Toplumsal Değişim Arzusu ve Siyaset

Siyasetteki değişim gücü, toplumsal değişim arzumuz ve tecrübelerimiz ile çok ilintili. Sorunlarımızı siyah-beyaz ayrımlar şeklinde değil tüm katmanlarıyla konuşabilmemiz, müzakere edebilmemiz, aynı fikirlerde olmasak bile eşitlik, adalet gibi temel ilkelerde uzlaşabilmemiz gerekiyor. Belki o zaman rehin siyasetinden de, fotoğraflı veya fotoğrafsız inşa edilen hiyerarşiden de kurtulma imkânımız olur.

İktidar; dış güçler, stokçular ve daha nice hedef saptırmasının ardından ekonomik krizi en üst düzeyde kabul etmeye, dillendirmeye başladı. Daha önce kabul etmese de KDV indirimiyle fiyatlardaki artışın farkında olduğunu hissettirmişti. Artan maliyetler bu indirimin etiketlere yansımasını pek sağlamamıştı. Üst düzeyde kabul edişin ardından barınma krizi için alınacak tedbirler açıklandı. Ancak ‘düşük faizli’ bu çözümün barınma sıkıntısı çekeni değil, inşaat sektörünü gözettiği kısa bir süre sonra anlaşıldı. Ama konu yine ‘fırsatçılar’ gündemiyle hasıraltı edildi. Vatandaş da özellikle büyük şehirlerde ev sahibi olmak bir yana dursun, artmış fiyatlar ve ev sahiplerinin insafıyla baş başa kaldı. ‘Fırsatçılar’ söylemi, sorunun sebebini görünmez kılmak, sistemin aksadığını örtmek için iyi bir kılıf, ancak bir yandan da toplumsal öfkeyi artırıyor ve vatandaşları karşı karşıya getiriyor. Seçime doğru ekonomik krize karşı başka atakların geleceği konuşuluyor bir yandan da… Memurlara zam, asgari ücrete yeni düzenleme dillendirilen tedbirler arasında. Ama buradaki seçim vurgusu ibrenin vatandaştan çok sistemin devamını sağlama çabasından yana olduğunu gösteriyor.  

 

Yoksulluk Algısı

 

Düşük faiz müjdelerinin verildiği günlerde sosyal medya üzerinde iktidara yakın kesimlerin övgüyle dolaşıma soktuğu bir bilgi de parti teşkilatlarının ramazan boyunca yaptığı yardımlar idi. Hem yardımın büyüklüğü hem de bu yardımların ‘fotoğrafsız’ yapılmış olması övgülerin sebebini oluşturuyordu. Yardımların parti teşkilatları tarafından yapılması, kaynağın hiç konuşulmayışı ayrı bir yazı konusu.

 

Bu yazıda, insanların yardıma bağlı oluşunun hiç konuşulmayışına değinmek istiyorum. ‘Haysiyet’ uzun süredir yoksulluk çalışmalarında sıkça kullanılan bir kavram. Çünkü yoksulluk sadece maddi kaynaklardan yoksun olmayı değil kültürel ve toplumsal birikimlerden dışlanmayı da kapsayan bir durum. Buna maruz kalan kadar toplumun bakışı, durumu norm haline getirmesi ve çıkış imkânı sunulmaması da yoksulluk algısını etkiliyor. George Simmel’in ‘yardım ilişkisi kurulduğunda, yardım düzeneğinin nesnesi haline geldiğinde’ yoksulluğun başladığı tezini hatırlarsak, bu noktada toplumsallığın oluşturduğu etki daha net görülebilir. Şimdi artık fotoğraf çekilmeme vurgusu yapılsa da sosyal politika alanının hak temelli bir bakıştan öte yıllardır yardım alanı olarak yönetildiğini yazıp duruyoruz.

 

Arşivler; maden kazalarında, şehit cenazelerinde el uzatılan(!), kurtarılan yoksulların fotoğraflarıyla dolu. Kimilerinin sürekli güç, imkân kazandığı; kimilerinin de ‘sosyal yardıma’ muhtaçlığının içselleştirildiği bu düzenin taşları, hep o fotoğraflarla oluşturuldu. Şimdi aynı sistemin daha yıllarca devam ettirilmesinin taşları da bu kez ‘artık fotoğraf yok’la örülmeye çalışılıyor. Bir yandan da hukuksal ve ekonomik olarak giderek derinleşen eşitsizliğe, büyük güç anlatıları ve sembolik atamalarla rıza üretiminin devamı sağlanmaya çalışılıyor.

 

Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’nin 2014 yılında söylediği “Silüet baktığın yere göre değişir” cümlesi, iktidarın her konuda olduğu gibi kalkınma konusundaki bakışını da ortaya koyuyor. Süleyman Demirel’in meşhur “Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz” anlayışının üstüne bir katman daha ekleyen bu bakış, istenilmediğinde meseleleri ‘hakikat eksilterek’ çok daha farklı bir şekilde algılatma imkânı sunuyor. Hem hukuki hem de sosyal adaletsizlikler ‘amaç için her yol mubah’ kılıfıyla içselleştiriliyor.

