Teolojik Eleştiri ve Toplumsal Gerçeklik Bağlamında Ahlakî Körleşme
Tarikat sayesinde ya da tarikata rağmen temiz bir hayat yaşamaya çalışan dindar insanların hakları da onurları da değerlidir. Ancak İslam adına bir kötülük ve çirkinlik işlendiğinde herkesten çok Müslümanların bu konuyu onur meselesi yapıp herkesten daha hassas biçimde çözmeleri gerekmez mi?
Bir tarikat şeyhinin küçük bir kız çocuğuna yönelik taciz haberleri, Türkiye’de din-siyaset ilişkilerinin çok önemli ayaklarından biri olan tarikatlar konusunu tekrar gündeme getirdi. Aslında bu, son dönemlerde sık sık gündeme gelen ya da getirilen bir konudur. Dinî gruplarla ilgili bu tür tartışmaların yoğunlaşması sadece dindar kamuoyunun değil seküler kesimin de dikkatini çekmektedir.
Dindar-muhafazakâr kimliği ile tanınan kadroların iktidarda bulunduğu bir dönemde dindarlığın pejoratif bir tarzda gündeme gelmesi açıklanması zor bir çelişki sergilemektedir. Seküler kesim bunu “İslamcı siyasetin iflası” olarak sunarken, muhafazakâr kesim de ya geçiştirmekte ya da komplo teorilerine sığınmaktadır. Öte yandan aynı mahalleden olmak her zaman safları sık tutmayı akla getirmemekte, bazı durumlarda “onlar bizden değil” veya “gerçek tasavvuf, tarikat bu değil” söylemlerine sahne olmaktadır.
İnsanlara sömürü, zulüm ve ahlâksızlıktan uzak huzurlu, güvenli ve güzel bir dünya vaad eden, vaad ettiklerini düşünen dindarların, bu tür skandallar konusunda anlaşılır, tutarlı bir tutum sergilemeleri icap eder. Taşıdıkları veya üstlendikleri iddianın getirdiği bir sorumluluktur bu.
Bir dünya görüşüne mensup bireylerin üzerlerindeki mazlumiyet perdesi kalktıktan sonraki süreçlerde toplumsal sorunları tartışma biçimleri, önünde sonunda paradigmanın geri dönüşü ile ilgilidir. Bu süreç, politik/ideolojik rekabet ve rövanşları da içerdiğinden ‘karalama’ ile ‘karartma’ arasında gidip gelmektedir. Bunun en açık yansıması “mahallenin hassasiyetlerini gözetmek” ve “karşı tarafın eline koz vermemek” amacıyla müphem bir dil kullanılmasıdır. Tarikat tartışmalarında bu açıkça görülmektedir.
“Dindar-muhafazakâr kesim kendi mağdur-mağrur ikileminden çıkarak sorunlarını gereği gibi tartışabiliyor mu?” sorusu sadece yöntemsel değil düşünsel sorunlara da gönderme yapar. Kendimizi, ideolojimizi, dünyayı algılama tarzımızı, sorunlara yaklaşma ve ele alma tarzımızı da belirler. Açık konuşmanın önündeki bariyerlerin başında “camianın hassasiyetlerini gözetmek” gelmektedir.
Öncelikle camia kavramı tam olarak neye gönderme yapıyor? Bu kavramın içeriği, toplumsal karşılığı ve sınırları nedir? Yoksa sadece söyleme ve eleştiriye yön ve sınır tayin etmek amacıyla mı kullanılmaktadır? Camiaya atfedilen bu hassasiyet açıkça tanımlanabilir mi? Camianın hassasiyeti “sadece fail/failler konuşulsun. Olay Müslüman kimliğinin zan altına alınmasına ve topyekûn tasfiyesine dönüşmesin. Bir şeyhin yaptıkları üzerinden tüm tarikatlar karalanmasın.” şeklinde tanımlanacaksa, bu kadarını her akıl ve vicdan sahibi anlar.
Camiaya atfedilen bu hassasiyet yanlıştır. Gözlemlerime göre dindar-muhafazakâr camia konunun konuşulmasından değil, örtbas edilmesinden, konuşuluyormuş gibi yapılmasından rahatsızdır. Bunda da son derece haklıdır, çünkü muhafazakâr aydının ve siyasetçinin hesabîliğinin cezasını, hep camia çekmiştir. Camia ile aydın-siyasetçi arasındaki farklılaşmanın giderek derinleşmesine yol açan bu süreçlerin toplumu nihilize ettiğinin görülmek istenmemesi de ayrı bir sorundur.
