Troykanın Mercator Laneti

21’inci yüzyılda toplumsal yaşam, birey, siyaset, jeopolitik ve ekonomi-politik nasıl bir dönüşüm geçirirse geçirsin ve hangi istikamete doğru yol alırsa alsın, Rus Troykası, hayata ve ilişkilerine sürekli bir ihtirazi kayıt koyarak kendi meçhulünde yol almaya devam etmekte ısrarlı duruyor. Troykasının üzerine düşen Mercator lanetini ihsan bilip, büyük bir güç olma hülyasının peşinde, strateji yerine ikame ettiği jeopolitik aşermelerinin inşa ettiği meçhul ufuklara doğru atlarını sürmeyi tercih ediyor.

rus troykası

Ne bu velvele, halk çığırtkanları?

Neden aforozla tehdit ediyorsunuz Rusya’yı?

Nedir sizi kızdıran? Litvanya’daki kargaşa mı?

Bırakın: Bu niza Slavlar arasında

Yerli, kadim, kadere nakşedilmiş bir ihtilaf

Sizin halledemeyeceğiniz bir mesele…

Slav nehirleri Rus denizine ittihad edecek mi?

Yoksa ifraz mı edecekler? Mesele budur…

Uzak durun bizden: okumadınız bu kanlı levhalarda yazılanları.

Anlamıyorsunuz, anlamıyorsunuz

Bu aile içi bir husumet…

Bizden nefret ediyorsunuz…

Ne için? Söylesenize: Uçuruma attık diye mi

Ülkelerin üzerine çökmüş putu

Ve kanımızla kurtardık diye mi

Avrupa’nın hürriyetini, onurunu, barışını?…

Avrupa ile münakaşa bizim için yeni mi?

Rusya zafer mutadını mı kaybetti?

Sarsılmış Kremlin’den

Hareketsiz Çin Seddine…

Vatan Rusya yükselmeyecek mi?

Hadi gönder bize kızgın evlatlarını

Rusya’nın topraklarında onlar için bir yer var.

Onlara yabancı olmayan tabutlar arasında.

 

Rusya Müfterilerine, Puşkin, 1831

 

Rusya büyük. Büyüklük, Rusya’nın hem laneti hem de ihsanı. Sadece dışardan bakanların değil, Rusların da yüzyıllardır, Rusya deyince akıllarına gelen ilk şey büyüklük. Belki de tek şey. Rusya büyümeye müptela. 16’ncı yüzyılda Korkunç İvan’la başlayarak, yüzyıllarca her gün 130 kilometrekare genişleyerek dünyanın altıda birine ulaşana kadar büyüdü. Dünya yüzölçümü yarım milyar kilometrekare. 1991’de, 20’nci yüzyılda ikinci kez imparatorluğu çöken Ruslar, tek seferde, 5 milyon kilometrekareden fazla toprağı kaybettiler. Bu kaybın, mesela Çin’in yarısından, AB’nin ve Hindistan’ın tamamından daha fazla olduğunu hatırlatmak yerinde olabilir. Buna rağmen topraklarında hâlâ 11 zaman dilimi bulunuyor. Rusya her zaman, her şeyden çok coğrafi bir varlık olmuştur. Rusya’nın hiçbir yönü coğrafyasının büyüklüğü kadar dikkat çekmemiştir. Ruslar da tıpkı dünyanın geriye kalanı gibi, nesiller boyunca, ülkelerine dair tasavvurlarını öncelikle haritaya bakarak şekillendirmişlerdir. Dünya haritasında aramadan bulunan ilk ülke olmanın sağladığı psikolojik üstünlük, mekânsal sürekliliği her zaman siyasal ve ekonomik güç olma arzunun dibacesine dönüştürmüştür. Bu durum kesintisiz bir şekilde toprak kazanma halinin bir postulat haline gelmesine yol açmıştır. Bütün bu konumlanmaya rağmen, dünya haritasında bu kadar yeri belli olan Rusya, yüzyıllardır dünyadaki yerinin neresi olduğu konusunda bir mutabakata varamamıştır. Ne coğrafi olarak ne kimlik olarak, Rusya’nın yerini, başta Ruslar olmak üzere, tespit etmek mümkün olmuştur. Avrasya gibi bir melez tarif kullanılsa da Rusya’nın ve Rusların, nerede ve ne oldukları hitama ermemiş bir tartışmadır.

 

Büyüklük bir güç. En azından, 20’nci yüzyıl kapitalist teknoloji ve üretim devrimine kadar, modern Westfalyan perspektiften toprak büyüklüğü hayati bir stratejik güç anlamına geliyordu. Toprak büyüklüğü hâlâ önemli bir güç kaynağı ancak toprakların genişliğinden ziyade üzerinde nelerin olduğu çok daha önemli. Bu yönüyle toprak büyüklüğü aynı zamanda bir yük. Rusya bu yükün altında ezilen bir ülke. Makus kaderini ne küçülerek ne de elde olanı müreffeh kılarak değiştirmek için yüzyıllardır fasit dairesinden bir türlü çıkamıyor. Rus devrimi, yüzyıllardır, önce devlet merkezli bir büyüme, güçlenme ve ayağa kalkma adımıyla başladı. Bu girişimler devleti güçlü kıldı hatta Rus devlet-i ebed müddeti olan ‘Velikaya Dırjava’ya (kudretli devlet ya da totolojik haliyle büyük güç) ulaştıklarını düşündükleri dönemler de oldu. Ancak devleti güçlü kılma girişimi her seferinde önce güçlü devlet-zayıf millet çelişkisini inşa etti. Bu dikotomiden güçlü lider-zayıf toplum, ardından da mutlak tek adama dönüşen liderin elinde savaşlar ve çöküşler yaşanarak fasit daire tamamlandı. Her çöküşten sonra da çıkış için başlangıç noktası olan ‘Velikaya Dırjava’ arayışında toplum ve liderlik buluştular. Bu döngünün en son başlangıcı, 26 Mart 2000’de, dünya milenyumun getireceklerine hazırlanırken, Rusya fasit dairesini yeniden inşa etmek üzere başladı. Putin, Rusya’nın yeni lideri olmuştu.

