Terane Vahid’in ‘Karınca Takvimi’

Terane Vahid’in Karınca Takvimi isimli kitabındaki öyküleri ağacın, kuşun, balığın, tüm canlıların dilini duymaya ve duyurmaya meraklı metinler. Bu öyküler bize ekolojik yıkımı, insanın bu tahribattaki payını ve bir gün kurulacak mahkemede hayvanların insanlardan fazlasıyla alacaklı olduğunu anlatıyor.

Günümüz Azerbaycanlı öykücülerinden Terane Vahid, Türkçeye aktarılmış Karınca Takvimi (2021) isimli kitabında hayvanların, ağaçların hayatına yakın duran, hatta çoğu zaman onların bilincinden hikâyeler anlatıyor. Yazar, öykülerinde gerçekliği eğip bükebiliyor; gerçekliğe balığın, ağacın, turnanın gözünden bakabiliyor ve böylece bize farklı yaşamlarda iz sürme imkânı veriyor.

 

Atmosferin katmanları arasına görünmez sınırları çizen insan, hayvan-bitki-insan oluşlar arasındaki sınırları da çizdi. Oysa dünyayı saran hava hepimizi eşit bir şekilde kuşatıyor. İşte bu eşitliğe rağmen insanın zedelediği adalet meselesi, öykülerde yüzleşilen temel meselelerden. Kendi türü arasındaki adaleti sağlamakta da çok mahir sayılmayan insanın diğer canlılara adaletli davranabilmesi zorlaşıyor. Karıca Takvimi’nde anlatıcı-yazar, sınırsız hayal evreninde bizi diğer canlılarla hemdem kılıyor. Bu sayede onların gözünden insanı ve insanın zayıf yönlerini deneyimleme fırsatı buluyoruz.

 

Duygular ve Dil

 

Duyguların ve hissedebilme yeteneğinin tüm canlıların arasına çekilen sınırları silen asli unsurlar oldukları, hayvanlar üzerine çalışan Peter Singer tarafından zikredilmişti. Hayvanların zihin ve duygu dünyaları üzerine çalışan Marc Bekoff da Düşünen Hayvanlar isimli çalışmasında Eski Yunan’da pek çok hayvanın insanlarla aynı çeşit duygulara sahip olduklarına inanıldığını belirtiyor. Sanırım asıl sorun, aydınlanma düşüncesiyle Descartes’ın hayvanları belirli durumlarda belirli tepkiler veren makinelere benzetmesiyle ve insanı hayvanlardan üstün tutmasıyla başladı. Oysa yine Bekoff’tan öğrendiğimize göre etoloji, nörobiyoloji, endokrinoloji, psikoloji ve felsefe alanlarında son dönemlerde yapılan araştırmalar, en azından bazı hayvanların korku, neşe, mutluluk, utanç, mahcup olma, gücenme, kıskançlık, hiddet, öfke, sevgi, haz, şefkat, saygı, gönül rahatlığı, iğrenme, hüzün, üzüntü ve elem gibi geniş bir dizi duyguyu hissedebildiklerine dair inkâr edilemez kanıtlar sunuyor (164).

 

Tabii bir de hayvanların dilden yoksun olduğuna ilişkin kadim tartışma var. Hayvanların insan dilinden yoksun olduğu ve insanı üstün kılanın dil olduğu savunusu hepimiz için tanıdık bir tez. Fakat hayvan çalışmaları alanındaki araştırmacılar hayvanların girift iletişim ağlarını keşfettikçe insan dilinin bir üstünlük göstergesi olamayacağını öne sürüyorlar. Hayvan Haklarına Giriş adlı çalışmasında Gary L.Francione, tarihsel olarak bizi hayvanlardan ayıran ve “daha iyi” yapan benzersiz bir özellik olarak dilin kullanımına odaklandığımızı belirtir ve sorar “Öyle olduğunu kim söylüyor?” Hayvanların dil yeteneğini tartışmak yerine asıl sorulması gereken soru yazara göre iletişim kurmak için insan sözcükleri ve simgeleri kullanan bir türde içkin olarak neyin daha üstün olduğudur. Kuşlar uçabilir; biz uçamayız. Sözcükler ve simgeler kullanma becerisini uçma becerisinden ahlaken üstün kılan nedir? Yazar “Yanıt tabii ki, bizim böyle söylüyor olmamızdır” der (229).