 

Bakış Açısını Genişletmek

 

Tabii iktidara bu konfor alanını sadece kendi bakışı değil; meseleleri keskin ayrım ve hafızasızlıkla tartışan ve giderek kutuplaşan toplumsallıklar ve siyasi iklim de sağlıyor. Buna bir de muhalefetin de aynı tuzağa düştüğünü eklersek; konfor alanı giderek güçleniyor. İktidarın ‘adaleti’ söyleminden düşürmese de onu pek içermeyen uygulamaları, insan onurunun gözetilmediği kalkınma politikaları, ‘müteahhitlerin, güç ve mevki sahiplerinin herkesten daha eşit olduğu’ bir düzen artık ne yazık ki kanıksanmış durumda. 

 

Muhalefet partileri meselelerin en temelinde bir eşitlik sorunu olduğunu ve bunun her sorunu derinleştirdiğini ortaya koyacak bütünlüklü bir bakış yerine, göçmen meselesi başta olmak üzere tüm meseleleri tam da iktidarın istediği şekilde sadece bir cepheden görerek gündemleştiriyor.

 

Göçmen krizinden söz açılmışken, Göç Araştırmaları Derneği’nden Doç. Dr. Didem Danış’ın Evrensel gazetesine verdiği röportajda, meselenin çok katmanlı oluşuna dikkat çekerek çözümün de öyle olması gerektiğiyle ilgili perspektifi önemli. En başta AB’nin sorumluluğuna işaret eden Danış, diğer yapılacakları şöyle anlatıyor: “AB ile 2016’da yapılan sığınmacı mutabakatının iptal edilmesi, onun arkasından da Avrupa’nın ve diğer Batılı devletlerin mülteci kabul etmesini sağlamak gerekiyor. Ülke içinde ise, mevcut gergin ortamı sakinleştirme görevi öncelikle siyasi iktidara düşüyor. Bugüne kadar yaptığı tepeden inme ve geniş bir keyfiyet ve muğlaklıkla yönettiği bu meseleye dair net bir politika geliştirmesi, bununla ilgili kamuoyunu sürekli bilgilendirmesi ve sendikalardan sivil topluma farklı toplumsal kesimleri bu sürece dahil etmesi gerekiyor. Bir diğer görev muhalefet partilerine düşüyor, çünkü onların bu konuyu siyasi çıkarları için araçsallaştırması, herkes için gerilimin yükselmesine ve sorunun kördüğüm olmasına neden oluyor. Vatandaşlar olarak bizlere düşen sorumluluksa bahsi geçen kişilerin birer insan olduğunu unutmamak. Sosyal medyada rahatça attığınız bir tivit, bir mülteci çocuğun okulda akranları tarafından dövülmesine veya parkta oturan bir gencin diğerlerince tartaklanmasına neden olabiliyor. Dolayısıyla ortadaki sorunları küçümsemeden ama şiddet ve nefret dilini besleyen söylemlere de düşmeden, bu konuyu her yönüyle konuşmamız ve tartışmamız gerekiyor. Konunun çözümüne dair geliştirilecek politikaların katılımcı ve demokratik yollarla tartışılması için gerekli ortamı oluşturmak da meselenin ciddiyetini kavrayacak siyasetçilere düşüyor.”

 

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir kullanıcı “İktidarı bırakmak istemeyen bir hükümet ile iktidar olmamak için çırpınan bir muhalefet arasına sıkıştık kaldık” diye yazmış. Durumu güzel özetliyor ama sadece bu kadar değil. Bu durumu asıl norm haline getiren toplumsal reflekslerimiz. Hatta belki toplumsallaşamayan reflekslerimiz. Son yıllardaki seçimlerin ‘oy verilen partiye olan bağlılıktan çok ötekine duyulan nefretle şekillenmesi’ sadece siyasetin oluşturduğu diskurla ilgili değil, toplum olarak bizim de epey içselleştirdiğimiz bir durum. En temel etik kurallar noktasında bile ortaklaşamadığımız gibi; tıpkı Black Mirror dizisindeki bir bölümde gözlerine takılan çipler sebebiyle sıradan insanları korkunç yaratıklar gibi gören askerler gibiyiz. Hapsedildiğimiz korku-nefret koridorlarında sıkışıp kaldık.

 

Siyasetteki değişim gücü, toplumsal değişim arzumuz ve tecrübelerimiz ile çok ilintili. Sorunlarımızı siyah-beyaz ayrımlar şeklinde değil tüm katmanlarıyla konuşabilmemiz, müzakere edebilmemiz, aynı fikirlerde olmasak bile eşitlik, adalet gibi temel ilkelerde uzlaşabilmemiz gerekiyor. Belki o zaman rehin siyasetinden de, fotoğraflı veya fotoğrafsız inşa edilen hiyerarşiden de kurtulma imkânımız olur.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.