Teknoloji Devrimi de Bizi Görür mü?
Teknolojik gelişmeler, paylaşılan ve daha adil bir refah ortamı doğurur mu? Yoksa bu gelişmeler, en tepede bir eli yağda bir eli balda yaşayan küçük bir “teknoloji eliti” ile onun altında nüfusun çoğunluğunun sefalet içerisinde yaşadığı ikili bir toplum modelini mi körüklüyor? Dijital teknolojilerin büyük şirketleri ve antidemokratik hükümetleri güçlendirmek için kullanılmaması için neler yapmalı?
“Geçmişi anımsayamayanlar, onu tekrar etmeye mahkûmdur.”
George Santayana
Yapay zekânın farklı kullanımlarından söz ettiğimiz, dijital teknolojilerin gündelik yaşamın her alanına yayıldığı ve artık dijital okuryazarlıktan dijital istismara dek farklı konuların gündeme yerleştiği bir dönemde, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden (MIT) ekonomistler Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’ın İktidar ve Teknoloji (Power and Progress) kitabı Cem Duran’ın çevirisiyle ve Doğan Kitap etiketiyle kısa süre önce yayımlandı.
Teknolojinin 1.000 yılını mercek altına alan kitap, aslında bizi dijital gelişmelerin günümüzde yarattığı o masal dünyasından uzaklaştırıp kar soğuğu gibi sert bir gerçeklikle yüzleştirmeye çalışıyor: Teknolojik gelişmeler, paylaşılan ve daha adil bir refah ortamı doğurur mu? Yoksa bu gelişmeler, en tepede bir eli yağda bir eli balda yaşayan küçük bir “teknoloji eliti” ile onun altında nüfusun çoğunluğunun sefalet içerisinde yaşadığı ikili bir toplum modelini mi körüklüyor? Dijital teknolojilerin büyük şirketleri ve antidemokratik hükümetleri güçlendirmek için kullanılmaması için neler yapmalı?
Teknolojik ilerleme, toplumlarda eşitliği artırabilir, ancak doğru politikalar uygulanırsa… Yani, teknolojiye dair doğru tercihlerde bulunursanız yeni iş fırsatları yaratırsınız, gelirleri artırırsınız, eğitimden sağlığa dek farklı alanlarda iyileştirmeler başlatırsınız ve toplumların yaşam standartlarını yükseltirsiniz. Ama bunun için de örneğin sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı toplulukları teknolojik gelişime ve ekonomik ilerlemeye dahil eden politikalar uygulamanız, teknoloji şirketlerinin davranışlarını denetlemeniz, işgücü piyasasını düzenlemeniz gerekiyor.
Değirmenlerden Günümüze
Bu konuda Orta Çağ’da yaygınlaşmaya başlayan değirmenlerden örnek veriyor Acemoğlu ve Johnson. Bu değirmenlerle birlikte tarım ürünlerinin işlenmesi, un üretimi gibi önemli iyileşmeler yaşandıysa da, köylülerin yaşam koşullarında çok büyük iyileşmeler olmadı. Zira değirmenler halen arazi sahiplerinin ve kiliselerin kontrolündeydi. Yani kazançları sadece dar bir elit çevre elde ediyor ve değirmenleri kimin kullanabileceğini belirleyerek rekabeti ortadan kaldırıyordu.
Bir yandan da bu çevreler elde ettikleri gücü sergilemek için devasa katedraller ve kiliseler inşa ederek teknolojik ilerlemeden sağlanan ekonomik gücün neredeyse beşte birini bu inşa süreçlerine ayırıyorlardı. Ayrıca yeni tarım teknolojileriyle birlikte yeni makineler kullanılıyor, üretkenlik artıyor, ancak feodal lordlar daha fazla işçi istihdam etmek yerine mevcut köylüleri daha fazla sömürüyor, çalışma saatlerini uzatıyor, reel gelirlerini düşürüyordu.
Benzer şekilde, çırçır makineleri icat edildiğinde ABD, dünyanın en büyük pamuk ihracatçısına dönüştü, ancak bir yandan da Güney Amerika’da kölelik sistemi daha da yaygınlaştı.
Yani bir açıdan bu işçilere dendi ki: “Tüm bu teknolojik iyileştirmelerden sizin büyük büyük büyük torunlarınız faydalanacak, ama sizler biraz zor zamanlardan geçip açlıkla ve sömürüyle sınanacaksınız, daha uzun süreler daha zor koşullarda çalışacaksınız.”
