Toplumun Poetikası

Toplumun Poetikası’ndan söz etmek, toplumun bir yapıt, bir eser olduğunu vurgulamaktır. Yani toplum hazır bulduğumuz bir şey değildir. Olmasına ya da olamamasına; kalitesine veya kalitesizliğine katkı sunduğumuz bir şeydir.

Başlık birçoklarına tuhaf gelecektir, çünkü toplum kavramı fazla somut, hazır, verili bir şey olarak algılanır genellikle. Bir bakıma tarih dışıdır hatta. Adem ve Havva’dan beri bir toplum içinde yaşadığımızı söyleyenler çıkacaktır mutlaka. Böyle bakıldığında toplum, içine doğduğumuz bir şeydir. Hatta toplum kavramı, millet gibi, din gibi, mezhep gibi, etnik kimlik gibi aidiyetlerle birleşince iyice ete kemiğe bürünür ve evrenselleşir. Ait olduğumuz, bizi kuşatan, içine alan, dışını düşünemeyeceğimiz bir kisveye bürünür. Oysa toplum modern bir kavramdır, tarihseldir.

 

Poetika ise daha çok estetik alana ait bir kavram olarak düşünülür. Türkçede daha çok şiire dair bir çerçevede kullanılır. Nazım Hikmet’in poetikasından ya da Necip Fazıl’ın poetikasından söz ettiğiniz; modern Türk şiirinin poetikasından veya klasik Osmanlı şiirinin poetikasından dem vurduğunuz zaman kimse şaşırmaz. Ama toplumun poetikasından, devletin poetikasından, üniversitenin poetikasından konuşmaya başladığınızda gözler fal taşı gibi açılabilir.

 

Oysa “poetik” olanın kökeni olan Yunanca poiesis, zaten yapma, kurma, yaratma, inşa etme anlamı taşır. Üstelik o zamanlar poiesis sadece sanatla sınırlı bir anlama sahip değildir. İnsanın bütün yapıp etme alanlarını kapsar. İnsanın elinden, aklından, fikrinden, gönlünden, muhayyilesinden çıkmış her şey biraz poetiktir. Ve bunların poetikasından söz etmek hiç de abartılı bir şey değildir. Tıpkı techne kavramının, yani bugünkü tekniğin hem sanat hem zanaat anlamına gelmesi gibi. Zamanla kelimelerin kullanım alanları daralır, çünkü çeşitlenirler. Tıpkı hayat gibi. Ya da tersinden söylersek kelimelerin anlamları geçmişe gittikçe genişler. Kelimenin Türkçe kullanımı açısından değil ama Yunanca kökeni açısından baktığımızda kolaylıkla Toplumun Poetikası’ndan söz edebiliriz. Üstelik bu kullanım sadece şiirsel, estetik, kültürel sınırlar içinde bir kullanıma tekabül etmek zorunda da değildir.

 

Bir Yapıt, Bir Eser Olarak Toplum

 

Toplumun Poetikası’ndan söz etmek, toplumun hazır, verili, somut, sadece içine doğduğumuz bir şey olmadığını ima eder öncelikle. Toplum aynı zamanda yapılan, kurulan, yaratılan, inşa edilen bir şeydir. Toplum bizim sadece içine doğduğumuz bir şey değildir. Toplum aynı zamanda bizim içimizden çıkan bir şeydir. Tekrar edeceğim ama bazen gerekiyor ne yapalım: Toplum bizim elimizin, aklımızın, fikrimizin, irademizin, muhayyilemizin, arzularımızın, saplantılarımızın, takıntılarımızın, eylemlerimizin, sessizliklerimizin bir ürünüdür aynı zamanda. Dilerseniz meseleyi bir de Anglosaksonca anlatayım: Toplum bir fiction’dır. Yani kurgudur. Abartma payını siz düşün lütfen! Toplumun Poetikası’ndan söz etmek, toplumun bir yapıt, bir eser olduğunu vurgulamaktır. Yani toplum hazır bulduğumuz bir şey değildir. Olmasına ya da olamamasına; kalitesine veya kalitesizliğine katkı sunduğumuz bir şeydir. Hatta dilerseniz bir de materyalist, hatta Marksist bir jargonla söyleyeyim: Toplum birilerinin emeğidir. Özellikle de zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanların.

