Toplumun Doğabilimi
Disiplinlerin hem bir “doğa”ları hem de bir “tarih”leri vardır. Ve her ikisi de içinde yer aldıkları kurumların ve toplumların yapılarından etkilenirler. Sosyoloji de bundan muaf değildir. Hiç de olmamıştır. Ülkede sosyoloji öğretiminin sorunlarını, sosyoloji diplomasının olmayan değerini, mezunların iş bulamamasını tartışırken bu tür mahiyet tartışmalarına girmemek olmaz.
Son haftalarda Perspektif’te birbirinin devamı olan iki yazı yazmıştım: Sosyolojik Mezuniyet ve Beşerî Çalışmalar. Şu an okumakta olduğunuz yazı da onların bir devamı aslında. Bu nedenle eğer daha önce okumadıysanız, bu yazıdan önce o iki yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim. Problematiği daya iyi kavrayabilmek açısından.
Geçen hafta örnek olarak seçtiğim sanat tarihi, Türk dili ve edebiyatı ve felsefe disiplinleri üzerinden bir beşerî çalışmalar çerçevesi belirlemeye çalışmıştım. Ve özellikle de bu disiplinlerin birer bilim olmadıklarını ileri sürmüştüm. Bu manada “science” ile “study” arasında bir ayrım yapmıştım. Disiplinleri belirleyen iki temel nokta vardır. Bunlardan birincisi ele aldıkları konu, tema, alandır. İkincisi ise bu malzemelere yönelik niyetleri, yaklaşım tarzları, ele alış biçimleri, yöntemleridir. Örneğin Aristoteles ve Platon insan ve toplum üzerine düşünmüşler ve yazmışlardır. Ama bu onları sosyolog yapmaz. Çünkü onlar bu konuları felsefi olarak ele almışlardır. Bu anlamda geçen haftaki yazımda ortaya koyduğum çerçeve açısından Kadim Yunan’ın insan ve toplum meselelerine yaklaşımı beşerî çalışmalar kapsamındadır ve bir bilim değildir.
“Sosyal Fizik”
Oysa sosyoloji modern bir bilimdir. Büyük ölçüde fiziğe öykünerek yapılanmıştır. Kurucularından Auguste Comte’un ifadesiyle bir tür “sosyal fizik”tir. Modern sosyoloji modern fiziğin, yani doğabiliminin insana doğa karşısında sağladığı imkânları bu sefer toplumsal meselelerde seferber edebilmenin disiplinidir öncelikle. Bu nedenle ben son yıllarda sosyolojiyi “toplumun doğabilimi” olarak anıyorum. Belki bu noktada fiziğin “physis”e, yani doğaya dair olan anlamına geldiğini hatırlatmam faydalı olabilir. Dolayısıyla fizik zaten doğabilimi demektir. Diğer bütün doğabilimi disiplinleri fizikten doğmuş ve sonra kendi kaderlerini tayin etmiş, tabelasını asmış bilimlerdir. Ancak sosyolojinin modern bir doğabilimi olması, aynı konu ve temaları paylaştığı alternatif yaklaşımlarla bağını tamamen koparmasına ve kendi rüştünü ispat etmesine yetmemiştir. Özellikle de Türkiye’de.
Bunu Türkiye’de bir zamanlar çok yaygın olan ama günümüzde giderek azalan bir tabeladan yola çıkarak anlatmaya çalışayım: Fen-Edebiyat Fakültesi. Ben de uzun yıllar bu tabelanın altında geçirdim üniversiter hayatımı. Hatta sosyoloji bölümlerinde çalışırken ders yılının ilk haftasında girdiğim ilk derslerde öğrencilerime şu soruyu sorardım: Sosyoloji fen midir, edebiyat mı? Öğrencilerim bu soru karşısında ciddi biçimde sarsılırlardı. Ne cevap vereceklerini bilemezlerdi. Ben de bu soruyu zaten mutlaka doğru bir cevabı olduğu ve ben onu çok iyi bildiğim için değil, onların kafalarında bazı düşünümlere neden olmak, en azından disiplinle kurum arasındaki olası algoritmalar hakkında kafa yormaları için sorardım. Şunu da açıkça itiraf etmek isterim: Benim de bu konudaki görüşlerim zaman içinde değişti. Yani sosyolojinin ne olduğu konusundaki görüşlerim. Ben artık hangi tip sosyolojinin daha doğru olduğunu, sosyoloji içindeki hangi akımın daha haklı olduğunu o kadar da önemsemiyorum. İnsan ve toplum malzemesiyle farklı niyet ve yöntemlerle ilgilenme açısından bir çoğulluğun mümkün olduğunu ve bu çoğulluğa saygı göstermek gerektiğini düşünüyorum. Ama bunun ayrıntıları için başka yazılar yazmam gerekir elbette. Konunun dışına pek fazla çıkmak istemiyorum.