Tarım teknolojilerinin iyileşmesine rağmen emekçilerin yoksulluğunun artmasının sebebi ise, gerek aristokrasinin şiddet araçlarını kontrol etmesi, gerekse ruhban sınıfının bu kesim üzerinde ikna gücünü kullanması ve var olan hiyerarşinin meşruluğuna karşı itiraz etmelerini sağlamasıydı. Yani dini ve seküler elit bir araya gelerek yeni teknolojilerin sadece küçük bir zümrenin yaşam standartlarını artırmasını sağlamıştı.
Acemoğlu ve Johnson, Orta Çağ Avrupası’nda köylüler sefil halde yaşarken elitlerin konforlu bir hayat sürmelerini, yani bu dengesiz sosyal güç dağılımını, teknolojinin sosyal sınıflar arasında taraf tutan doğasıyla ilişkilendiriyor ve “teknolojinin kullanılma biçimi, gücü elinde tutanların vizyon ve çıkarlarına göre şekillenir” diyorlar.
Bilgisayar Devriminden Günümüze
Dolayısıyla dijital teknoloji, gücü elinde bulunduran küçük bir zümrenin kontrolü altında, bu yüzden de teknoloji her zaman toplumun yararını gözetmiyor. Örneğin, bilgisayar devrimi sonucunda 1970’lerin ortalarından sonraki ekonomik büyüme işçilerin reel ücretlerine yansımadı; oysa işçilerin ortalama üretkenliği artmaya devam etti.
Yani, ABD’de 1950’ler ve 1960’lardaki refah paylaşımı modeli sönümlendi, teknolojik gelişim emek-karşıtı bir yöne savrulurken iş yerleri yeniden yapılandırıldı, “yönetim danışmanlığı” gibi bir iş alanı ortaya çıktı ve basit, rutin, vasıf gerektirmeyen işler azaldı.
Bunu öncelikle “çaycılık” gibi bir iş kolunun ortadan kalkarak yerini herkesin kendi çayını kendisinin aldığı bir modele geçilmesiyle gördük. Ama iş burada da kalmadı. Üniversite eğitimi olmayan işçiler, artık iyi ücretli işlere ulaşamaz hale geldi; düşük ve orta vasıflı ofis işlerinde ücretlerde düşüş yaşandı. 1980’lerde başlayan otomasyon eğilimi sonucu insan emeği “gereksizleşti”.
Hep verilen bir örnek vardır: 1984 yılında doğan Amerikalı çocukların sadece yarısı ebeveynlerinden daha fazla para kazanırken, bu oran 1940 yılında doğanlarda yüzde 90 idi.
Ayrıca birçok orta vasıf gerektiren mavi yakalı işin de ortadan kalkması, eşitsizliği artırdı. Yani bu iddiaya göre, küreselleşme ve otomasyon birbirini eşitsizlik lehine besledi. İşgücü maliyetleri düştükçe işçiler devreden çıktı. “Amerikan Rüyası”nın gerçeğe dönüşmesi peyderpey zorlaştı, gelir dağılımı dünyanın her yerinde en zengin kesim lehine dengesizleşti; işçi haklarını savunan güçlü sendikalar olmaması da işçilerin teknoloji karşısında söz haklarını yitirmelerine yol açtı. Kısaca, ABD’de teknolojinin yönünü büyük şirketler belirler oldu ve bu şirketler de insanların kusurlarına bağımlılıklarını azaltacak yazılımları tercih etti.
Tesla da Aşırı Otomasyondan Vazgeçti
Ancak son dönemde Elon Musk’ın elektrikli otomobil şirketi Tesla fabrikasında da fark ettiği bir durum ortaya çıktı ve başlangıçta tüm imalatı otomatikleştirme niyetine rağmen maliyetler artıp gecikmeler başlayınca kendisine “Aşırı otomasyon hataydı. Benim hatamdı. İnsanların önemini fazla küçümsedik” dedirten bir noktaya gelindi. Çünkü otomasyonun da bir limiti vardı ve insanların yaptığı birçok ince işi yapamıyorlardı.
Öte yandan, örneğin kitapta da atıfta bulunulan Silikon Vadisi girişimcisi Paul Graham’ın buram buram elitizm kokan şu sözü oldukça sembolik: “Ekonomik eşitsizliği artırma konusunda uzman oldum. Geçtiğimiz on yılda bunu yapmak için çok sıkı çalıştım. Gelir eşitsizliğini engellemek için insanların zengin olmasını engellemeniz gerekir. İnsanların zengin olmasını engellemek için de yeni şirketler kurmalarını engellemeniz gerekir.” Yani, Acemoğlu ve Johnson’ın ifadeleriyle, “Çalışanların çoğunu ütopya değil distopya bekliyordu: İşlerini ve geçim kapılarını kaybettiler”.
