirini yadsımadan hepsine saygıyla yaklaşmasını bilmesiydi.

 

Bu, her şeyi kendi yararı için yerli yerinde kullanmasını bilmek olduğu için hiçbir şeyi yadsımamaktı. Hayatın kendisi de böyle değil miydi zaten? Tıpkı doğadaki endemik çeşitlilikler gibi her kültürel habitusun kendine özgü zenginliği yok muydu? Olağan şey de bu değil miydi? Hayatı tekdüze bir renge boyamak bütün erguvanları yok etmek değil de neydi? Siyah-beyaz gören canlılar gibi hayatı tek bir renge irca etmek, insanın en temel yanlarından birini, tercih hakkını sıfırlamak değil de nedir?

 

Demokrasinin zarafeti de buradaydı. Kültürel habitusun bütün renklerine sahip çıkmak. Hani günümüzün sığ insanlarının kenarından bile geçemeyeceği Dostoyevski, sürgüne gönderildiği dönemde artık topluma karışmaları neredeyse imkânsız gibi görülen Sibirya mahkûmları arasında kendi beklediğinden de farklı insanlarla karşılaşmıştı ya. Bizimkisi de tıpkı böyleydi.

 

Biz de asıl günahkârların kendimiz olduğunu çok sonra fark edebilmiştik! Kültürel bir fanus içinde her türden hayrı kendinde, her türden şerri de başkalarında gören büyük bir günahın yükünü taşıyor, bunun konforunu yaşıyorduk. Günahımız buydu; bizi her türden muhasebenin dışında tutan bu kendini beğenmişlikle sütrelenmişti bu günah.

 

Oysa Dostoyevski, bunlar “Rus toprağında yetişen en iyi, en sert ve en değerli ağaçlardan yontulmuşlardı” derken kendine karşı bir tür itirafta bulunmuş ve farkında olmadan bizim gibi tüm günahkârlara tercüman olmuştu. Hepsi de kirli, değersiz, dışlanmış sürgünlerdi. Hepsi de kendilerinden sakınılması gereken katiller sürüsüydü ha! Öyle mi görünmüştü gerçekten de, ah sefil bencillik!

 

Kimliklerin rahat konforundan beslenen mirasyediler de öyle değil miydi? Onlar da miri malından beslenen, onun rantını hayâsızca kullanan tipler değiller miydi? Bütün bunları söylerken atalar mirası ve orada biriken kültürel kodları inkâr ediyor değilim. Değilim ama bunların gelişigüzel ve kişi sorumluluklarını yadsır şekilde kullanılmasını da kabul edemiyorum.

 

Yeni Bir Aydınlığın Şafağında Uyanmak

 

Bugün işte toplum olarak yeni bir başlangıcın arifesindeyiz. Siyasal yurttaşlık temelinde bütün bir ulus ve ulusal ölçekte demokratik değerleri, onların korunmasını mı; yoksa yerel ölçekteki değerler ve kimlik kafesleriyle onların birbirleriyle rekabetini mi konuşacağız? 

 

Sorulması gereken asıl soru budur. 

 

Uzun süredir birincisini konuştuk ve hiçbir yere varamadık. Bu sefer de ideolojik sürtüşmeler ve kimlik tartışmaları yerine demokratik değerler ve ulusal birlik etrafında buluşmayı önerelim. 

 

Bırakalım bütün renkler eşit biçimde yaşama imkânı bulsun. Her ses kendini rahatça ifade edebilsin. Ulus demek yerel değerlerden ulusal değerlere kanatlanmak, toprak yanımızdan sıyrılıp kültürel olana ulaşmak değil midir? Eğer buysa ki bizim kanaatimize göre budur, o zaman toprak yanımızla oyalanmak niye! Kompartımanlara ayrılmamış hayatın kendisi neyimize yetmiyor!

 

Evet, kulak verdiğimiz sesler içinde artık susmuş olanların da yankısı olabilir, bu doğru. Bu doğru ama yeni sesler de yükseliyor ve önceden alışık olmadığımız bu yeni sesler hiç de fena değil. Hepsi Tanrı vergisi ve hepsi de birbirinden güzel. Hayatı ne diye belli kalıplara sıkıştıralım ki!

 

Hem bu tarz davranış sadece başkalarına karşı değil, kendi doğamıza, kendi yaratılışımıza karşı da bir başkaldırı, isyan değil midir? Kim diyebilir ki Tanrı vergisi bu kadar formlardan bazısı zehirli otlar familyasındandır? Kim diyebilir ki Şiraz’ın bahçeleri Torosların nevruzundan daha has, daha özgedir?

 

Bizim kanımızda bozkırın Türküsü de var, Fırat’ın suyu da. Bizim kumaşımızda Lena’nın sesi de var Tuna’nın mavisi de. Çini de bizim kilim de. Bunların hepsi bu kültürün meyveleri. Asım’ın kıraatı da bizim Itrî’nin sesi de. 

 

Ne demişti Pir Sultan:

 

Yemen’den öte bir yerde

Düldül hâlâ savaştadır

 

Düldül hâlâ savaşta, Hüma Kuşu yükseklerdedir. Bugün de aynı yerdeyiz. Bu toprağın mayası neyse istikameti de odur. Bu toprağın mayasında Büyük Bozkır’ın izleri de vardır, Hicaz’ın kokusu da. Esen yelde Köroğlu’nun sazına Hacı Bektaş’ın nefesi eşlik eder. Mayamızın bir yanı Yunus, diğer yarısı Pir Sultan Abdal’dır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.