 

Rusya uluslararası sahneye Portekiz ve İspanyol imparatorluklarıyla aynı dönemde çıktı. İmparatorluklarını büyük topraklara kavuşturan Osmanlı ve Avusturya ile batıda, Çin ve Kuzey Amerika ile doğuda rekabet ederek yükseldi. Fransız ve İngiliz modern deniz imparatorluklarıyla güç dengesi kurmaya çalışarak olgunlaştı. Sonuçta hepsinden daha uzun ayakta kalmayı başardı. Zirve noktasında 65 milyon kilometrekare toprağı mülkü haline getirdi. Bu rakam 45 milyonluk İngiliz ve 30 milyonluk Roma imparatorluğunu düşününce daha açıklayıcı olabilir. İmparatorluk devasa bir büyüklüğe ulaştığı oranda sorunları da aynı boyutta büyüdü. Ancak Rus aklı, sorunların kaynağını büyüklükte değil, küçülme tehlikesi altında görerek, jeopolitik odaklarının daha fazla genişlemeden şaşmamasını sağladılar. Bu yaklaşım, önemli tarihçi Vasilii Kliuchevsky’nin tespitiyle, Rusya tarihinin “kendi kendisini mütemadiyen kolonize eden” krizini doğurdu. 20’nci yüzyılda çözülen imparatorlukların çoğu bir yönüyle okyanus aşan imparatorluklardı. Bir kara imparatorluğu olarak Rusya’nın topraklarını kontrol altında tutması ve idare etmesi çok daha zordu. Savaş zamanlarında İber Yarımadası’nın güney ucundaki Cebelitarık’tan Kaliforniya’daki Sebastopol’a ulaşmak, Moskova’dan Kırım Yarımadası’na ulaşmaktan daha kolaydı. Okyanuslar daha masrafsız ve zahmetsiz bir şekilde birleştirirken, kara zorlu ve maliyetli bir şekilde bölmektedir. Rusya bu coğrafi zorluğu içsel bir güvensizliğe dönüştürerek kendi topraklarında kesintisiz iç savaşını sürdürdü. Hiç kimse Ruslardan dünyanın en geniş topraklarına dair Tolstoy’un sorduğu “İnsan ne kadar toprağa ihtiyaç duyar?” hikâyesinde köylü Pahom’a verdiği “mezarı kadar” cevabını vermesini beklemiyor. Ancak Başkurt diyarındaki Pahom’un toprakla imtihanından çıkmasının da bir yolunu bulması bekliyor.

 

Rus toprakları, hudutsuz mekân tasavvurunun zuhur etmesini icbar ediyor. Hudutsuz mekân tasavvuru Rusya’nın kurumsallaşmasından hukuk düzenine, şehirlerinden idari yapısına, toplumsal kimlik oluşumundan öteki ve dünya algısına ruhunu yansıtmıştır. Coğrafya kaderdir tespiti Rusya için dönüşerek, Rus benliğinin bizatihi kendisi haline gelmiştir. Genişlik ve hudutsuzluk neredeyse fiziki ve zihinsel bir ebedi seyahat tahayyülüne yol açmış, bir iskân krizi eşliğinde adem-i tavattun meselesi çıkarmıştır. Bu ebedi ve amorf coğrafya tasavvuru bir taraftan birçok tenakuzu bünyesinde barındırırken diğer yandan yaşadığı krizlerin neredeyse tamamını mezkûr büyüklük içerisinde çözmek yerine tehir etme tuzağını inşa etmiştir. Avrasya’nın Kuzeydoğu köşesini ihata eden Rusya’nın dörtte üçü donmuş topraklardan oluşmaktadır. Tiyal tabakasıyla kaplı toprakların dışındaki alanın sadece beşte birinde tarım yapılabilmektedir. Onun da yarısı zorlu tarım diye bilinen hasada müsaittir. Rus mekân algısının amorf olmasında, anavatanı işaret edemeyeceğiniz kadar bir büyüklük, merkezi gösteremeyeceğiniz kadar bir genişlik rol oynuyor.

 

