Teşhir ve Teşhircilik Arasında Bir Temaşa Sanatı Olarak Siyaset

Bakmaya doymayan gözün iştahı kabartılan modern dünyada kitlelerin temaşa ihtiyacını diyalektiğin gereği olarak her an birbirleriyle ç/atışma halinde olan siyasetçiler önemli ölçüde gidermektedir. İşte, siyaseti apolitikler için en azından izlenmeye değer kılan savaş sahneleri gibi bu adrenalin artırıcı aksiyon yüküdür ve siyaset bir teşhir ürünü olarak ücretsiz temaşa edilebildiğinden oldukça eğlenceli bile olabilir.

Teşhir ve Teşhircilik Arasında Bir Temaşa Sanatı Olarak Siyaset

 

Sosis ve siyasetin nasıl yapıldığını bilen geceleri rahat uyuyamaz.

(Otto von Bismarck, İlk Almanya Şansölyesi, 1815-1898)

 

Önce basit bir soru ile başlayalım: Bir ülkenin hiç de yabana atılmayacak bir bölümü neden Pazar sabahı uykusunu almak yerine başka bir ülkede mukim bir organize suç örgütü liderinin Youtube videolarını izlemeyi kendilerine iş edinir ki? Videoların sahibiyle aynı kuşaktan olduğumuzdan bizim için “Pazar” demek, sonradan adına “brunch” denilecek ama serpme veya açık büfe olarak dışarıda değil evde yapılan geç kahvaltıdır. Pazar demek, ülkenin siyah beyaz tek televizyon kanalında öğlen 12 olsun da Western sineması kuşağında Vahşi Batı nasıl bir yermiş öğrenelim diye sabırsızlıkla beklemektir. Meraklısına Hikmet Şimşek’in Pazar Konseri veya Cenk Koray’ın sunduğu Tele Pazar’dır ama en çok da Bizimkiler ve Parliament Sinema Kulübü’dür.

 

Pazar, haftanın sıradan bir günü olmasının çok ötesinde bu toprakları çalışan bir sosyal bilimci için oldukça bereketli ve bir o kadar da mümbit bir inceleme alanıdır. Çünkü Türkiye gibi halkının kahir ekseriyeti -en azından kağıt üstünde ve/ya folklorik anlamda- Müslüman bir toplumda Pazar günü kurulan semt pazarlarındaki alışverişi saymazsak en az Hristiyan bir toplumunki kadar dinlenme günüdür. Cumartesi ve Pazarın resmî tatil olması bir yana Pazar resmiyetten bağımsız sosyal ve psikolojik bir tatil günü olup “bir Pazarımız var…” ifadesi tam da bunu anlatmaktadır. Ama sabah 07:30’a alarm kurmak vasıtasıyla azm-ü-cezm-ü-kast eyleyip Pazar günü taammüden erken kalkarak bir sosyal medya platformundan canlı konuşma izleme günü hiç değildir…

 

Daha doğrusu kısa bir süre öncesine kadar değildi. Pazar’ı bir başka açıdan değerli kılan işte bu toplumsal değişiminin billur bir örneği olmasıdır. Elbette pandeminin başlamasından bu yana işlerini bilgisayarlarına taşıyarak evlerinden yapabilenler için bence artık Pazar da her gün gibidir. Bu minvalde senkron ve asenkron izleyici kitle için mezkur videolar hayatlarına yeni bir aksiyon eşliğinde adrenalin pompalamaktadırlar. Zira mevzubahis videolar eşliğinde bir gün önceki önemli bir spor karşılaşması veya popüler bir dizi gibi ertesi gün müdavimleri gün boyunca birbirlerine kritik yapabilecekleri yeni bir mecra yakalamışlardır. Dahası, bu videoların izleyici kitlesi için asıl heyecan verici olan ise, iyi kötü dedikodu düzeyinde haberdar oldukları ve/ya hiç bilmedikleri olayları ya olayların azmettiricisi, planlayıcısı ve/ya uygulayıcısı ya da oldukça yakından takip eden birinden tevatür düzeyinde öğrenebilmeleridir. Böylece dizlerine vurup “vay anasını arkadaş” nidasının eklemlendiği yüksek yoğunluklu bir aydınlanmanın sağladığı haz eşliğinde Nirvana’ya smaç yapmaktadırlar. Çünkü sadece sıradan cahiller için değil içeriden bilgilenmek herkes için değerlidir. Bunu en iyi insider trading veya whistleblowing yapanlar bildiğinden “sessizlik yasası” ahlâki normları terk ettiğinizde kendisi bir ahlâki norma dönüşür. Youtube’daki Sedat Peker’in videolarındakine benzer bir bilgilenmeyi daha önce zamanın Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın 25 Aralık 2013’de bakanlık ve milletvekilliğinden istifasını açıklarken tecrübe etmiştik. Bayraktar konuşmasında herkesi oldukça şaşırtan şu ifadeleri kullanmıştı:


Ben müsaadenizle basın açıklaması şeklinde çok kısa ifadelerde bulunmak istiyorum.17 Aralık tarihinde yapılan operasyon dosyasında şahsımı rencide edecek veya izah edemeyeceğim hiçbir husus yok. Ancak Sayın Başbakan’ın istediği Bakanla çalışmak veya istediği bakanı görevden almak en tabi hakkıdır ve yetkisidir. Fakat ‘rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız’ şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü, soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı. Bu minval üzere bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ettiğimi açıklıyorum. Bu milleti ve vatanı rahatlatmak için Sayın Başbakanın istifa etmesi gerektiğine inandığımı ifade ediyor, yüce milletime saygılar sunuyorum.