İslam’da tarikat ve cemaatler var mıdır? sorusunu bir ölçüde hatalı bulabiliriz. Bu tür yapılar tarih boyunca oldu ve öyle anlaşılıyor ki var olmaya devam edecekler. Müslümanların birbirleriyle veli ve kardeş oldukları, ilişkilerini bu değerler üzerine inşa etmeleri gerektiği yolunda hem ilahi vahiy, hem peygamber ve ashabının uygulaması göz ardı edilemeyecek denli sarihtir.
İnananların dini ve dünyevi sebeplerle bir araya gelmeleri sorun olamaz. Ancak yaşadığımız soruna bu temelden yaklaşarak itirazcı seslerin kısılması ve sorunun geçiştirilmesi de bir o kadar yanlıştır. Her şeyden önce Müslümanların birlikteliğinin kabulünden otomatik olarak tarikat modelinin merkezîliği ve vazgeçilmezliği çıkarılamaz. İnananların bir araya gelip dayanışma ve kardeşlik ilişkilerini yaşadıkları pek çok farklı dinî-sosyal model söz konusudur. Tarikat gibi teolojik bir kurguya dayanmaması bu modellerin zaafına yorumlanamaz. İslam’ın genel ahlak ve itikat ilkelerine dayalı bir zeminde sağlıklı bir çerçevede yaşanan çok sayıda örnek mevcuttur.
Medya önünde konuşanlarımız toplumun gündemine düşmüş olan ve camiamızı zan altında bırakan bu soru/n hakkında kendilerine görevsizlik kararı çıkarıyorlar. İslam’da … var mıdır? sorusu ilahiyat alanında konuşulmayacaksa nerede ele alınacaktır? Bu sektirmenin anlamı, entelektüel sorumluluklar alanında görevi ihmaldir. Bir kez akla ve dile gelenin unutulması ya da bastırılması çok zordur. Rahatsızların ötelediği, aydının çekindiği, entelektüelin de gevelediği bu soruyu, toplumsal kesimler üstlenir ve kendi bilgisi, donanımı, hassasiyetleri ve yaşam tercihleri doğrultusunda cevaplar.
Entelektüel konuya savunmacı ve deskriptife bir açıdan bakadursun, kötülüğü tanımlamak ve adını koymak görevi toplum tarafından üstlenilir. Bu tablo, muhafazakâr elitin dünya karşısında içine düştüğü yetersizliğin bir ifadesidir. Dindar camianın sorunları ele alma ve çözme konusundaki yetersizliği, son dönemlerde ülkemizde yükselen din karşıtlığının beslendiği en temel içsel faktördür.
“İslam’da tarikat var mıdır?” sorusunu rahatsız edici bulanlardan bir kısmı, bu konu tartışmaya açıldığında sonuç ne olursa olsun tarikatın teolojik meşruiyetinin son derece sorunlu olduğunun ortaya çıkmasından kaygı duyuyor olmalılar. Bu nedenle konuyu tarihsel-kültürel zemine taşıyarak, dinden temin edemedikleri cevazı tedeyyünden elde etmeye çalışıyorlar.
Tarikatlar eleştirilerini, İngilizlerin yönlendirdiği Vehhabî-Selefî harekete dayandırarak açıklayan komplocu açıklama, komplonun gerçek boyutlarını görememektedir. İngiliz aklı bu kadar düz çalışmaz. Bir ekol, mezhep, toplumsal hareket üretirken onun karşıtına da yatırım yapar ki, proje eksik kalmasın. Yüzyıldan uzun bir süredir İslam dünyasında din, mezhep, ekol oluşturan bu akıl, medeniyet içi çatışmanın tüm karşıt unsurlarını provoke etmektedir. O nedenle tarikatlarımıza sahip çıkarken ölçüyü kaçırmak ve tüketici bir diyalektik içine düşmek de vardır.
İslam Medeniyeti ve Tarikatlar
Bazı muhafazakâr aydınlar tarafından İslam medeniyetinin yeniden inşasında tarikatlara önemli roller biçilmektedir. Mevcut tarikatların bu kritik rolü taşıyabilecek kapasiteye sahip olup-olmadıkları, var olan imkânları ne derecede korudukları, medeniyetin diğer imkânları (kelam, fıkıh, sanat, felsefe vs.) ile olan ilişkileri, dünyayı ve ahireti okuma becerileri, müntesiplerinin kişisel ahlakî ve düşünsel gelişimleri üzerindeki katkıları gibi kritik konulara değinmeksizin, salt korumacı reflekslerle tarikat güzellemeleri yapılması hem topluma hem de dindar camiaya yanlış mesajlar vermektedir.
