Tarikat ve Cemaatlerin İslami Meşruiyet Sorunu
Cemaatlerin Türkiye Cumhuriyeti’nde oluşmasının politik-teolojik nedenlerini anlamak mümkün. Bu gerçek, buralarda süren dinsel yaşamın, İslami sahihliğini onaylamak anlamına gelemez.
“Her sosyolojik-psikolojik (geleneksel) mevcut olan, ahlaki-dini ‘olması gereken’ demek değildir.”
Bütüncül Bir Yapı Olarak İslam
İslam, 610-632 tarihleri arasında Arap yarımadasında mevcut olan sosyolojik ve sosyal psikolojik olarak yerleşik dini, iktisadi, hukuki, politik örfler/gelenekler, toplumsal yapılar, kurumlar toplamına itiraz eden, başkaldıran, onların büyük bir bölümünü kıyasıya eleştiren, yeni bir “Dünya görüşü”, din ve kültür olarak doğmuştur. Kendisi metafizik, ahlaki, toplumsal yeni ilkeler koyarak bu kriterlere göre oluşmuştur. Yani her mevcut olanı, “olması gereken” olarak görmemiştir. Mevcut olanların bir bölümünü ilga; bir bölümünü de ıslah etmiştir. Hatta önceki şeriatlardan miadını doldurmuş hükümlerin bir kısmını dahi “nesh” ederek onların yerine yenilerini getirmiş, onları tecdit etmiştir.
İslam toplumu, Allah, peygamber, âlimler ve yönetici (Emir Sahipleri) otoritesi altında “Cami Cemaati” olarak müminler ve anlaşmalı olan (ahit) gayrimüslimlerden oluşmuştur. Toplumun genel hedefleri Allah yolunda cehd/cihat, kendi aralarında adalet-merhamet, infak ve ıslah (emir bi’l-ma’ruf) çabasıdır. Hristiyanlık, tarihe gizli/yeraltı bir “cemaat” olarak çıkarken; İslamiyet, bir “Cemiyet/Toplum” olarak çıkmıştır. Kur’an’da maddi-manevi olan, dünyevi ve uhrevi olan, ruhsal ve bedeni olan, akli ve nakli olan… yazı-tura veya bir kâğıdın iki yüzü gibi bir “bütün”dür.
Tarikatlar
Erken dönemde oluşan Fıkıh ve Kelam disiplinlerinin, Kur’an’da ortaya konan düşünce-duygu ve davranış boyutları ile dinsel ilişkiyi/hayatı bütüncül olarak ortaya koyamaması; yönetimde Kur’an’ın tavsiye ettiği “şura” yerine, Saltanatın ortaya çıkması ve neredeyse 100 yılı alan kabileciliğe dayanan iç savaş, bir içerleme ve uçuklama olarak “Tasavvuf” kristalleşmesini doğurmuştur. 2’nci yüzyılın ortalarından itibaren oluşan “Tasavvuf” eğilimi, İslam’ın bireylere biçmiş olduğu genel sorumluluklardan ciddi oranda koparak “Zühd” kavramı altında, dünyadan ve toplumsal sorumluluklardan uzaklaşarak “Allah’ı tecrübe etmeyi”, O’nunla “hem-hal olmayı” (aşk-fena, ittisal, vusul, hulul, istiğrak, vahdet…) dini bir amaç, hedef ve gaye olarak vazederken; otorite olarak da Yahudi ve Hristiyanlıkta oluşan din adamlarına (Ahbar-Ruhban) benzer Veli, Şeyh, Gavs, Kutup, Mehdi… denen kişileri icat etmiştir. Bunların kontrolünde örgütlü hale gelmiştir (Tarikat). Böylece İslam’ın “Cemiyet/toplum” halinde Müslüman bireye koymuş olduğu hedefler ile Tarikatların Müritlerine göstermiş oldukları hedefler arasında bir ayrışma/kırılma meydana gelmiştir.