 

Bu konuşmanın üstünden yaklaşık bir buçuk yıl sonra o zamanın Başbakan Yardımcısı ve Hükûmet Sözcüsü Bülent Arınç da 23 Mart 2015 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısını müteakiben yaptığı basın toplantısında kendisini o dönem “Gülen Cemaati” olarak bilinen (FETÖ) yapıyla işbirliği içinde olmakla suçlayıp Twitter hesabı üzerinden “Arınç seni istemiyoruz” ifadesiyle istifaya çağıran dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Melih Gökçek’e verdiği cevap da yine içeriden ve böylece şaşırtıcı olduğu kadar ilgi çekiciydi. Arınç, Gökçek için şunları söylüyordu:

 

Benim Cemaat ile ilgili sevgimi 78 milyon bilir. Ama 17-25 Aralık çıktığından beri ben hükümetimin yanında yer aldım. Cumhurbaşkanımın yanında yer aldım. Sadece ben değil, eşimle ve ailemle biz, paralel devlet yapılanmasının bir milli güvenlik meselesi olduğunu bilip bununla mücadele eden insanlarız. Ben buyum. Her şeyimle ortadayım. Amerika’ya giden, olimpiyatlara koşan benim, bu hizmetlerin ne kadar iyi olduğunu anlatan benim. Ben bunları gizlemedim ki. Ama Gökçek bunlardan daha fazlasını yapmıştır. Belediye başkanlığı adaylığında ve seçimlerde oy isterken bu yapının kucağında oturmuştur. Bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır. Yurt yerleri vermiştir, zengin işadamlarına okullar yaptırmıştır. İmar planlarında değişiklikler yaptırmıştır. Şunları yaptırmıştır, bunları yaptırmıştır. 30 Mart seçimlerine kadar da ağzından da bu paralel yapıyla ilgili bir tek kötü cümle çıkmamıştır. Çok zor seçimi kazandıktan sonra birilerine yaranmak için mücadele ediyor görünmektedir. Kanunen vermiş olduğu yerlerin hepsini iptal etme kaygısındadır. Mahkemelerde boğuşmaktadır. Biz o zaman, hiçbir zaman Ankara’yı veya devletin imkânlarını bu yapı için onların eline, kucağına bırakmadık.

 

Yukarıdaki bu kısa yazı çerçevesinde uzun sayılabilecek alıntılardan hareketle ister konvansiyonel medya isterse de sosyal medyanın değişik platformları aracılığıyla olsun insanlar bir aileden bir siyasi partiye kadar herhangi bir kurumda içeriden gelen bilgiye kulak kabartmakla kalmıyor tam tersine kulaklarını dört açıyorlar. Hele de bu bilgileri sunan, çeşitli tarihler ve isimler vererek sunduğu bilgilerin sınanabileceğinin ve böylece kendi karanlık geçmişine rağmen verdiği bilgilerin nasıl aydınlatıcı olduğunun ve “bilimsel” anlamda doğrulanabileceğinin de yolunu gösteriyorsa elbette bu bilgiler ilgili hukuki merciler için olmasa bile sıradan insanlar için daha da cezbedici olmaktadır. Dahası bu bilgiler daha ziyade göstergebilimin alanına giren özenle seçilmiş sembollerle döşeli bir dekorla teatral bir etkinlik olarak teşhir ediliyorsa bu tam da siyasetin bizatihi kendisidir. Neden?

 

 

Çünkü siyaset doğası gereği teşhircidir. Bu, karar vermekten tutun da alınan kararları pratiğe geçirmeye kadar tüm eylemleri duruma göre uygulayıcılara, duruma göre halka arz-ı-endam etmektir hatta bunun da ötesinde, ister iktidar olsun ister muhalefet olsun, bu eylemleri kör gözüne parmağım şeklinde bir teşhirciliktir. Kısacası, muktedir yaptığı hizmetin bilinmesini, muhalefet de bu hizmetin yanlışlığını, gereksizliğini veya en azından eksiklerini ortaya koyduğunun bilinmesini ister.

 

Siyaset sadece kamusal otoritenin yönetiminde hizmetlerin sevk ve idaresi veya mümkünlerin sanatı değil tam da bu anlamda bir temaşa sanatıdır. Haliyle rejimlerin demokratik veya antidemokratik olmasından bağımsız olmak üzere siyasetçiler de hüner ve yeteneklerini kamusal alanlarda kamuya teşhir ederler. Teşhir bir eylem olarak fail bir teşhirci ile meful teşhir edilen soyut ve/ya somut fenomen/ler ile teşhirin sunulduğu biri/leri/ni gerektirir. Teşhirin sunulduğu ise temaşa eyleminde faildir ve teşhirin etkileşimine bağlı olarak teşhirin de pasif izleyicisi değil aktif parçası haline gelebilir. İşte demokratik siyasetin amacı budur.