Ancak, aynı dijital devrim sürecinden geçen diğer Batılı ülkeler, daha farklı tercihler yaptı: Dengeleyici bir karşıt güç olarak sendikaları devre dışı bırakmadılar, işçi temsilcilerinin rolüne önem verdiler, ellerindeki eğitilmiş mavi yakalıların marjinal verimliliğini artıracak teknolojik ve organizasyonel düzenlemeler yaparak otomasyonun eşitsizlik üzerindeki etkisini azalttılar, gelişmiş makineler kullanırken bir yandan da işçileri eğittiler, esneklik ve inisiyatif alma gibi beceriler kazandırdılar.
Bu noktada ilginç bir örnek de var kitapta: “Endüstriyel işçi başına düşen robot sayısı ABD’nin iki katından fazla olan Almanya’da endüstriyel otomasyon daha hızlı olduğu halde şirketler mavi yakalı işçileri yeniden eğitmeye özen gösterdiler ve onları teknik, denetleyici veya beyaz yakalı mesleklere kaydırabilmek için çaba sarf ettiler.” Bir diğer deyişle, dijital programları iyi eğitimli işçilerin kullanmasını sağlayarak, örneğin fabrikalarda tasarım ve denetime katkı sunmalarının önü açıldı. Benzer şekilde Japonya’da da hem otomasyon yaygınlaştı hem de çalışanlar için komplike ve iyi maaşlı yeni iş alanları yaratıldı.
Teknolojik Devrim ve Pembe Gözlükler
Doğru; teknolojik ilerlemeler sayesinde yaşamlarımız çok daha “zengin”, çok daha “konforlu”, çok daha fazla “çoktan seçmeli”.
Doğru; teknoloji sayesinde ortalama insan ömrü uzadı, mesafeler kısaldı, yaşam standartlarımız iyileşti; bilgisayar devrimi yaşandı.
Ama teknoloji konusunu toz pembe görmeksizin, iktidar ile teknoloji arasındaki geçişkenliğin yeniden ele alınması şart, çünkü ancak bu şekilde teknolojinin bir gözetim aracı olmaktan çıkıp demokratikleşmeye fayda sağlaması mümkün olur.
Teknolojiyle birlikte üretkenlik artışının doğurduğu refahın toplumda genele yayılması için, yeni teknolojilerin işçilerin marjinal üretkenliğini artırması ve kazanımların da şirket ile çalışanlar arasında paylaşılması gerekiyor. Yani, bir otomasyona giderek işçi maliyetlerini azaltabilirsiniz, işçilerin topluca işten çıkarılmasına da yol açabilirsiniz, üretim sürecinde yeni görevler yaratarak işçileri daha verimli de kullanabilirsiniz.
Dolayısıyla teknoloji refah paylaşımını da sağlayabilir, eşitsizliği de artırabilir. Burada belirleyici olan, teknolojiyi, bilimi, inovasyonları nasıl bir vizyonla kullanacağımız. Bir diğer deyişle, nereye varmak istiyoruz? Bu hedefi izlerken hangi yollardan geçeceğiz? Önümüzde ne tür alternatifler var? Eylemlerimizin artı ve eksilerini nasıl hesaplayacağız? Arap Baharı’nda Facebook ve Twitter üzerinden koordine olan protestocuların bu dijital araçlar sayesinde özgürleşme hareketlerini başlamasından yana mı olacağız, yoksa belirli bir zümreyi güçlendirmek adına sosyal medyayı yanıltıcı bilgilerin aşırılık yanlıları tarafından pompalandığı alanlar haline mi getireceğiz? Yurttaşlarının internette neler görebileceklerini ve kimlerle iletişime geçeceklerini sınırlamak için başlatılan Çin Güvenlik Seddi’nden mi yana olacağız, yoksa daha cesur bir yeni dünya mı kurgulayacağız?
Bunun için Acemoğlu ve Johnson tarihsel perspektiften ve 1.000 yıllık insani gelişim sürecinden çok çarpıcı örnekler veriyor ve şunu diyorlar: “Geçmişteki geniş tabanlı refah, otomatik veya garanti edilmiş teknolojik ilerlemenin sonucu değildi… Bugün dünya genelindeki çoğu insan, atalarımızdan daha iyi durumda çünkü daha önceki endüstri toplumlarında vatandaşlar ve işçiler, teknoloji ve iş koşullarıyla ilgili elit yönetim tarafından belirlenen seçeneklere karşı çıktılar, teknik gelişmelerden kaynaklanan kazançları daha adil bir şekilde paylaşma yollarını zorladılar.”