Müslüman aydının tutumunu tümüyle yansıtmaktan uzak bu “telâşeli ve hesâbî” duruşlar arasındaki zorlamalı dayanışma, “büyük medeniyet okumaları” arasında olayı örtmektedir. Eleştirinin zorunlu olduğu yerde ve anda, konuyu “medeniyet davası” zeminine çekerek önemsizleştirmek, medeniyet inşası için kurucu ilke olan, ahlakî duyarlılığı ve düşünsel dikkati dağıtmaktadır. Bu, kafa karışıklığı ve hesabîlikten dolayı muhafazakâr aydının göremediği ancak genç neslin gözünden kaçmayan bir çelişkidir. Öte yandan aşırı kollamacı söylemler, tarikatların kendilerine çeki düzen vermelerini de ötelemektedir.
Medeniyet bir yaşam tarzıdır ve çoğulcu bir karaktere sahiptir. Seküler ya da teolojik cezbe deneyimlerinin de bu çerçevede yeri vardır. Bunu tecviz eden şey kültürel ve tarihsel yaşamdır. Dile ve yazıya gelemeyen ya da daha doğrusu getirilmesi yakışık olmayan şeylerin, öyle bırakılmasında yarar görülmüştür.
Gnostik-Batınî yapılar, açık toplum süreçlerine uyum sağladıklarında eski konumlarına yeni saygınlıklar ekleyerek kültürün ve sosyal hayatın bir parçası olmuşlardır. Ancak irfan yuvası olmaktan çıkıp isyan ve günah odakları olarak çalışmaya başladıklarında ise sorunsallaştırılmışlardır. İslam geleneğinde tarikatların sorunsallaştırılmasında öne çıkan alanlar kelam ve fıkıh olmuştur.
Tarikat sorununun gelenekte de çok canlı ve yakıcı biçimde yaşandığı unutulmamalıdır. Gelenekte bu sorunla ilgilenen kurumlar canlı ve hayattaydı. Bu araçların etkin çalışması için gereken koruyucu ve destekleyici unsur, vizyon sahibi güçlü ve adil iktidarlardı. Medeniyet teorisyenlerimizin bir çırpıda sayıverirken gözden kaçırdıkları nokta, bu gerilimin postmodern küresel dünyamıza taşınmış olduğudur.
Tarikatlar manevî güzellik, seyr-i sulûk, nefs tezkiyesi vs. gibi ahlâkî kavramların yanında, kendilerini sorunlaştıracak yegâne İslamî yapılar olan kelam ve fıkıh karşıtlığını da gündemde tutmaktadırlar. Bunun topluma servis edilme tarzı ise çok ince ve kibarcadır: İlahiyatlar ve Diyanet, İslam maneviyatının yaşandığı yerler değildir. Oysa İslam, iç güzelliği, ahlâk ve yaşantı demektir. İslam medeniyetinin kökleri bu manevî ve mistik boyutlardan yükselecektir.
Tarikat mensuplarının kendi yollarını savunurken bu tarz meşrulaştırmalara başvurmaları bir dereceye kadar anlaşılabilir bir şey olsa da, olay ve olguları indirgemeksizin ve çarpıtmaksızın anlama/açıklama sorumluluğu taşıyan aydının bakış ve söylem daralmasına boyun eğmesi kabul edilemez. Bu, medeniyetin üst düzey temsili değil medeniyet içi çatışmada taraf olmak ve kendi medeniyetini terörize etmektir.
Tarihin içinde yaşadığımız kesitinde özellikle kelam ilmine akademik düzeyde bile bir karşıtlık göze çarpmaktadır. Bunun kurumsal bir tutum mu yoksa kişisel inisiyatif örnekleri mi olduğu açık değildir. Konunun kültür politikası açısından uzanımları daha önemlidir. Kelam ve fıkıh eserlerinde kullanılan dilin tarihsel gelişimi incelendiğinde, genel anlamda gittikçe çoğulculuğun etkisi altına girdiği görülür.
En temel inanç konularının tartışıldığı ve iman-küfür çizgisinin çizildiği kelam tartışmalarında yorum alanına giren düşüncelere karşı açık bir esneklik sergilenmiştir. Temel ilke kabul edildikten sonra onun farklı bir tarzda yorumlanmasının tekfir konusu edilemeyeceği belirtilmiştir. Kelam ekolleri birbirlerini daha yakından tanımaya başladıkça nasların yorumlanmasında izlenecek yolların çeşitliliğini fark etmişler ve tekfiri/dışlamayı kendilerine yasaklamışlardır.