 

Bakmaya doymayan gözün iştahı kabartılan modern dünyada kitlelerin temaşa ihtiyacını diyalektiğin gereği olarak her an birbirleriyle ç/atışma halinde olan siyasetçiler önemli ölçüde gidermektedir. İşte, siyaseti apolitikler için en azından izlenmeye değer kılan savaş sahneleri gibi bu adrenalin artırıcı aksiyon yüküdür ve siyaset bir teşhir ürünü olarak ücretsiz temaşa edilebildiğinden oldukça eğlenceli bile olabilir.

 

Siyaset, “seyirlik değil ömürlük olsun” dendiğinde ise, ister Schmittyen anlamda ister Gramsciyen anlamda savaş hali olarak tanımlandığında her savaşın hem sahada hem de izleyiciler arasında tarafları vardır. Bu taraflık bitaraf olmaktan holigan taraftarlığa kadar değişik tonlarda olabilir. Genelde sıradan insanların vatandaşı oldukları ve/ya başka devletlerin kirli çamaşırlarını öğrenmenin hayatlarına bir parça magazin zerk eden boyutu hariç hiçbir değeri yoktur. Çünkü her biri birer Survivor olduğundan onlar için en mukaddes eylem, günün sonunda başta kendilerini ve korumakla yükümlü olduklarına inandıkları ailelerini hayatta tutabilmek ve bunun için evlerine ekmek götürebilmektir. Sıradan insanların hayatını anlamlı kılacak talepler ise temel ihtiyaçlarını çoktan halletmiş seçkinlerin işidir. Böylece siyaset de günün sonunda bir seçkin ameline dönüşür.

 

Seçkinlerin bu hayatı herkes için anlamlı kılmak adına anlam arayışını daha da bileyen ise Baudrillard’ın ifadesiyle gösteri ve seyrinin medya sayesinde anlam yitimini pekiştirmesidir. Baudrillard tezinin doğrulandığı I. Körfez Savaşını, bir şiddet gösteriminin medya ile kitlesel seyre açılmasından hareketle “pornografik bir savaş” olarak nitelemiştir. Baudrillard’ın önermesinden hareketle siyaset zaten doğası gereği teşhirci olmakla kalmaz pornografiktir de. Çünkü siyaset söz ve eylem marifetiyle insanın ihtiyaçlarını hamasetle iştah kabartarak var olduğundan başka kılar.

 

Burada ister konvansiyonel ister sosyal medya için olsun nasıl ki “kötü haber iyi haberdir” öyleyse distopik bir totaliter örnek olan 1984’deki Büyük Birader’in arzu ettiği gibi kelimeler bile anlamlarını yok etmek üzere kullanılarak “Savaş Barıştır. Özgürlük Köleliktir. Cahillik Güçtür”  haline gelir. Bu durum kulak değil zihin tırmalayıcı olsa da su götürmez bir gerçekliğe dönüşerek Nazi toplama kamplarının girişinde “Arbeit macht frei” şeklinde belirebilir. Öte yandan konvansiyonel medyanın büyük ölçüde bırakın anlamını, dijitalleşmeyle varlığını bile büyük ölçüde yitirdiği bir dünyada medyanın sosyal olanına daha fazla muhatap olmamız, medyanın bir ortam/araç olarak artık mesajın kendisi (medium is the messsage) bile olmaktan çıkıp bizatihi kendimizin medyaya dönüşmesinden kaynaklanmaktadır.

 

Kısacası, hepimiz Leyla’sında kaybolan mecnunlar gibi sosyal medyanın parçası haline gelirken siyaset de tam bu matriste şekillenmektedir. Lakin sosyal medyadan uzak kaldığınızda ise “Leyla’dan geçme faslında” olmuyorsunuz velev ki “Mevla’yı bulma yollarında” olsanız bile. Kesretten kinaye tam da bu minvalde hepimizi “sosyalist” kılan bir andayız. Böylece on beş dakikalığına değil on beş saniyeliğine şöhret bulduğumuz bir sosyal medya tüm platformlarıyla siyaseti yeniden şekillendirirken teşhir ve şöhret kavramlarının etimolojik olarak aynı kökten gelmesi daha bir yerli yerine oturuyor.

 

Sonuç olarak; siyaset artık sadece seçkinlerin değil hepimizin ayrı ayrı ve bir bütün olarak anlam arayışımızın bizatihi anlamını oluşturduğunu ve bunun da uzay ve uzama endeksli bir bağlamda gerçekleştiğini fark etmeliyiz. Bu farkındalık bizi teşhire ortak kıldıkça teşhirciliğe gerek bırakmayan bir diyalojik yapı ile pek tabi mümkün olabilir zira siyaset mümkünlerin sanatıdır.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.