Ayrıca, toprakların dışında da merkezi inşa eden derli toplu veya bir başlık altına girecek bir kültürden de bahsetmek kolay değil. Zira Rusya aslında, kültür anlamında, periferilerin cemedilmesiyle tarif edilebilir. Aynı anda Avrupa, Akdeniz, Yakındoğu, Ortadoğu, İslam, Budizm ve Çin kültürleri ne kadar cemedilebilirse o kadar. Bu kültür, din ve dillerin tamamının anavatanlarının ve tarihsel merkezlerinin Rusya dışarısında olması, hepsinin bir potada eritilmesinden ziyade eklektik bir periferiler yükü inşa etmektedir. Bu yük Ruslar açısından jeopolitik bir tehdit ekseninde de ele alınıyor. Sınırları boyunca komşuları olduğuna bir türlü ikna olamayan Ruslar, komşularını her zaman ya doğrudan tehdit ya da başka güçlerin kullanacağı tehdit unsuru olarak ele alıyorlar. Kendisini kâh Bizans’ın varisi kâh III. Roma, bazen Pan-Slav Krallık bazen Komünist Enternasyonel’in dünya başkenti gören Rusya’nın yeni işgal girişimi -muğlak bir Avrasyacılık teolojisi eşliğinde- Rus tarihinin sayfalarında kaybolmuş bir nostalji dünyasından jeopolitik istikamet çıkarmaya dair ilk girişim değil. Ancak yeni olan durum, Moskova’nın tarihin tekerrür etmesini beklerken başı sonu belli bir hedefinin olduğuna kendisini bile ikna etmemiş görüntüsü. Sonuçta, Moskova kaybettiği imparatorluğunun peşinde; Büyük Rusyalılar (Veliruski), Beyaz Rusyalılar (Belaruski) ve Ukraynalı Küçük Rusyalıları (Maloruski) birleştirecek ‘tek millet’ (odin narod) hülyasını casus belli aracı olarak kullanarak yeni bir kırılganlığın ve belki de felaketin önünü açmış odu. 

 

Büyüklüğün bir başka sorunla daha başı beladadır: Nüfus. Rusya’nın dörtte biri olan Avrupa kısmında nüfusunun dörtte üçü bulunuyor. Rusya’nın şaibeli nüfus istatistikleri bir yana nüfusun artış hızından dağılımına, nüfus piramidinin bozulmasından göç veren ülke olmasına kadar bir dizi demografi sorunuyla karşı karşıya. Çin’in bile karşı karşıya olduğu (60 yıl sonra ilk kez geçen sene azalmaya başladı) nüfus sorunu, Rusya açısından önümüzdeki 20 yıl içerisinde bir çıkmaza dönüşme potansiyeline sahip. Zira dokuzuncu büyük nüfusa sahip dünyanın en büyük ülkesinin, 2050’lere giderken ilk 15 arasında tutunması mümkün görünmemektedir. 17 milyon kilometrekarelik Rusya’da, kilometrekareye 10 kişi düşmektedir. Bu nüfusun yüzde 70’inden fazlası şehirlerde ortalama büyüklüğü 60 metrekareyi bulmayan evlerde yaşamaktalar. Büyüklükle nüfus arasındaki derin çelişki Rus korkularının tarihsel kökenlerinden birisidir. ‘Rus büyüklüğü’ bir taraftan coğrafya ve iklim şartlarından dolayı zaten Rusların bile yerleşemediği yerlerin sürekli başka birilerinin işgal tehdidi altında olduğu korkusuyla, yaşanabilir topraklarında nüfusun büyümemesinin sancısı arasına sıkışmıştır. Rusya, Osmanlı tarzı ‘bâkir toprakları şenlendirme’ siyaseti güdecek araçlardan da bir asırdır yoksundur.

 

Aksine 20’nci yüzyıl boyunca savaşlarla, kıtlıkla, devrimle ve göçle demografik felaketler yaşatan Sloviki aklı, son 20 yıl içerisinde farklı etkili promosyonlarla başlattıkları ve ‘Putin çocukları’ diye bilinen sosyal politikalarla açığı kapatmak istese de durum iç açıcı değildir. Dünyanın en büyük ülkesin(d)e yeterince insan bulun(a)mamaktadır. Son yıllarda ekonomik reformdan ümidin kesilmesi, demokrasi açığının büyüyerek devam etmesi ve nihayet nüfusu büyütme hedefi yerine toprakları büyütme hülyasının savaşla sonuçlanması, Rusların eksi göç dalgasına girmesine yol açtı. Sürreel bir hedefe dönüşmüş olan Batı ile kesintisiz rekabet dünyasının, nüfus piramidinde yaşadığı bozulmayla, tarihte defalarca yaşandığı üzere hedeflerini güncellemesi kaçınılmaz olacaktır.  Rus müstesnacılığını inşa eden, bazıları Putin’in son yıllardaki makalelerinde de yer bulan Ruskiy Mir tahayyülünün öncelikle nüfusa ihtiyacı olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi gerekmektedir. Birkaç günde ele geçireceğine olan derin inançtan dolayı, askerleriyle birlikte bir tır dolusu tören bandosu malzemesi de gönderdiği Ukrayna işgali sırasında, nüfus krizinin yanında asker de bulamayıp seferberlik ilan etmek zorunda kalan Moskova’nın imtihanının kolay olmayacağı anlaşılıyor. 

 

 

Jeopolitik Hırsların Sınırları

 