İbadet ve ilişkiler konusunda dinin görüşünü ve hükmünü ortaya koyma görevini üstlenmiş olan Fıkıh ilminde de benzeri durum vardır. Fakih, ele aldığı konuyu ya önceden hükmü açıklanmış bir olaya kıyasla ya da nasları ve olguyu dikkate alarak kendi içtihadıyla çözer.
Verilen fetvaların doğrudan Allah’ın hükmü olmadığı, başka içtihatların da mümkün olabileceği, bununla birlikte sade Müslümanların bir içtihada uymakla yükümlü olduğu anlayışı gelişmiştir. Bu durumu Kur’an yorumu ile ilgilenen tefsir ilminde de görürüz. Çoğu müfessir (Kur’an yorumcusu) bir ayetin tefsiri yaptıktan ya da başka bir yorumu aktardıktan sonra “Allah, kendi muradını en iyi bilendir.” diyerek bir esneklik payı bırakmışlardır.
Kültürü fark etmek ve onun taşıyıcısı-yenileyicisi olmak için gereken esneklik ve tevazuya göndermeler içeren bu tutum ile dünya ve ahiretin saltanatını elinde tutan radikal-özcü tutum arasındaki fark ortadadır. İkincisinin egemen olduğu bir dünyada kültür, siyaset, ahlâk, eğitim, estetik ve hatta dinin bile tutunamayacağı tarihsel olarak kanıtlanmış bir olgudur.
Kültür ve dinî ilimler arasında bir ilişki kurulacaksa eğer, kültüre izin verme ve ona alan açma potansiyeli taşıyanlar üzerinde durmalıdır. Kendini bâtın ilmi olarak kuran ve hakikati sahiplenme konusunda İslamî ilimlerden daha hırslı ve iddialı olan tasavvufa imtiyaz tanınması kültürlenme ile sonuçlanmayabilir.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Hakikate sahip olma duygusuna sahip olan tekelci anlayış, karşılaştığı her nesneyi temellük etmeye çalışacak ve kültüre, kendini var edeceği, yenileyeceği, etkileşeceği bir alan bırakmayacaktır. Üstelik bir diğer hakikat tekelcisi ve kültür karşıtı figür olan selefî radikalizmin de yükselmesine yol açacaktır.
Temel bir soruna daha dikkat çekeceğim. Gizem ve esrâr yaratarak var olan ve gittikçe yaygınlaşma eğilimi içine giren eşitlikçi ve şeffaf ilişki tarzlarının tasfiye edilerek, nüfuz edilmesi imkânsız özel hiyerarşiler inşa edilmektedir. Birbirinden bağımsız gibi ya da gerçekten de öyle çalışan mistik yapılar, toplumu ağ gibi saran ve medenî değerlerin dolaşımını ve paylaşımını engelleyen, kültürün nefes alıp vermesine imkân tanımayan ve hayatı donduran karadelikler oluşturmaktadır.
Doğu tarzı siyasetçi gizemi sever. Özellikle muhafazakâr siyasetçi tipi bu türden batıni yapılar karşısında genellikle kırılgan ve çaresizdir. Keskin biçimde politize etmedikçe ve güvenlikleştirmedikçe onlarla kendi arasına mesafe koyamaz. Reel siyasetin selameti için toplumda bir derinlik, gizem ve itaat yaratma işlevini tarikatlara bırakmak gibi garip bir tutum içine girer. Siyasal ve toplumsal açıdan kabul edilemez sorunlar ürettiğinde tepki göstermek zorunda kalır. Ancak bu davranış onu, ortaya çıkan kötülüklerin sorumluluğuna ortak olmaktan kurtarmaz.
Silsileye Dahil Olmak!
Her alanda olduğu gibi tarikatlar alanında da yerli ve millî model arayışlarının sürdüğü hissedilmektedir. Tam da bu nokta da tarikat açısından merkezî kavram, silsiledir. Tarikatta otorite ve meşruiyet elde etmenin en temel yollarından birisi, silsileye sahip olmaktır. Silsile, Hz. Peygambere kadar ulaşan, manevî olduğu kadar nesepsel bir bağı ifade eder.
Silsilede en az peygamber kadar önemli olan figür, ilmî ve yetkiyi O’ndan alan kişidir. Zaman ilerledikçe yeni tarikat iddialarının ortaya çıkışıyla birlikte silsile savaşlarının da kızıştığı görülmektedir. Çünkü tarikatta silsile ispatı en büyük burhândır ve başka bir şeye ihtiyaç bırakmaksızın köken, meşruiyet ve otorite problemi çözülmektedir.