 

Şimdi Terane Vahid’in öykülerinde dillerin ve duyguların iç içe geçişine ve asıl işaret edilenin neden dönüp dolaşıp insanın diğer canlılara bakışındaki maraza geldiğini tartışalım. “Kuş Dili” isimli öykü, ilhamını bütün mahlukatın dilini bilen Hz. Süleyman kıssasından alarak yazılmış. Öyküdeki ana karakter, Allah vergisi olarak dağların, taşların, suların, ağaçların, zerre tanesi kadar küçük canlıların dilini bilir. İlginç olanı bu kişi artık iklim krizinin görünür bir şekilde yaşandığı, toprağın kirlendiği, bitkilerin hastalandığı ve insanların da maneviyatsızlık “vebası”na yakalandığı bir dönemde gelmiştir ve böyle bir dönemde ona kimse inanmayacaktır.

 

Sözü edilen kişi ömrü denizlerde geçen bir balıkçıdır. Balıkçının aklında sürekli neden hayatını denizlerde geçirdiği halde tenceresinde pişenlerin hep küçük balıklar olduğu sorusu gezinir. Bu sorunun cevabını kısa sürede anlar: Büyük balıklar ev geçimi için satılmakta ve balıkçıya kalan hep küçükler olmaktadır. Bu soru ve cevabı da öykünün anlatmak istediği meseleye bir yerinden ilmiklenecektir. Lakin, hikâyenin akışında sıra balıkçının denizde geçirdiği gizemli bir gece sonrasında sabah kumsalda bir salyangozun kumda çıkardığı sesleri duyması ve onunla konuşmaya başlamasındadır. Küçük salyangoz ona artık tüm canlıların, dağların, taşların dilini bildiğini müjdeler. Balıkçının şaşkınlığı karşısında, canlıların hep konuşageldiğini hatta Allah’a nasıl dua ve niyazda bulunduklarını anlatır.

 

Balıkçı o sıra büyülü bir dünyaya adım attığını kavrar. Çevresindeki kumların hareketlerini, güneşin gülümsemesini, denizin kendine söylediği ninnileri fark eder. Dalgaların çarptığı kayalar sevinçten çırpınır. Balıkçı denizin üzerinde bu anları yaşarken ağını denize atmak için iyi bir zaman olduğunu düşünür. İşte öyküde balığın dilini duyduğumuz ana geliriz. Ağa takılan 4-5 yaşlarındaki bir Mersin balığı çırpınır, bağırır; “Beni kimse tutamaz, ben çok küçüğüm, yenilecek kadar büyümedim. Henüz 10 yaşına bile gelmedim” diye inler. Henüz yumurtlaması için önünde yıllar vardır. “Beni hiçbir yere götüremezsin, satamazsın. Annemi yumurtaları için öldürdünüz, babamı kandırıp ağınıza düşürdünüz. Şimdi de benim sonumu getireceksiniz” diyen balık sinirden titrer, zor nefes alır. Balıkçı bir müddet düşündükten sonra balığı denize geri bırakır. Balığın konuşması öykünün kurgusu içinde gayet olağandır, fakat burada bu konuşmanın bizi bir sorgulamaya davet ettiğini görürüz. Balığın geçmişe yönelik hafızası ve türünü devam ettirebilmek için acıdan ve ölümden kaçmaya yönelik bilinciyle tanışırız. Burada yukarıda atıfta bulunduğum Gary L.Francione’ye yeniden dönmek istiyorum. Öyküdeki büyülü gerçekçi atmosferde mümkün kılınan olaylar aslında gerçekliğe de çok uzak, ters değil. Francione, “Acının bilincine varan bir varlık belli bir benlik bilincine sahip olmak zorundadır” diyor (223). Balık, acısının, annesinin, babasının çektiği acının ve kendi cinsinin, yaşının da farkındadır. Kaldı ki balık insanla iletişime geçebiliyor, biz bunun ancak hikâye evreninde mümkün olduğunu düşüneduralım araştırmalar, hayvanların kendi türlerinin diğer üyelerinin yanı sıra insanlarla da iletişim kurabildiklerini gösteriyor (224).