Kur’an’ın oluşturmak istediği ahlaki topluma koymuş olduğu ajanda özetle şöyledir: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin dostudurlar. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar. Namazı içtenlikle eda ederler, vergilerini (zekât) öderler; Allah’a ve resulüne itaat ederler; işte bunlara Allah merhamet edecektir…” (9/71). Tarikatlar, yeni bir teoloji ve sosyoloji olarak bu toplumsal hedeften belli oranda saparak gruplar halinde bireysel-mistik/ruhsal maceralara sapmışlardır. Tarikatlar ile oluşan teolojik, sosyolojik ve politik kırılma şöyle sıralanabilir:
1- İslam, müminler için Allah, Peygamber ve politik yöneticileri meşru otorite olarak belirlerken; Tarikatlar, kerameti kendinden menkul, kutsallaştırılmış kişileri otorite ve İslam’ın “temsilcisi” olarak belirlemektedirler.
2- Dini konularda İslam’a göre âlimlerin iknaya dayanan ve mutlak olmayan, tartışmaya, eleştiriye ve itiraza açık otoriteleri geçerli iken; Tarikatlarda kutsanmış kişilerin mutlak otoriteleri geçerlidir.
3- İslam toplumunda bireyler, hukuki kurallar çerçevesinde hür kişiler iken; Tarikatlarda müritler, kutsal kişinin emrinde, gassalın (ölü yıkayıcısı) elindeki ölü gibidirler.
4- İslam, bireyleri her türlü dünyevi, ahlaki, politik sorunlar karşısında sorumlu tutarken; müritlerin dini ajandası, bu hedeflerden soyutlanmış, salt Allah ve Ahirettir. Yani dinin davası, “Mülk” âleminden “Melekût” âlemine kaymıştır. Dikey ve yatay olan arasında kurulan denge bozularak dikey (vertical) yürüyüş (miraç) asıl haline gelmiştir.
5- İslam, bireyler için cihadı, infakı ve ıslahı hedef olarak koyarken; Tarikatlar zikri, tesbihi, çileyi ve riyazeti dini “amel/ajanda” olarak vazederler.
6- Tarikatlar, zamanla kendilerinde politik güç gördüklerinde politik otoriteye başkaldırmışlardır. İslam toplumları (Selçuklu-Osmanlı) tarihi bu tür isyanlar ile doludur.
7- Tarikat şeyhleri, politik yöneticileri kendilerine mürit yaptıklarında onlara istediklerini yaptırmışlardır.
8- Tarikatlar, mümin bireyin karakterini, şahsiyetini, İslam’ın genel kurallarına göre şekillendireceği yerde; Şeyhin, Velinin, Gavsın, Kutbun, Mehdinin kişisel karakterine/meşrebine/psikolojisine göre şekillendirir. (Rabıta).
9- İslam’da ameller, hem “niyetler” ve aynı zamanda “sonuçlarına” göre değer kazanırken; Tarikatlarda niyetin samimi olması yeterli kabul edilerek, bu samimiyetin cehaletle birleşmesinin doğurduğu korkunç sonuçlar ıskalanmıştır.
10- Müritler, kendilerini “Sahabe” gibi seçilmiş Allah’ın en gözde, -hatta günahsız- kulları olarak görerek “tevazu” kisvesinde korkunç bir “kibir” ortaya koyabildiler. Gavs ve Kutuplara atfedilen ilahi tasarruflar hatırlanabilir.
11- Bazı tarikatlar, değişik dönemlerde örgütlü yapılar olarak meczup, zayıf, tembel, miskin insanların sığınağı olarak üretimden ve el emeğinden koparak bedava/beleş yaşama merkezlerine dönüşmüştür: “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer.”
12- Teolojik bir yorum hatasının, toplumsal (sosyal-psikolojik) bir hastalığın sosyolojik formasyon olarak yaygınlaşması ve uzun sürmesi, onun bir tür dekadans (çürüme/çöküş) olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz. Bunu görecek eğitilmiş gözlere (âlimlere-düşünürlere) ihtiyaç vardır.
13- Örgütlenmemiş Tasavvufta ve İbn Arabi’nin ortaya koyduğu Vahdet-i Vücut (Teo-Ontoloji) teorisinden devşirilen muazzam ve de birçok yanı ile “İslamî/Kur’anî” olmayan Hümanizm (Gel, ne olursan ol, yine gel…) Rabia, Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş, Nesimi gibi figürleri ortaya çıkarmış ve Moğol İstilası sonrası Anadolu’nun birliğini sağlamıştır. Ancak aynı Teo-Ontolojiden devşirilen politik felsefe ve tarikat örgütlenmeleri, farklı totaliter yapılar da üretebilmiştir.