Rusya’nın ‘büyüklük’ meselesinin en çarpıcı boyutu ise dinmeyen jeopolitik hırsları, arzuları ve tahayyülü ile mütekabiliyet içerisinde olmayan gücü arasındaki farkın ‘büyüklüğüdür.’ İkinci ‘büyüklük’ birçok farklı maddi unsurdan dolayı bugüne kadar kapanmamış hatta kapanmaya bile yaklaşmamış bir açıktır. Rusya’nın bu büyük jeopolitik ve ekonomik açığı her arzulu kapatma girişimi hüsranla sonuçlanmıştır. Rus mesiyanizminin maddi şartlardan ve gerçek durumundan bağımsız bir şekilde beslemeye devam ettiği bu jeopolitik hırs, tarihsel trajik yenilgiler ve insanlığın açık ara en büyük kayıplarını verip en ağır acılarını çekmiş olmasıyla da terbiye edilememektedir. Bu yönüyle Rus aklının okumasında zaman, tarih ve takvimin anlamsızlaştığı görülmektedir. Bitmez tükenmek bilmez bir beka gerilimi dünyasında, benzer bir süreklilikle bir kriz ve kaos ekseninde değer fonksiyonu olmayan Rus merkezli dünya okuması nevrotik bir jeopolitik teolojinin oluşmasına yol açmıştır. Rusya merkezli evren ve jeopolitik modelden çıkış için ihtiyaç duyduğu Kopernik devrimine ise oldukça uzak duruyor. Bizans’ın beşerî ve ilahi güçlere iktidarda bir senfoni usulüyle verdiği hisseleri, 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Mesih Petro’da cemeden Rus aklı, büyüklük düşüncesine tam anlamıyla müptela oldu. 19’uncu yüzyılda büyüklük düşüncesi Slavofilizmle yeni bir ivme kazanarak bir dahili mesele olmaktan çıkarak harici bir jeopolitik hırsa dönüştü. Bu dönüşümle birlikte, Avrupa modernleşmesine bir cevap imkânı olarak başlayan büyüklük macerası, rakibinden, Avrupalı siyasal güç dili kavramsallaştırmalarını neredeyse sorunsuz bir şekilde ithal etmiştir. Batı’da sebep-sonuç ilişkisine dayalı rasyonelleşme, skolastik düşünce, seküler devrim, kilisenin metamorfozu gibi başlıkları teğet geçerek Ortodoks kilisesinin vesayetinde gelişen jeopolitik dil, maksimalist hedefleri de tahkim ve tahrik etmiştir. Rus mesiyanizmi zamanla Velikaya Dırjava’ya tam anlamıyla sirayet etmiş ve her türlü felaketten sonra başladığı yere geri dönen bir fasit daire inşa etmiştir.

 

Büyük güç olma, aslında güçlerin kendi kendilerine verebilecekleri bir sıfat değildir. Bu sıfat veya kabul harici olarak elde edilir. Rusya örneğinde ise büyük güç kendi kendilerine verdikleri sıfat olmanın yanında, sık sık telaffuz etmekten imtina etmedikleri bir tariftir. Bu, bir taraftan, Rusya için söylenen ‘İngilizler bir imparatorluk kurdu, Ruslar imparatorluktu’ tespitinin de dile getirdiği bir çıkmazdır. Büyüklük fikri, “imparatorluğun en tabii hal” ya da “en yalın hal” olduğu önyargısını verili bir durum kabul ettiği sürece, değişmesi için özel bir sebep görülmemektedir. Tıpkı Rus coğrafyasının hem Rusların nimetlerinin hem de lanetlerinin kaynağı olduğuna fazlasıyla ikna olunca her türlü değişimin bu coğrafi büyüklük içerisinde anlamsız hale getirilmesi gibi. Burada tuhaf olan durum, imparatorluk fikri kadar büyük bir entiteye her anlamıyla mahkûm olduğunu düşünen bir tasavvurun, yüzyıllardır hitama erdiremediği en büyük sorununun tartışmasız “Rusya’nın dünyadaki yeri” olmasıdır. Küresel coğrafyada hiçbir ülkeyle mukayese edilmeyecek kadar yeri belli olan bir ülkenin dünyadaki yeri konusunda bu denli varoluşsal bir sorunla boğuşması tek başına birçok şeyi de anlatmaktadır. Rusya’nın nerede olduğu, nereye ait olduğu, müstakil mi olduğu gibi sorunlar etrafında yüzyıllardır kimlik krizlerini, zihinsel sıkışmalarını ve reform tartışmalarını yaşıyor oluşu açık bir rasyonelleşme krizine işaret etmektedir.

 

Brzezinski bu jeopolitik aklı en iyi okuyan isimlerden birisiydi. “Rusya, Ukranya(sı) olmadan imparatorluk olamaz” derken tam da Rus jeopolitik muhayyilesinin zihin dünyasını çözümlüyordu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ve ilhak girişimi sırasında; çaresiz kalan askeri, ekonomik, diplomatik ve jeopolitik analizler, Putin’in 2000’lerin başından itibaren yeniden şekillendirdiği Ruskiy Mir tahayyülünün merkez üssü olan Kiev’i göremiyorlardı. Bir noktada güç maksimizasyonu peşinde olan tek adam rejiminin rasyonelleşme sürecine gireceğini öngörüyorlardı. Oysa Putin’in Çin’deki Kış Olimpiyatlarındaki geçit töreni sırasında Ukrayna milli takımı geçerken uykuya dalma numarası yaparak gözlerini kapatması gibi Kiev’i ele geçirme konusunda da reelpolitik ve jeopolitik gerçekleri görmesinin önüne Ruskiy Mir perdesi çoktan çekilmişti. Brzezinski bu perdenin arkasındaki derin çelişki için ‘Rusya ya bir imparatorluk ya da bir demokrasi olabilir. Ancak ikisi birden olamaz’ derken yüzyıllardır Rus elitlerinin ve genel anlamda Rus toplumsal muhayyilesinin Velikaya Dırjava eşliğinde bir teopolitik misyona dönüşen devlet-i ebed müddet düşüncesinin inşa ettiği ‘seçilmiş millet’ misyonunun içinden çıkamadığı çelişkiye işaret etmekteydi. Büyük Güç olma arzusunun, özellikle imparatorluklar çağının kapandığı 20’nci yüzyılla birlikte, ancak hak edilerek elde edilebileceğiyle Rus aklının yüzleşmesi gerekmektedir. Kaldı ki Rusya ile aynı yüzyılda dağılan diğer beş imparatorluk da Rusların tahayyül ettiği Büyük Güç statüsüne sahip olamamış ama bu durumu rasyonelleştiren bir jeopolitik eksen inşa edebilmişlerdir. Coğrafi büyüklüğe, hammadde zenginliğine, nükleer silahlara ve BM veto yetkisine sahip olmak belli ‘süper güç’ unsurlarını ortaya çıkarsa da hayali kurulan Büyük Güç olmaya yetmemektedir. Zira coğrafi büyüklük okyanus yoksunluğuyla, hammadde zenginliği ekonominin dar dinamiklere mahkûm olmasıyla, nükleer güç muhtemel bir felaketin caydırıcılığıyla ve veto hakkı uluslararası sistemdeki cirmiyle tahdit edilmiştir. Bu rasyonelleşmenin belki de en kısa yolu, Almanların 1945 sonrası geçmişle muhasebeleri için kullandıkları uzun kavram Vergangenheitsbewältigung” olabilir. Almanların bu yüzleşmeyi yapabilmelerinde önemli bir paya sahip olan Rusya’nın, kendisi için de benzer bir süreci başlatması oldukça uzak bir ihtimal olarak duruyor.