 

Konuya özellikle Alman idealizmi açısından yaklaşırsak, örneğin Kant’ı ele alırsak, toplumun bir deha ürünü olduğunu iddia edebiliriz. Deha, Tanrı tarafından insana bahşedilmiş sınırlı da olsa bir yaratma potansiyelidir. Yoktan var etme anlamında olmasa da. Hemen gözümün önüne Michelangelo’nun “Adem’in Yaratılışı” geliyor. Meraklı okurlar Google Ansiklopedisi’ne girip “Michelangelo, Adem’in Yaratılışı” yazdıkları zaman ne demek istediğimi anlayacaklardır mutlaka. Her şeyi ifşa edip hayal gücünüzü sınırlamak istemem.

 

Ancak hemen vurgulanması gereken, dehanın zekâyla özdeş bir şey olmadığıdır. Bizde maalesef böyle bir kolaycılık da mevcuttur. Örneğin idrak, zekâdan çok daha kıymetli bir rol oynayabilir dehanın kalitesini belirlemede. İnsanın modern anlamda özne oluşu biraz da bu yapma, yaratma, inşa etme kapasitesinden, tarihin sorumluluğunu üstlenmesinden kaynaklanmaz mı? Bir anlamda Toplumun Poetikası’ndan söz etmek, toplumun bir insan ürünü olduğundan söz etmektir aynı zamanda. Yani poetika sadece şiir, roman, sanat için değil toplum içinde kullanılabilir, çünkü o da insan ürünüdür. Siz okurları biraz daha provoke etme riskini göze alarak şöyle diyebilirim. İkinci Yeni şairleri şiir yazmaktan çok şiir yapmaktan söz ederler. Kelimenin etimolojisi açısından doğru kullanım da budur zaten. Yazının başında söz etmiştim. Ben de aynı akıl yürütmeyle toplumu yapmaktan, yaratmaktan, inşa etmekten söz ediyorum işte. Yani Toplumun Poetikası’ndan.

 

Bunun farkında olan toplumların bireyleri daha bir sorumlu olurlar. Hayatlarını iradelerinin bir sonucu olarak yaşama kapasiteleri daha yüksektir. Hayatı başlarına gelen bir şey olarak değil de, öznesi oldukları bir şey gibi yaşamaya çalışırlar. Ve bu tip toplumların toplam kalitesi daha yüksek olur. Kaliteli toplumlar kendilerini kuran, yaratan, inşa eden ve bunu bir alışkanlık haline getiren toplumlardır. Bu anlamda toplum olmak bir süreçtir sürekli devam etmesi gereken. Hiçbir zaman tam anlamıyla olmuş olmazsınız. Ben buna rölantisi yüksek toplumlar da diyorum. Örneğin, kendisinden fazla memnun, sürekli kendisiyle ve geçmişiyle övünen, özsel ve verili olarak mükemmel olduğunu düşünen toplumların rölantisi düşük olur. Çünkü onların dehaya başvurmama gibi bir lüksleri vardır! Bu yüzden onlar yaratma güçlüğü çekerler, kendilerini yeni koşullarda, yani zamanlarda tekrar ve daha kaliteli olarak inşa etmekte zorlanırlar. Bir bakıma poetikaları zayıftır.