“Batmak İçin Çok Büyük”
Acemoğlu ve Johnson’ın vardığı bir başka nokta ise, teknolojik gelişimi ilerlemeyle eş tutanlar, aslında bu söylemi topluma dayatma gücü olanlar. Yani toplumu bu yönde ikna edebilen kişiler, örneğin Wall Street bankacılık krizinde bazı bankaların “batmak için çok büyük olduğu” söylemine de herkesi inandıran kesimlerin ta kendisi.
Kitapta ayrıca yapay zekâ ve otomasyonun mutlaka iş kaybı ve eşitsizliğe yol açacağı iddiası da tartışmaya açılıyor ve insan-makine işbirliğinin faydalı yönlerine dikkat çekiliyor. “Makine yararlılığı” (machine usefulness) kavramı üzerinden, kâh yapay zekâ kâh makineler ve algoritmalar sayesinde insanların yeteneklerinin geliştirildiği, yeni istihdam alanlarının yaratıldığı, üretkenliğin arttığı ileri sürülüyor. Bu açıdan, örneğin bir mimarın bilgisayar destekli tasarım programına erişimiyle üretkenliği artıyor veya elinin altındaki makinenin tasarımını geliştirdiklerinde insan becerileri yükseliyor.
Elbette, yapay zekâ konusunda büyük teknoloji şirketlerinin yaptığı mevcut harcamaların önemli bir kısmının maliyet düşürme odaklı olduğu ve kişileri gözetlemeye yöneldiği de kabul ediliyor. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde yapay zekâ ile birlikte yüksek vasıflı işçi talebinin artacağı ve bu ülkelerin bu açıdan dezavantajlı olacağı ileri sürülüyor. Dolayısıyla yazarlar saf bir teknoloji iyimserliğine de kapılmıyor.
Sonuç itibarıyla bu 560 sayfalık kitabın manifestosu bize temel olarak şunu söylüyor: İlerleme iyidir, ama paylaşılan bir refaha hizmet ederse toplumun geneli açısından iyilik doğurur. Teknolojinin gidişatı kontrol altına alınabilir. Teknolojiye dair tüm büyük kararlar, kendi iktidarları ve prestijlerini sağlamlaştırmak isteyen bir avuç teknoloji liderinin eline bırakılmadığında, işçi örgütleri güçlendirildiğinde, teknoloji kararları karşısında emekçi “sesini duyurabildiğinde”, daha işçi dostu teknolojiler için piyasa teşvikleri getirildiğinde, çalışanlar için yeni işler yaratan teknolojiler geliştirildiğinde, teknoloji devrimi mevcut becerileri ve refahı artıran ve demokratikleştiren bir araca da dönüşebilir.
Yani insanlık, öncülük ettiği teknoloji devriminde yeniden sürücü koltuğuna oturup denetimi eline almalı, teknoloji devlerinin topluma dayattığı “gelecek” ve “ilerleme” biçimi sorgulanmalı ve “anlatı”nın toplum yararına değişmesiyle birlikte ilerlemeden herkes faydalanır hale gelmeli. Yoksa tarih tekerrürden ibaret kalacak.
Tüm bunlar biraz da Alman filozof Hegel’in 1807 yılında yayımladığı Tinin Fenomenolojisi kitabındaki o meşhur “Efendi-Köle diyalektiği”ni anımsatıyor. Bu eşitsiz güç ilişkisine göre; tamamen özgür olan Efendi, başkalarının emeğine hükmedip o emeğin meyvelerinden faydalanır. Hayatta kalmaya çalışan Köle ise, özgürlüğünden vazgeçerek Efendi’ye her daim itaat eder ve emekçiliğin getirdiği tüm zorluklara katlanır. Her biri varoluş nedenini ötekinin varoluşuna bağlar. Ama bir süre sonra Köle birçok beceri kazanır ve bu yabancılaşma haliyle başa çıkmak için başkalarıyla işbirliğine gider ve yaptığı işte mükemmeliyete varır. İşte o anda Efendi’nin aslında Köle’ye bağımlı olduğu anlaşılır, çünkü Köle’nin sahip olduğu becerilere Efendi sahip değildir. Bu bir diyalektiktir, ancak günümüzde insan-makine ilişkisi açısından ne şekle bürüneceğini öngörmek için erken. Ama tarihin akışını da bu diyalektiğin yeni dijital çağda ve yapay zekâ devriminde ne yöne evrileceği belirleyecek.