 

Tarihsel Jetlag Krizi

 

Rusya analizlerinde dikkat çeken en önemli unsur, Ruslara kendi tarihlerinin rahatlıkla sunduğu sayısız ders sahnesidir. Rus tarihinin, Ruslara, başka hiçbir nasihate ihtiyaç duymayacak kadar dersler sunduğu veya yol gösterebileceği düşünülür. Aksine Rus aklının historizme müptela hali geleceğe bakmanın önündeki en önemli engellerden birisine dönüşmüş durumdadır. Isaiah Berlin tarihle obsesif ünsiyetin arkasında ‘Rusların tarih boyunca orijinal kabul edilebilecek hiçbir düşünce geliştirememeleri olduğunu’ söyler. Berlin, bu ‘iddialı çıkışını nesh etmek üzere örnekler getirecek olanlara’ baştan misallerini ortaya koymadan önce ‘dikkatlice üzerine düşünmelerini’ tavsiye eder. Zira ona göre neticede orijinal gibi görünen fikirler de aslında ‘Hristiyanlık’tan, Batı’dan veya Doğu’dan alınmıştır’. Buna mukabil Rusların kültürel ve siyasal fonksiyonu, dışarıdan aldıkları fikirleri azami düzeyde keskin bir inançla hayata geçirmişlerdir.  Mesela Müslümanların tarihlerinde diğer kültürlerle karşılaşmaları ne bir sert çarpışma ne de ithal ettikleri fikirleri ve gelenekleri kendi özgün formlarını muhafaza ederek o dünyanın estetik, düşünce ve uygulamaları içerisinde geliştirerek zirvelere çıkarmışlardır. Adeta ithal ettikleri ve karşılaştıkları düşüncelere, sanatta, felsefede, müzikte, dilde ve mühendislikte bir ‘yitik mal’ muamelesi yaparak Müslüman kültürün içerisinde tabii bir şekilde harmanlayarak kullanmışlardır. Rusların dışarıdan edindikleri fikirlerin özgün formlarına gösterdikleri keskin sadakat, müzikten romana, resimden dansa, sinemadan siyasal akımlara aynı sertlikte yansımıştır. Neredeyse bu alanların tamamında, kaynağındaki formuyla rahatlıkla rekabet edecek hatta onları geride bırakacak ürünler ve gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu çelişkili başarının bir taraftan takdir edilmesi ile kendisine ait olmayan bir alanda ortaya konulan performansın sıkıntısı arasında kalan Rus aklının oldukça tepkisel bir Batı, İslam ve Çin ötekisi söylemi, jeopolitik aklında hemen fark edilebilir. Bu tepkiselliğin özünde bir taraftan özgün olamama kompleksi hissedilirken diğer yandan da kendi acılarına müstesna muamelesi yaptığı görülür. Ortodoks aklın yoğurduğu bu ruh haliyle, İsa’nın insanlığın acılarını çekmesi gibi Ruslar da benzer çilelere kimsenin katlanmadığı kadar katlanmışlardır.

 

Avrasya’da hiçbir ulus savaş dünyasına ve acı sonuçlarına yabancı değildir. Ancak Ruslar için savaş kimliklerini yüzyıllardır inşa eden ana öge konumundadır. Savaş Rusların kendilerini nasıl gördüklerini de ihata etmiştir. Isaiah Berlin’in tespitiyle ‘Rusları tarih(lerin)e müptela’ kılmıştır. Bu müptela halin ana gövdesini savaş tarihi ve beraberinde yaşanmış olan büyük trajediler ve acılar oluşturmaktadır. Rusya acılarıyla tatmin olan, trajedileriyle anlamlı kalabilen bir ulusal ruh halini inşa etmiştir. Rus toplumsal muhayyilesini en güzel şekilde görme imkânına kavuştuğumuz edebiyat ürünleri bu ruh halini yeterince yansıtmaktadır. Rus edebiyat klasiklerinin “melun mesesi” olarak en fazla dikkat çeken ‘ölüm teması’ hayatın her alanını ihata etmiştir. Dostoyevski’nin sancısını çektiği fani cesede hapsolmuş ruhun ‘eziyeti’, Rusya’nın milli ruh haline dönüşmüştür. Walter Benjamin’in ifadesiyle bu durum bitmez bir ‘olağanüstü halin’ bizatihi ruha yerleşmesine yol açmıştır. Dünyanın en geniş topraklarında ruhu daralan bu aklın, sancılarını hafifletmek yerine çilenin kendisine müptela oluşundan keskin bir toplumsal muhayyile, imparatorluğun sahip olması gereken kucaklayıcılık maliyetine zuhur etmiştir. İstisna olması beklenen savaş tarihi eşliğinde şekillenen toplumsal ruh hali tedhişle yoğrulmuştur. Kendi şartları ve halleri içerisinde nihayetinde bir barış düzeni olması gereken imparatorluk kaos tarihine dönüşmüştür.

