“Terörsüz Türkiye”den Önce Clausewitz’e Kulak Vermek
Yaşanan kırılmanın kalıcı hâle gelmesi için siyaseti, toplumsal mutabakatı ve adaleti önceleyen çok boyutlu bir akıl gerekiyor. Türkiye, siyasetin sesinin daha gür duyulması gereken bu evrede, kazanılan askerî başarıyı bir iç barışa tahvil edebildiği ölçüde gerçek anlamda zafer kazanmış olacak.

2025 yılı Türkiye Cumhuriyeti’nin iç güvenlik tarihinde köklü bir dönüşüme sahne oluyor. Her detayıyla “tarihi” diyebileceğimiz bir kırılma yaşıyoruz. PKK’nın resmî olarak kendisini feshettiğini ve silah bıraktığını açıklaması yalnızca silahlı bir örgütün sonuna değil Türkiye’nin 40 yıllık güvenlik paradigmasının dönüşümüne de işaret ediyor. Bu gelişmeler kamuoyunda “duygusal”, siyasette “tarihsel”, güvenlik bağlamında ise “stratejik” bir kırılmanın işaretlerini veriyor.
Savaş mantığı üzerine kafa yoran isimlerden en bilinen olanı, 1780-1831 yılları arasında yaşayan Prusyalı General Carl von Clausewitz. Onun, bu alanda çalışanlar tarafından artık ezberlenmiş görüşlerinden biri ise şu: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır.” Yani “General” bu yaklaşımıyla, savaş ve çatışmanın nihai bir “amaç” değil siyasi bir “araç” olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Tam da bu günlerde, Türkiye açısından “buralara nasıl gelindiğinin” çok yakın dönem cevabını da kendisi vermiş oluyor.
“Şiddet Yoluyla İrade Dayatımı” ve Türkiye’nin Son Dönem Stratejisi
PKK’nın kuruluşundan bu yana sürdürdüğü terör eylemlerinin kendi içindeki manası, özellikle bölgesel konjonktürün değişmesi, Türkiye’nin güvenlik kapasitesini artırması, savunma sanayiindeki asimetrik üstünlüğün tahkim edilmesi ve örgütün yaşadığı toplumsal meşruiyet kaybı gibi nedenlerle neredeyse yok oldu. Suriye iç savaşında kurulan yapay ittifakların dağılması ve (belki de en kritik olanı) Türkiye’nin TSK-MİT işbirliğiyle “tam saha pres” olarak uyguladığı hibrit mücadele, PKK’nın operasyonel kapasitesini neredeyse yok olma noktasına getirdi. “General” savaşın özünü anlatırken “Savaş, düşmana karşı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet eylemidir” diyerek onun yalnızca bir çatışma biçimi değil bir “siyasi irade dayatımı” olduğunu da söylemişti. Türkiye’nin son yıllardaki sınır ötesi ve yurt içi operasyonlarda geliştirdiği strateji de yalnızca askerî değil aynı zamanda siyasi bir kararlılık beyanıydı. Zeytindalı, Barış Pınarı ve Pençe Harekâtları PKK’nın hareket kabiliyetini ortadan kaldırmıştı. Bu taktiğin genel bir stratejinin ürünü olduğu, örgütün kısa ve orta vadedeki hedeflerini “ulaşılamaz” kıldığı ve nihayetinde silah bırakmaktan başka çok az çaresi kaldığı anlaşılıyor.
Savaş araçlarının “amaçla” olan uyumu kesilince, yani “araç” artık “amacı” gerçekleştirecek pozisyondan alabildiğine uzaklaşınca hâliyle askerî yapı çöküş sürecine girdi. PKK’nın kendini feshetmesi, araç ile amaç arasındaki rabıtanın kaybolduğunun net göstergelerinden biri oldu.
Savaş bitti, çünkü Türkiye bir bakıma örgüte karşı iradesini askerî başarı yoluyla kabul ettirdi.
Taktik Zaferden Stratejik Barışa Geçiş
Clausewitz’in yaşadığı döneme uygun şekilde kavramsallaştırdığı “mutlak savaş”, düşman tarafların birbirini tamamen yok etmeye odaklandığı bir çatışma türüdür. Ancak bu savaş türünün, özellikle etnik temelli sorunlarda işe yaramadığı dünyanın başka bölgelerindeki benzer savaş, çatışma ve krizlerle ispat edilen bir vakıa. Türkiye’nin “Terörsüz Türkiye” diyerek andığı sürecin ise bir “devlet stratejisi” olduğu anlaşılıyor. Bunun, içte sürdürülebilir bir barışa, bölgesel düzlemde sürekli istikrara ve uluslararası arenada ise ülkenin imajına pozitif bir katkıya kapı aralaması murat ediliyor.
Tam da bu noktada, Clausewitz’in mevkidaşı olan bir başka generale, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a kulak vermekte fayda var.
Başbuğ’un bir dönem oldukça yankı uyandıran “26 yılda beş kez PKK’yı bitirdik ama hâlâ bitmedi” tespiti, savaşın araç olduğunun ve kendi başına çözüm üretmeyeceğinin en sarih anlatımlarından biri oldu ve gelecekte benzer döngülerin girdabına yeniden kapılmamak için silahın bu meselenin merkezinden çıkarılması gerekliliğini de ortaya koydu.
Eski Genelkurmay Başkanı’nın da işaret ettiği gibi, askerî olarak beş defa bitirilen ama her defasında geri dönen bir tehdidin salt askerî yöntemlerle yok edilemeyeceği sanırım artık anlaşıldı. Bu noktada kültürel ve siyasal taleplerin demokratik temsil mekanizmalarıyla yönetilmesinin, güvenlik politikasının sadece anayasal meşruiyet üzerinden yürütülmesinin, parlamentonun sürecin içinden bir aktör hâline getirilmesinin öneminin altını çizmek gerekiyor.
Savaşı Asker Kazanır, Barışı Siyaset İnşa Eder
Başbuğ’un da hatırlattığı gibi geçmişte terörle mücadelede taktik başarılar elde edilmiş olsa da bu başarılar kalıcı bir sonuca evrilmemişti. Türkiye bugün bu döngüyü kırmış görünüyor. Bu kırılmanın kalıcı hâle gelmesi için siyaseti, toplumsal mutabakatı ve adaleti önceleyen çok boyutlu bir akıl gerekiyor.
Türkiye, siyasetin sesinin daha gür duyulması gereken bu evrede, kazanılan askerî başarıyı bir iç barışa tahvil edebildiği ölçüde gerçek anlamda zafer kazanmış olacak.

CİHAT ARPACIK