 

Balık ve balıkçı arasında dil, hafıza, bilinç meseleleriyle birlikte üzerinde durmamız gereken diğer kritik nokta da insanın diğer canlıları avlamakta, yemekte hak gözetip gözetmediğidir. Henüz yumurtlaması için vaktin gelmediği balıkların avlanmasının ahlaki ve hukuki boyutu da tartışma konusudur.

 

Hikâyenin devamında balıkçının her türlü canlının dilini konuştuğu bilgisi kasabada yayılır, herkes merakla onun yanına koşar ama fark ederler ki balıkçı artık insanların konuştuğu dili konuşmaz. Polis tarafından sorguya çekilir, casus olduğundan şüphelenirler; ona işkence ettikleri yetmezmiş gibi onun balıkların dilinden anlamasından fayda sağlamaya çalışırlar. Balıkçının rahatlıkla ağı doldurması, bu sayede değerli siyah havyardan çokça para kazanmaları işten değildir. Ne ki balıkçı sorgunun sonunda tımarhaneye kapatılır, üç yılını burada geçirir. Çıktığında ise kurdun, kuşun, otun dilini bildiği halde yeryüzündeki insanların günahını yıkayacak temizlikte hiçbir şeyin kalmadığını görür. İşte bu zihin yapısındaki birisi tenceresinde büyük balık kaynatmayı hiçbir zaman akıl edemeyecektir. İncir ağacı, zeytin dalı, üzüm tanesi kan ağlar, toprak yaralıdır. Balıkçı insanların dilini tamamen unutur, denize gömülür.

 

 

“Bizi Bağışlayın!”

 

Kitapta dikkat çeken bir diğer öykü ise “Hitte” isimli öyküdür. Öykü çarpıcı bir girişle başlar, “O gün -ağaçların budaklanıp süzüldüğü gün, balıkların kıvrıla kıvrıla nehir boyu yüzdüğü gün, Deli Samet’in atı kendini kayalıklardan attığı gün- işte o gün köy kıyamete inandı. (…) O gün Alhas yapacağını yapmıştı. Tuzağa düşürdüğü tilkiyi ağaca asıp derisini diri diri yüzmüştü. Kışın ayazında ağacın dalında sallanan tilkinin kırmızı eti, tilki tir tir titredikçe kanını etrafa sıçratıyor; gözleri, kirpiksiz gözleri etrafa ateş saçıyordu.” “O gün Alhas’ın vicdansızlığı insanları korkutmuştu.” Bu vahşete dayanamayan köy öğretmeni tüfeğiyle can çekişen hayvanı vurur.

 

Bu korkunç sahneyle açılır öykü, peki bu vahşet bize ne anlatacaktır? Ölen sadece bir tilki midir? İnleyen sadece o mudur? Bu olayın olduğu sırada köyün mollası Nurahmet’e durduğu yerde inme iner. Üç gün boyunca ölü gibi kalır, sonrasında ancak dudakları açılır ve mırıldanmaya başlar. Köyde herkesin zihninden geçen Alhas’ın günahının Nurahmet’i tuttuğudur, Nurahmet köyü kurtarmıştır. Fakat o, üç günden sonra insanlara boş gözlerle bakar ve hiç kimsenin anlamadığı bir kelimeyi fısıldar, bu kelime “Hitte”dir. Herkese akıl veren molla artık bebek gibi ağlar, ağladıkça da Hitte diye mırıldanır. Zaman geçtikçe Nurahmet’in garipliği artar. Ağaçların altında, suyun kenarında, yolun ortasında saatlerce diz çöker, ellerini göğe açıp takati kesilene kadar Hitte diye bağırır. Hatta Hitte kelimesi artık köydeki çocukların da diline dolanır.

 

Bu sırada köydeki mescitlerin artık yeni hükümet tarafından ambara çevrileceği bilgisi de Alhas tarafından Nurahmet’e aktarılır. Haberi alan Nuarhmet Alhas’ın boğazını öyle sıkar ki jandarma duruma müdahale eder.