Özetle, tarihte oluşmuş bu teolojik ve sosyolojik yapılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar özellikle Türk Tasavvuf Sünniliğinin bir tezahürü olarak sosyolojik varlıklarını korumuşlardır. İmparatorluğun ekonomik ve politik olarak yıkılmasında bu yapıların rolünün ne olduğuna ilişkin kritik bakış açısı ile yapılan ciddi bilimsel çalışmalar oldukça azdır. Genellikle sosyoloji, kendiliğinden “olması gereken” olarak lanse edilmektedir. Cumhuriyet devrimlerini yapan politik önderlik, bu yapıları, çöküşten sorumlu tutmuş ve yasaklamıştır. Teolojik olarak ciddi bir eleştiri yapılmadığı için bir müddet sonra tekrar mantar biter gibi, bu sosyoloji, olduğu gibi geri gelmiş, tezahür etmiştir.
Cemaatler
Cemaatler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu kültür devriminin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Geleneksel “dini” kurumlar olan Hilafet, Şeriat ve Tarikatın ilga edilmesi, dindar vatandaşlarda bir içerleme ve uçuklama yaratmış; dini hamiyeti olan vatandaşlar Nurculuk, Süleymancılık, Işıkçılık vs. adları ile dernek, vakıf kurumları ile Kur’an kursları, yurtlar ve evlerde dini faaliyetler yürütmüşlerdir. Mevcut siyasal yönetimi gayri meşru gördükleri için ona paralel birer yapı oluşturmuşlardır. 1960’larda, çok partili hayata tekrar geçtikten sonra muhafazakâr yönetimler, bunlarla işbirliğine girmiş, onlardan politik destek almış ve faaliyetlerine göz yummuşlardır. Çünkü seküler yöneticilerden farklı olarak onlarla aynı kültürel kodlardan gelmiştirler.
Tarikat dinsel bilinci ve örgütlenme tarzı, Osmanlı Devleti’nin çökmesinin önemli nedenlerinden biri olduğu halde Cemaatler, yeni kurulan seküler/laik devlette (T.C) aynı bilinç ile dinsel “çözüm” olma iddiasındadırlar. “The Cemaat” ve “15 Temmuz” bunun iyi bir örneğidir. Diğerleri de benzer sevdanın peşindedirler. 1950 sonrasında muhafazakâr iktidarın dinsel yasakları gevşetmesi, seküler elitleri “Karşı Devrim” korkusu/kuruntusu/vehmi ile darbe yapmaya ve muhafazakâr önderleri idam etmeye sürüklemiştir. 1960 ihtilalinden sonra muhafazakârlar tekrar iktidara gelerek dinsel yasakları zamanla ortadan kaldırdığı halde; Cemaatlerdeki “Daru’l-Harp” anlayışı, varlığını koruyarak illegal tasarruflar/paralel yapılar ile faaliyetlerine devam etmektedirler. İllegal medreseler, Kur’an kursları, denetimsiz yurtlar ve evler, bunun tezahürleridir. Buralarda işlemekte olan “samimi” dinsel habitusu ve sonuçlarının felaketini görmek gerekir.
Muhafazakâr siyasal iktidarlar, bu yapılar ile işbirliğine girip onlardan oy devşirdikleri için onların ıslahı ve denetlemesi işine iltifat etmemektedirler. Cemaatler, Anadolu insanının dinsel bir habitusu olarak, ne dinsel yaşam tecrübesini yenileme, ne de toplumsal örgütlenme tarzını yenileme başarısını gösterebilmiş anakronik yapılardır. Anadolu’da bu tecdidi başarabilecek teolojik-entelektüel bir birikim de henüz oluşmamıştır. Zaman zaman buralarda yaşanan trajik intihar, ölüme sebebiyet verme-öldürme ve cinsel tecavüz olayları, bunun tipik göstergeleridir. Bu yapılar, aynı zamanda birer politik ve iktisadi formasyonlar olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Özetle, cemaatlerin Türkiye Cumhuriyeti’nde oluşmasının politik-teolojik nedenlerini anlamak mümkün. Bu gerçek, buralarda süren dinsel yaşamın, İslami sahihliğini onaylamak anlamına gelemez.