Fen ve Edebiyat
Evet dramatik soruyu tekrarlayayım isterseniz: Sosyoloji fen midir yoksa edebiyat mı? Fen-Edebiyat Fakültesi tabelasının altında yer alan bir sosyoloji bölümünde tüm hoca ve öğrencilerin öncelikle cevaplaması gereken sorulardan birinin bu olması eşyanın tabiatına uygundur herhalde. Önce “fen”i ele alalım. Fenin Türkçede ağırlıklı olarak pozitif bilimler anlamında kullanıldığı konusunda pek bir tartışma yoktur diye düşünüyorum. Ama bir yandan da aklıma hemen Osmanlı modernleşmesinin önemli kurumlarından olan Darülfünun’un kuşaklar süren kuruluş aşamasındaki bazı tartışmalar geliyor. Kurumun tabelasının bu şekilde ortaya çıkmasının bir nedeni de “ilim” kavramının medresedeki nakli disiplinleri karşılıyor olmasıydı. Hem medrese ulemasını ürkütmemek hem de belki niyet ve yöntem farkını ifade edebilmek için “fen” tercih edildi. Bu arada unutmadan “fünun”, “fen”in çoğulu oluyor. Yani Darülfünun; Fenler Kapısı, Fenler Evi anlamına geliyor.
Fen-Edebiyat Fakültesi tabelasındaki “edebiyat”ın sadece diller ve edebiyatları, yani eski deyimle filolojileri ifade etmek için tercih edildiğini sanmıyorum. İşte bu noktada geçen hafta Perspektif’te yazdığım “Beşerî Çalışmalar” yazısına bakmak elzem haline geliyor. Tabii hâlâ okumadıysanız! Ben naçizane Fen-Edebiyat Fakültesi tabelasındaki “edebiyat”ın benim geçen haftaki yazımda ele aldığım tüm beşerî çalışmalar disiplinlerini karşılamak için kullanıldığını düşünüyorum. Yani felsefe, sanat tarihi, filolojiler vs.
Benim dramatik soruya cevabım sosyolojinin öncelikle fen olduğudur. Yukarıda Comte’a atıfla kullandığım “sosyal fizik” nitelemesi ve okuduğunuz yazını başlığı bunu yeterince işaret ediyor zaten. Ama insan ve toplum üzerine eğilmenin tek biçiminin toplumun doğabilimi olmayabileceğini de kabul etmek gerekiyor. Kadim Yunan ve özellikle de Rönesans’tan beri bu zeminde çok ciddiye alınması gereken pek çok koluyla bir “human/istic studies” disiplini oluştuğunu göz ardı etmemek lazım. “Human/istic studies” adlandırmasını ben Türkçeye beşerî çalışmalar olarak çeviriyorum. Hatta mevcut Kültürel Çalışmalar tabelasını bu disiplinin en güncel sürümlerinden biri olarak görüyorum. Ama elbette bu da başka yazılarda ayrıntılandırılabilecek bir konu.
Disiplinlerin Doğaları ve Tarihleri
Fen-Edebiyat Fakültesi tabelasına dair son bir soruyu da biraz ironik bir biçimde de olsa hatırlatmak isterim: Sosyoloji “non-fiction” mıdır, yoksa “fiction” mı? Tipik bir Anglosakson düalitesi olan bu ayrımın bile bu konuda çok şey anlatabileceğini düşünüyorum. Bilindiği gibi Anglosaksoncada “fiction” nitelemesi edebi metinler için kullanılır. Bu anlamda “fiction” gerçek olmayan anlamına gelir. “Non-fiction” ise adı üzerinde gerçekliğe dair olan metinleri işaret eder. Biraz zorlama pahasına, söz konusu tabelanın altındaki “edebiyat” kapsamındaki disiplinleri fiction’la ilgilenenler, “fen” kapsamındaki disiplinleri ise non-fiction’la ilgilenenler diye de ayırt edebiliriz. Bunu söylerken bunlar arasında bir hiyerarşi öngördüğüm sanılmasın sakın. Sadece farkı fark ettirebilmek için dikkatlerinize sunuyorum.
Bir bakıma disiplinlerin hem bir “doğa”ları hem de bir “tarih”leri vardır. Ve her ikisi de içinde yer aldıkları kurumların ve toplumların yapılarından etkilenirler. Sosyoloji de bundan muaf değildir. Hiç de olmamıştır. Ülkede sosyoloji öğretiminin sorunlarını, sosyoloji diplomasının olmayan değerini, mezunların iş bulamamasını tartışırken bu tür mahiyet tartışmalarına girmemek olmaz.
Bu yazı da yetmedi. Haftaya devam edeceğim. Umarım en baştaki meseleyi yerli yerine koymayı becerecek bir noktaya gelebilirim.