 

Etnik kimliği, dini, mezhebi, ideolojisiyle fazla mutlu olan toplumlar, yani kimlikleri kişiliklerinin önünde giden kalabalıkların da yaratıcılığı zayıf olur. Çünkü onların şüpheleri, zayıflıkları, takıntıları olmaz. Yaratıcılık, bu anlamda, genelde sanıldığı gibi bir fazlalık, üstünlük duygusundan değil; bir eksiklik, zayıflık hissiyatından beslenir. Örneğin Avrupalı modern yazarların, şairlerin, filozofların, bestecilerin pek çoğu yetimdir. Avrupa burjuva evliliğinde, o zamanlarda, eşler arasındaki yaş farkı bugünkünden ortalama olarak fazladır. Burjuva erkekler 35-40 yaşlarında genelde 20’li yaşlardaki kadınlarla evlenirler. 1900 yılında ise ömür beklentisi 45 yıldır. Bu durumda “erken baba kaybı” tipik bir modern Avrupa burjuvazisi fenomenidir. İlginç olan, bu dönemin büyük yaratıcılarının pek çoğunun babası uzun yaşamış olan çocuklardan değil, babalarını erken kaybetmiş çocuklardan çıkmasıdır. Yani yaratıcılık çoğu zaman bir eksiklik hissiyatından dolayımlanır. Tersi değil. Büyük yaratılar, büyük kayıpların idrakiyle olur. Yaratıcılık ve huzur eş anlamlı kelimeler değildir örneğin.

 

Büyük Yaratıcılık Sıçraması

 

Rönesans ki Avrupa’nın ürettiği modern medeniyetin temelini oluşturur, ki insanlık tarihinin en büyük yaratıcılık hikâyelerinden biridir, iyi bir Avrupalı Hıristiyan olmanın her şeye yetmeyebileceği idrakiyle, yani bir eksiklik şüphesiyle başlar. Bu dönemde bir bakıma bitpazarına nur yağması, yani kadim Yunan metinlerinin kıymete binmesi ve özellikle İtalya’daki Platonik Akademiler ve matbaalarla çoğaltılmasıdır büyük yaratıcılık sıçramasını provoke eden. Rönesans’ın poetikasının, yani inşacılığının kökeni budur. Dolayısıyla yaratıcılık ile gelenek arasında sanıldığı kadar büyük bir karşıtlık da yoktur. Bu noktada sizlere T. S. Eliot’ın “Gelenek ve Bireysel Yetenek” başlıklı muhteşem metnini salık verebilirim.

 

Avrupa tarihindeki klasik inşanın ve modern kanonik yapılanmanın aynı temel üzerinde gelişmesi ise asla bir tesadüf değildir. Önce T. S. Eliot’ta, sonra da Harold Bloom’da güçlü bir kanon, köklü bir klasik altyapı yaratıcılığı teşvik eder. Çünkü deha yaratıcılığı en başta söylediğim gibi bir yoktan, hiçten var etme değildir. Yaratma dediğimiz biraz da eldeki hammaddeyle yeni bir kompozisyon meydana getirmektir. Hamura yeni bir biçim vermektir. Yeni bir formül icat etmektir. Aslında zaten mevcut olan ama daha önce bir araya gelmemiş olanları bir araya getirmektir.

 

Yaratmak ayını zamanda kavga etmektir örneğin. Kendisiyle kavga etmek, toplumuyla kavga etmek, dünyayla kavga etmek, hatta gölgelerle, hayaletlerle kavga etmektir. Büyük yaratıcılık sokakta babasının elinden tutarak yürüyen akranları kıskanmakla başlayabilir. Onlarda olanı ama sende olmayanı ikame etmenin bir yolunu bulmaktır yaratıcılık. Shakespeare’in Harold Bloom’un Batı Kanonu başlıklı başyapıtında söylediği gibi modern Batı şiirinin kurucu kanonu olması herkesin Shakespeare’i taklit etmesiyle değil, tam tersine kendini inşa etmek için kavga etmesi gereken kurucu babanın çok kaliteli olmasıyla ilgilidir. Her rüşt ispatı için, ergenlikten yetişkinliğe geçmek için, her kişilik inşası için kişinin kendi babasını ya da ebeveynlerini katletmesi gerekmez mi? Mecazi anlamda elbette. Ya da Hegel’in ifadesiyle içererek aşması. Yani Aufhebung!

 

Ancak böyle bakabildiğimizde toplum, hayat bizim için erişilebilir hale gelir. Biz de kendi mütevazı dehamızla topluma ve hayata dokunabiliriz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.