Tehlikenin Farkında mısınız?
Muhalefet blokunun seçim yenilgisinin ardından kazanımlarının hepsini kaybetmesi tehlikesi ile karşı karşıyayız. Seküler orta sınıfın yeniden kabuğuna çekilmesi, yenilmişlik duygusunu kibirle telafi etmesi, mahallelerin arasındaki yüksek duvarlarda son yıllarda açılmış gediklerin yeniden kapatılması, tüm farklılıklarıyla birlik içinde olmasını hayal ettiğimiz Türkiye’nin yeniden birbirinden nefret eden toplum kesimlerine bölünmesi tehlikesi ile karşı karşıyayız.
18 Mayıs’ta gerçekleştirilen Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Seçimi ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi birinci tur sonucu pek çok insan için çok büyük sürpriz oldu. 28 Mayıs’ta gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçiminde sürpriz faktörüne zaten pek bir yer kalmamıştı. Bu seçimin kaybedeni yok, 80 milyon kazandı söyleminin hiçbir karşılığı yok, zira var olan seçim sistemi ve siyasal düzen birilerinin kazanması için diğerlerinin mutlaka kaybetmesini gerektiriyor. Zaten kazanan adayın taraftarlarının pek çoğu sadece kendileri kazandıkları için değil ötekiler kaybettiği için de seviniyor. Hangisi için daha çok sevindiklerini Allah bilir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı görevini iki dönem yürüttükten sonra bir dönem daha bu görevi yürütmeye hak kazandı. Bu üçüncü dönemi midir yoksa bir önceki birinci dönemiydi de bu ikinci dönemi mi sayılıyor sorusu anlamlı olsa da cevabı pratikte pek bir önem taşımıyor. Yeni katılımlarla genişleyen ve Yeniden Refah Partisi ve HÜDA PAR ile ideolojik olarak nitelik değiştiren Cumhur İttifakı da TBMM’deki çoğunluğu güçlendirerek korudu. Ortak paydası kısa vadede “tek adam rejimi” olarak adlandırdıkları Erdoğan yönetimine son vermek, orta vadede ise parlamenter demokrasiyi yeniden tesis etmek hedefi olan Millet İttifakı hedeflerinin ilkine ulaşamadı, ikinci hedef ise artık ufukta görünmüyor.
Bu sonuçlar sürprizdi, zira Türkiye 2018’den beri ekonomik bir darboğazdaydı, ücret artışları yaşam maliyeti artışlarının çok gerisinde kalmış, genç işsizliği yapısal bir hal almış, barınma sorunu kangrene dönmüştü. Pek çok kamuoyu yoklaması toplumda çok güçlü bir Erdoğan karşıtlığının büyümekte olduğunu gösteriyordu. Muhalefet partileri Türkiye’de eşine daha önce rastlanmamış bir birlik sergilemiş, ortaya ortak bir vizyonun ötesinde ortak politikalar ve yol haritası da koymayı başarmışlardı. Ama kazanamadılar. Bu sonucun muhasebesi yapılmakta ve yapılacaktır da. Bu muhasebenin “seçimler adil değildi” kolaycılığına kaçmadan yapılması gerekiyor, zira bir sonraki seçimin adil olacağını düşünmemiz için hiçbir sebep yok.
Köprüden Önceki Son Çıkış mı?
Gerek yerli gerek yabancı medyada bu seçimler Türk demokrasisinin son şansı, bir diğer ifade ile köprüden önceki son çıkış gibi ele alındı. Uluslararası çevrelerin ilgisinin bir sebebi de, bu seçimi, rekabetçi otoriter sistemlerde yönetimlerin demokratik seçimler yoluyla değiştirilip değiştirilemeyeceğine ilişkin bir deney olarak görmeleriydi. Bu bakış açılarını kabul edecek olursak Türkiye’nin demokrasi için son şansını da kaybettiğini, köprüden önceki son çıkışı kaçırdığını ve dahası sadece Türkiye’de değil rekabetçi otoriter sistemlerle yönetilen ülkelerde yönetimlerin seçimler yoluyla değiştirilmesinin mümkün olmadığını düşünmek zorundayız.
Türkiye’nin hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda son yıllarda çok geriye gittiği ve önümüzdeki dönemde daha da geriye gitmesinin sürpriz olmayacağı bir gerçek. Ancak tarih doğrusal akmıyor, dolayısıyla son şans veya köprüden önce son çıkış diye bir şey yok. Kaldı ki muhalefet bugünlerde tartışılan bazı hataları yapmamış olsa kazanması gayet de mümkündü. Dolayısıyla gördünüz işte, otoriter yönetimlerin seçim yoluyla değiştirileceğini düşünmek naifçe bir yaklaşım diye düşünmenin de bir geçerliliği yok. Zira bir şeyin mümkün olması illa gerçekleşeceği anlamına gelmediği gibi gerçekleşmemiş olması da kategorik olarak imkânsız olduğu anlamına gelmez.