 

Savaşlar, ortak hafızada muhafaza edilerek, Rusları, savaşta doğup büyüyen müstakil bir ulusal kimliği besleyen tek bir referans çerçevesine mahkûm etmektedir. Bu durum aslında bir Rus jeopolitiğinin zuhur etmesini de imkânsız kılmaktadır. Zira kendi mülkü gördüğü veya topraklarında sürekli devam eden mükerrer savaşların (ya da kolonizasyon sürecinin) dışında, “sınır ötesi” askeri maceralarında da anlamlı bir jeopolitik neticeye ulaşamadığı görülebilir. Askeri müstesnacılık fikrini ve hissini biteviye beslemesinin dışında, Rusya’nın içine düştüğü jeopolitik krizi savaşlarla aşması ihtimal dahilinde bulunmamaktadır. Savaş siyasal, toplumsal ve iktisadi dönüşümlerden etkilenmeyip milli birliğin zamkına dönüşürken, takvimden koparak tarihinin herhangi bir anında yaşama imkânını sağlamaktadır. ‘Dışarıdakiler’ Rusya’yı saldırgan olarak görürken Ruslar kendilerini dört bir yanı düşmanlarla çevrilmiş ve sürekli bir müdafaa halinde görmektedirler. Büyük komşuları sürekli tedbir almaları gereken düşmanlar, geçmişte savaştıkları ülkeler bugün nasıl bir dönüşüm yaşamış olurlarsa olsunlar her an eski hesapları yeniden açabilecek kadim tehditler ve küçük komşuları ise büyük güçlerin her an kullanabileceği unsurlar olarak tahayyül etmek, Rusları savaş halinden uzaklaştıramamaktadır.

 

 

Rusya Ne İstiyor?

 

Korkunç, kanlı, çelik ve daha nice ilginç isimlerle anılan birçok Rus lider oldu. Ancak en fazla iz bırakanları hep ‘Büyük’ lakabıyla anıldılar. Büyük Petro’yla anılmaktan özel bir haz duyan Putin de dahil olmak üzere tarihinin hiçbir döneminde ‘iyi’ ya da ‘adil’ sıfatlarını haiz olabilen bir hükümet veya hükümdar olmadı. Bolca ihtişamla hatırlanan liderin yanında cömertlik veya halka refah sunan isim neredeyse akla gelmemektedir. İktidarında köylü serfliğini ilga ettiği için ‘kurtarıcı’ ya da ‘özgürleştirici’ lakabını alan II. Aleksandr da Özgürlük Hareketi tarafından düzenlenen bir suikastla öldürülmüştür. Liderlerden ve dönemlerden bağımsız olarak, kötü yönetim süreklilik içerisinde yüzyıllardır süregiden bir olguya dönüşmüştür. ‘Rus halinin’ kökenlerine ve sebeplerine kafa yoran farklı yaklaşımlar ve ekoller de aslında çaresiz kalmışlardır. Bugünlere dek uzanan Moğol etkisine dikkat çekenlerden çevresel determinizm okumasıyla coğrafyanın zorlukları ve büyüklüğüyle meseleyi açıklamaya çalışanlara, büyük bir ciddiyetle sabilerin kundaklama tekniklerinde cevabın peşine düşenlerden frenoloji ve genetik araştırmalarından sonuçlara ulaşmaya çabalayanlara varıncaya kadar mebzul miktarda fikir ortaya atılmıştır. Meseleye kafa yoranların cevaplarından bağımsız olarak ‘Rus hali’ zamana ve tarihe karşı ‘imparatorluk’, ‘büyük olma’ veya ‘büyük güç olma’ misyonunu korumayı başarmıştır. Muhafaza ettiği tahayyülün maliyeti ‘kaynakların ve ülkenin kötü yönetimi’, ‘büyük felaketler’ ve ‘asgari yaygın toplumsal refahın sağlanamaması’ olsa da netice değişmemiştir. Ya büyük bir güç olmak ya da yok olmak kıskacından çıkmadığı sürece de bu durumun değişmesi pek mümkün görünmüyor. 21’inci yüzyılda toplumsal yaşam, birey, siyaset, jeopolitik ve ekonomi-politik nasıl bir dönüşüm geçirirse geçirsin ve hangi istikamete doğru yol alırsa alsın, Rus Troykası, hayata ve ilişkilerine sürekli bir ihtirazi kayıt koyarak kendi meçhulünde yol almaya devam etmekte ısrarlı duruyor.