Bu kadar önemli ve kritik bir konu sayılan ‘silsileye dahil olma’ konusunda bazı yöntemler geliştirilmiştir. Eğer şeyh hayatta iken açıkça halifesini tayin ve ilan etmiş ise silsile, sorunsuz akmaya devam eder ve otorite aktarımı konusunda bir kriz yaşanmaz. Ancak şeyhin ani ölümü, güçlü adaylar arasında karar verilememesi vb. gibi durumlarda bir boşluk oluşur.
Silsileye dahil olmak için en uygun süreç burasıdır. Rüyada görme, zuhurâtların belirmesi, az sayıda şahitler huzurunda gerçekleştiği iddia edilen anlatılarla culûs ve halife tayini sorunu çözülür.
Teo-strateji uzmanlarının komplocu düşünme yeteneklerini bu noktada yoğunlaştırmaları yerinde olacaktır. Özellikle Anadolu’da şeyh, türbe ve sahte irtibatlar üreterek cebren ya da hile ile silsileye dahil olanların araştırılması teolojinin değil güvenliğin alanına girer.
Tacizci şeyh Fatih Nurullah, ilk birkaç girişimi başarısız olunca Çorumlu İpek Efendiye intisap etmiş, burada da entrikalarına devam etmiş, dergâh içinde ayrışma çıkarmış ve şeyhi ölünce de ondan icazet aldığını iddia etmiştir. F. Nurullah örneği mevcut tarikatların zayıf yönlerini ortaya koymakta, liyakatsiz ya da proje figürlerin şeyhlik hatta mehdilik makamına kadar tırmanmalarına karşı koymadaki dirençsizliklerini belgelemektedir.
“Sahte şeyh” tartışmaları, kamuoyuna yansımadan önce tarikatlar arasında yaşanmaktadır. Ancak birbirlerini “aynı yolun yolcusu” olarak gören bu batınî yapılar, “evin camdan ise başkasının evine taş atma!” ilkesi gereği aralarındaki çatışmayı büyütmezler.
En keskin ve sert çatışmalar tarikat içinde yaşanır. Son derece içe kapalı bu mistik yapılarda iç gerilimler başka örgütlerde görülmeyecek hızda ve kesinlikte sonuca (!) bağlanır. Uşşakî şeyhi F. Nurullah’ın konuyu kapatmak için (!) başvurduğu yöntemler yakından incelendiğinde, bunların istisnaî durumlarda ve kriz anlarında devreye sokulan “acil durum talimatları” değil, tarikatların izlediği genel bir prosedür olduğu fark edilebilir.
Şeyhin kullandığı argümanlar şunlardır:
- İslam ve tarikat düşmanlarına fırsat verilmemelidir.
- Küçük kızın şeyhin hanımı olacağı konusunda bazı zuhuratlar görülmüştür.
- Taciz edilen kız Mehdi’nin hanımı olabilir.
- Baba sorunu büyütmezse Hz. Ebubekir statüsü elde edecektir.
Fail sıradan bir insan değil, mehdilik iddiasında bulunan bir şeyhtir. Bu nedenle infial büyük olmuştur. İnsanları arındırma statüsünde bulunan ve takipçilerinden daha temiz olduğu varsayılan bir liderin genel ahlaka aykırı bir fiil işlemesi, doğal olarak yürünen yolun güvenilirliği konusunda şüpheler uyandırmıştır.
Diyanet’in açıklamasında bu konu özelinde söylenecek sözler yer almaktadır. Bir çocuğun ve ailesinin dinî duyguları kullanılarak istismar edilmesinin çirkinliğine dikkat çekilmiş, şeref yoksunu hain ve zalim ellerle mücadelenin gerekliliği vurgulanmış, milletimiz din istismarcılarına karşı uyarılmıştır.
Dinsel inançların konu edildiği sorunlarda belki güvenlik ve hukuk bağlamında değil ancak teolojik açıdan olayın büyütülmesinde ve boyutlarının ele alınmasında yarar vardır. İnançların ve yapıların tüzel kişilikleri üzerine tartışmaların önü kesilmeye çalışılmamalıdır. Kişi hak ve özgürlükleri konusunda ise olabildiğince duyarlı olmamız gerekir.
Tarikat sayesinde ya da tarikata rağmen temiz bir hayat yaşamaya çalışan dindar insanların hakları da onurları da değerlidir. Ancak İslam adına bir kötülük ve çirkinlik işlendiğinde herkesten çok Müslümanların bu konuyu onur meselesi yapıp herkesten daha hassas biçimde çözmeleri gerekmez mi?
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.