Gelelim bu bakış açısını neden çok tehlikeli bulduğuma. Bakın Türkiye’de muhalefetin asla seçim kazanamayacağını düşündüğümüz zaman neler olur?
Kadri Gürsel’in 2010 yılı Kasım ayında, yani 12 Eylül 2010 referandumundan kısa bir süre sonra yayınlanan Neolevanten Türkler… adlı yazısını okumadıysanız mutlaka okumanızı, benim gibi defalarca okuduysanız bile son gelişmelerden sonra bir kez daha okumanızı öneriyorum. Gürsel, bir dostunun “AKP iktidara geldikten sonra kendimi bir Neolevanten olarak görmeye başladım” ifadesinden yola çıktığı yazısında Anayasa referandumu sonrasında depolitize olma eğilimi gösteren, kendi özel alanındaki sınırlı özgürlüğüne izin verilmesi karşılığında toplumsal alandan dışlanmayı gönüllü olarak kabul eden kesimleri eleştiriyor.
Gürsel, bu kesimlere şunu öneriyor: “Halen memleketin ekonomi ve kültür hayatında çok güçlü olan bu büyük kitle, bu ülkenin asli unsurlarından biri, geleceğinde en önemli rollerden birini oynamaya aday ve dahası Levantenlerin aksine siyasetin alanı önlerinde açık…
Tek yapmaları gereken, içe kapanmak yerine kibir ve üstünlük duygularını bir yana bırakıp, tıpkı büyük kentlere göçen muhafazakâr kitlelerin 40 yıldır yapageldikleri gibi siyaseti kullanmayı öğrenmek, artık nihayet değişebilmek, demokratik ittifaklar oluşturmayı bilmek, empati kurmak… İşe dindar kitlelerin artık geçmişte kalan dışlanmışlıklarını gözlerinde canlandırarak ve Kürtlerin halen süren acılarını duyumsayarak başlayabilirler.”
Son 10 Yılda Neler Değişti?
Gürsel bu yazıyı yazdıktan sonra Türkiye’de köprülerin altından çok sular aktı. 2013 yılında, Gezi Protestoları adlı toplumsal patlama gerçekleşti. Şehirli ve seküler orta sınıf “Biz varız, bu ülkenin asli unsurlarından birisiyiz ve hiçbir yere gitmiyoruz” dedi. Daha önce birbirine mesafeli duran farklı muhalif kesimler ilk defa Gezi Protestoları’nda bir araya geldiler, karşılıklı önyargılarını kırmanın ilk adımlarını attılar. 2015 yılında FETÖ’nün başını çektiği başarısız darbe girişimi gerçekleşti. Başarısız darbe girişimi, o güne kadar, hatta o gün darbe girişiminin gerçek niteliği ortaya çıkana kadar askeri müdahaleden medet umanlar için tam anlamıyla bir soğuk duş etkisi yarattı. Bugün bile kısmen var olan askeri darbelere teşne olma veya en azından kayıtsız kalma eğilimini çok zayıflattı. 2017 yılında, başarısız darbe girişiminin psikolojik ortamında ve olağanüstü hâl koşullarında gerçekleşen anayasa referandumunda yüzde 48,59 ret oyu çıktı. Bu oy belki sonucu değiştirmedi ama Türkiye’deki muhalefetin o güne kadarki en geniş uzlaşmasını ortaya çıkardı. 2019 yılında gerçekleşen yerel seçimlerde ise muhalefet partileri İstanbul ve Ankara dahil olmak üzere hemen bütün metropollerde seçimi kazandı.
Yerel seçim başarısı ile daha da motive olan muhalefet partileri, 2023 TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini gözlerine kestirdiler. Onların temsil ettiği toplum kesimleri ise daha fazla siyasallaştılar ve toplumsallaştılar. Kemal Kılıçdaroğlu’nun helalleşme yolculuğu toplumsal karşılık buldu. Aslında her zaman var olan ancak son yıllarda istisna gibi görülen farklı kültürel gruplara mensup kişiler arasındaki kişisel dostluklar veya siyasal/toplumsal işbirlikleri normalleşti. Şahsen bu süreçte ben de çok değiştiğimi, geliştiğimi ve daha iyi bir insan haline geldiğimi hissediyorum. Bu konuda yalnız olmadığımı bilmek bana ayrıca mutluluk veriyor.
Muhalefet blokunun seçim yenilgisinin ardından bu kazanımların hepsini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Seküler orta sınıfın yeniden kabuğuna çekilmesi, yenilmişlik duygusunu kibirle telafi etmesi, mahallelerin arasındaki yüksek duvarlarda son yıllarda açılmış gediklerin yeniden kapatılması, tüm farklılıklarıyla birlik içinde olmasını hayal ettiğimiz Türkiye’nin yeniden birbirinden nefret eden toplum kesimlerine bölünmesi tehlikesi ile karşı karşıyayız. Ve eğer sandığa olan güven tamamen ortadan kalkacak olursa demokrasi dışı arayışların hortlaması tehlikesi ile karşı karşıyayız.
Umarım kaygılarım yersizdir.