 

20’nci yüzyılın sonlarına doğru eserleri keşfedilen Kiev doğumlu Sovyet dönemi düşünür ve romancısı Sigizmund Krzhizhanovsky, Rusya’yı anlatırken ‘adem-i mevcudiyet ülkesi’ olduğunu söyler. ‘Yokluklar ülkesinde’ toplumda kendine -anlamlı- bir ‘yer ya da işlev bulmak’ mümkün değildir. Bu ‘yokluk’ halini ‘Sovyet insanı’ için dillendirse de bugüne uzanmadığını söylemek mümkün değildir. Zira Isaiah Berlin’in aynı dönem için kullandığı ‘yapay diyalektik’ bir tenasühle varlığını bugün de sürdürmektedir. Berlin, adeta Rus ‘yokluğuna’ nazire yaparcasına, Sovyetlerle ilgili Foreign Affairs’e yazdığı “Yapay Diyalektik: Başkomutan Stalin ve Hükmetme Sanatı” başlıklı makaleyi, güvenlik endişesiyle John O. Utis müstearıyla yayınlar. Latince ‘hiç kimse’ anlamına gelen ‘outis’den mülhem isimle yayınladığı makalesinde, Komünist Parti’nin inşa ettiği ‘yapay diyalektik’ sistemin ne çok gevşek ve verimsiz ne de fazla gergin ve kendi kendisini imha edecek noktaya ulaşmamasını sağladığını söyler. Sovyet insanına düşen, mezkûr diyalektiği içselleştirmektir. Berlin, bu adaptasyon sorununu anlatmak için bir gemide işe başlayan garsonun hikâyesini anlatır. Garson işe başlamadan önce kendisine geminin bazen sert dalgalı havalarda seyir halindeyken ne yapması gerektiği söylenir. Dalgalı havalarda tabaklarla düz yürümeye devam etmemesi, dalgaların zikzakıyla eşgüdüm içinde hareket etmesi gerektiği öğütlenir. Dalga çıktığında geminin mutfağından bir anda yere çarpıp parçalanan tabakların feci sesi gelir. Şef garsona, niçin zikzak yapmadığını sorduğunda, garson ‘ben zik yaptığımda gemi zak yaptı, ben zak yaptığımda gemi zik yaptı’ der. Rus aklı, hayatın ve dünyanın değişimleri karşısında hala zikzak hareketleriyle var olmaya gayret ediyor. Ancak asıl müşkülat, yapay diyalektiğin ülke içerisinde toplumsal taleplere, dünyada ise yaşanan ekonomi-politik dönüşüme ve güncel jeopolitik gelişmelere cevap verememesidir.

 

Yapay diyalektik, bugün de Neo-Stalinist tasavvurun içerisinde geleneksel bir milliyetçiliği toplumun ve devletin ana aksına çeviren 21’inci yüzyıl Rus liderliğine, tarihsel “Rus halini” tekrar stereotipler dünyasında üretme imkânı vermiştir. Rus ve Rusya denilince yüzyıllardır akla hangi örnekler geliyorsa, 1991 kırılmasının üzerinden 10 yıl bile geçmeden stereotipler olarak tekrar kullanılmaya başladı. Ne aynı yüzyıl içerisinde imparatorluğunun iki kez çöküşü ne de geçen yüzyılının sonunda bütün dünyayı saran ve hayatımızı radikal bir şekilde geçmişten koparan gelişmeler donmuş “Rus haline” nüfuz edebilmişti. Putin’in geçen yüzyılın onca felaketini paranteze alıp kendi dünyasına kulak vererek, 20’nci yüzyılın en büyük felaketi olarak ‘Sovyetlerin çökmesini’ görmesi gibi, Rus hali madun bir imparatorluk olma ruh dünyasından sıyrılamamaktadır. Bu durum, Rusların tarihleriyle ilişkilerinin bir müstesnacılık fikri üzerine oturmasıyla içinden çıkamadıkları bir kısır döngü oluşturuyor. Putin’in Ukrayna işgali sırasında açık işaretlerini verdiği bu fasit dairenin kabaca üç unsuru bulunuyor. İlk olarak dünyanın geriye kalanından ‘mutlak farklılık’ inancı göze çarpıyor. Bu inancın gölgesi altında gelişen ikinci fikir ise Rusların zamanın etkilerinden ve tarihin akışından münezzeh olduğu algısı. Son olarak ise bugün işler yolunda olmasa bile Rusya’nın müstesna geçmişinin gelecekte oynayacağı benzersiz role yüklenen mesihçi yaklaşım.

 

“Yapay diyalektiğin” en çarpıcı yönü ise gerçekle tutuştuğu amansız bir kavgadır. Hayatı, tarihi hatta zamanı elinin altındaki bir balçık gibi şekillendirebileceğine, boş bir sayfa gibi yeniden yazabileceğine inanan bu yaklaşım aslında hakikat ötesinin zirve misallerini verir. Arkady Ostrovsky “Rusya’nın İcadı”nda, SSCB’nin son dakikalarına dair ilginç bir anekdot aktarır. 25 Aralık 1991 akşamında Gorbaçov, başkanlığını bırakmak ve SSCB’nin tarihe karıştığını ilan etmek üzere konuşmasını yapmak üzeredir. Bu anı ölümsüzleştirmek üzere Ukhod (Gidiş) isimli bir belgesel yapmak için Sovyet ve Amerikan medyası da odadadır. Önce istifa mektubunu imzalayacak, ardından da SSCB’nin sona erdiğini ilan edecektir. Boş bir kâğıtta, basın danışmanından aldığı kalemi imzalamadan önce deneyen Mihail Gorbaçov, memnun kalmaz. Bunun üzerine odada bulunan CNN başkanı kalemini uzatır. Gorbaçov kalemi kabul eder ve SSCB Başkanı’nın “imparatorluğun” bittiğini ilan eden imzayı bir Amerikalının kalemiyle atar. Ardından kırık sesle başladığı konuşmasını toparlayarak bitirir. Konuşma biter bitmez, Sovyet televizyonunun başkanı ve Gorbaçov’un perestroykasının sözcüsü olan Moskovskie Novosti’nin (Moskova Haberleri) eski editörü Yegor Yakovlev hemen yanında biter. Konuşmadan memnun değildir. “Tekrar edilmesi” gerektiğini düşünüyordur. Gorbaçov, saçma bir taleple karşı karşıya olmanın şaşkınlığıyla Yakovlev’e bakar. Zira “tarihi bir olay, sahnelenmiş bir performans” değildir. Tıpkı imparatorluğun restore edilemeyeceği veya saatin geri alınamayacağı gibi, tekrar edilemez. Kremlin’in üzerine son kez indirilen Sovyet bayrağı, yerini üç renkli Rus bayrağına bırakır. Rusya geçmişte olduğu gibi bugün de Yakovlev’in ruh halinden çıkamıyor. Tarihi her seferinde kendi istediği gibi yeniden restore etmek istiyor. Daha da hazini, tarihi tekrar yapabileceğine de inanıyor. Bu imkânsız misyon çıkmaza girince de geleceğe bakmak yerine kendi nostaljisi içerisinde arayışlarına dönüyor.