 

Alhas’ın tilkinin derisini diri diri yüzdüğü gün köyün kaderinin değiştiğine ve lanetlendiğine inanılır. Bu olaydan kısa bir süre sonra II. Dünya Savaşı başlar; köy hastalıktan kıtlıktan, ölümden başını alamaz. Yıllar sonra köye bir arkeolog gelir, köydeki ihtiyarlar ona bu olayı anlatırlar ve Hitte sözüyle Nurahmet’in ne demek istediğini hâlâ anlamadıklarını söylerler. Cevap arkeologdan gelir, Bakara suresinin 59’uncu ayetinde geçer Hitte, “Bizi Bağışlayın!” demektir. Arkeolog, o mollanın Allah’tan bütün köyü bağışlamasını istediğini kimsenin anlamadığı sonucuna varır.

 

Belki Alhas’ın yaptığı çok sıra dışı, tekil bir katliam ve vahşet örneği ama yine de buna benzer olayların pek çok köyde, kırsalda yaşandığını biliriz. Öykü bize canlı canlı yüzülen bir hayvanın çektiği eziyet yüzünden bütün insanlığın suçlu addedileceğini salık verir.

 

Alhas muhtemelen kürkü için o tilkiyi yüzmüştü, öykünün geçtiği coğrafyadan çok başka bir coğrafyadan ve öykün anlattığı zamandan çok sonra gelen bir zamandan örnek getireceğim ama insanın temayüllerinin değişmediğini göstermek adına bu bilgiler farkındalık yaratabilir. Dünyada her yıl 40 milyon kadar hayvan, postlarından kürk manto ve başka giyim eşyaları yapabilmemiz için öldürülüyor. Bir 10 milyon hayvan da kürkleri için tuzakla avlanıyor. (Francione, 95) Yazara göre burada hatırlamamız gereken en kritik nokta hayvanların hisleri, acı çekebilmeleridir. Onlara karşı gereksiz yere acı çektirmemek gibi ahlaki ve hukuki bir yükümlülüğümüz olduğunu tartışmamız ve bunu bir doğru olarak kabul etmemiz gerektiğidir (97).

 

Meyve Vermeyen Ağaç Taşlanır mı?

 

Terane Vahid’in canlıların yaşamına karşı geliştirdiği duyarlılık ve onların sesine kulak verme isteği diğer öykülerinde de kendini gösteriyor. Örneğin “Korku Çiçekleri” isimli öyküde, üç yıldır meyve vermeyen elma ağacının başına gelenleri okuruz. Bu hazin hikâyede diğer meyve ağaçlarının her sene verdiği meyvelerle mesut olan bahçıvanın elma ağacının yanına gelip onu tehdit eden sözleri bize tanıdıktır aslında. Anadolu kültüründe de meyve vermeyen ağaca balta gösterildiğinde sonraki sene ağacın meyveye durduğuna inanılır. Hikâyede, elma ağacı bahçıvanın tehditkâr sözlerinden sonra kötüleşerek gövdesinden çatlamaya başlar, bal gibi bir şire yarıktan akarak toprağa süzülür. Sonra garip bir şey olur, bir sonbahar vakti elma ağacının çiçeklendiğini görür bahçıvan oysa kar havasının ayazı yaklaşmaktadır. Bahçıvan “korkudan çiçeklenmiş ağacın derdini yüklenir”. Ve dedesinin sözünü hatırlar, “Bahçıvan bağa elinde baltayla giderse gökten taş yağar”. O gece gökyüzünden taş düşmemiştir ama kar yağar. Öykünü sonrasında ağaçla birlikte karlara batan bahçıvanı ve nedeni hiçbir zaman anlaşılmayan bahçedeki ölümünü okuruz.

 

“Turna” Adam isimli öyküde ise turna kuşuna dönüşmeyi hayal eden yaşlı bir adamın bu hayalinin gerçekleştiğini ve sonrasında insan hafızasını kaybetmekle tamamen kuş bilincine geçmek arasında kararsız kalışını okuruz.

 

Aslında Terane Vahid’in öyküleri ağacın, kuşun, balığın, tüm canlıların dilini duymaya ve duyurmaya meraklı metinler. Bu öyküler bize ekolojik yıkımı, insanın bu tahribattaki payını ve bir gün kurulacak mahkemede hayvanların insanlardan fazlasıyla alacaklı olduğunu anlatıyor.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.