 

 

Bir Distopya Olarak Rus Hali

 

Rusya neredeyse kesintiye uğramayan bir ıstırap ve vahşet tarihin içerisinde yaşıyor. Siyasi veya sosyolojik analizlerde telmihi anlamsız kılacak kadar ana Rus tarihi ve olayları biteviye kendisini tekrar eden bir vakıaya dönüşüyor. Bu tekrarın merkezinde sürekli düze çıkamayan, güçlü olma hayali peşinde sürekli zayıf düşen, Pax-Rusika arzusu içerisinde dağılma korkusundan kurtulamayan travma hali var. Bertnard Russell’ın Bolşevik despotizmini konuşurken, bu yönetimin Rusya için kaçınılmaz olduğunu ima ederek ‘eğer kendinize Dostoyevski’nin karakterlerinin nasıl yönetilmesi gerektiğini sorarsanız, anlarsınız’ demesi gibi, romanları kaplayan gri rengin, bir türlü Rusya’da hayatın, tarihin ve insanın da üstünden dağılmadığını hissedersiniz. Hoş, Amerikalı Cormac Mccarthy’nin, İngiliz Charles Dickens karakterlerinin daha az vahşi olduğunu kimse iddia edemez ve özcü bir mahkûmiyeti Rusların boynuna geçiremez. Ne var ki Rusya’nın coğrafyasındaki istimrarın siyasal ve toplumsal hayata bu denli yansımış olması, gri ve karanlık atmosferin de dağılmasını engellemişe benziyor.

 

Bu durum, tarihin herhangi bir anındaki kesitin müstakil kalması bir yana, sıradan ve sürekli benzer şekillerde tekrar etmesinin önünü açıyor. Kolaylıkla Putin’le Büyük Petro’yu, Stalin’le Korkunç İvan’ı beraberce anmak, onlarca farklı olayda verilen tepkilerin asırlara rağmen birebir benzerliklerinden bahsetmek sıradan bir analiz birimine dönüşüyor. Bu ağır kısır döngüye rağmen, Rusların dünyadaki ilk distopik roman örneklerini çıkarmış olmalarından ziyade distopya üretebilmeleri dikkat çekicidir. Son yıllarda bu kervana katılan Vladimir Sorokin’in Apriçnik Günü yayınlandığında, Batı’nın ‘yerli muhbir’ tadında bir şehvetle şişirdiği kurgusunun birkaç yıl içerisinde hızla gerçeğin kenarına geleceği bilinseydi en itibarlı edebiyat, kitap ve dış politika sayfalarında aynı övgülere mazhar olur muydu? Bunu bilmiyoruz. Ancak Apriçnik Günü, Korkunç İvan’ın paralel bir devlet ve güvenlik mekanizmasıyla uyguladığı Apriçnina dönemindeki ağır baskı ve vahşetten bir kesitin içerisinde Rusya’nın yakın geleceğini öngörmeye çabalıyor. Bu durum ister istemez çok da yaratıcı bir distopya ile karşı karşıya olmadığımız gerçeğini de aklımıza getirebilir. Zira bir yönüyle bir çeşit distopyadan çok uzak olmayan bir Ruskiy Mir dünyası içerisinde, distopya ürünü vermenin hem sıradan bir uğraş hem de hayalleri sınırlayan fiili durumundan dolayı da zorluklarını teslim edebiliriz.

 

Apriçnik Günü aslında, Sorokin’in hazzetmediği Aleksandr Soljenitsin’in, İvan Denisoviç’in Sovyet Gulag sistemindeki kampta bir gününü anlattığı romanından mütevellit bir kara mizah distopya eseridir. Rusya’nın geleceğini Orta Çağ’da inşa eden roman, her ne kadar distopik olarak tanımlansa da Rusların müptela olduğu biteviye ıstırap, istibdat ve savaş hali göz önüne alınınca distopyadan ziyade yaşadıklarının biraz abartılı tasviri olduğu da söylenebilir. Bu yönüyle Orwell’den önce yazılmış olan ve ilk distopik eserlerden kabul edilen Zamyatin’in ‘Biz’i dahil olmak üzere Rusların distopyadan ziyade kesintisiz otoriterlik düzeni içerisinde aynı kısır döngüyü tarif ettikleri de söylenebilir. Sorokin’in 2006’da yazdığı Apriçnik Günü’ndeki distopya, 2028’de Korkunç İvan Çarlığı’nın yeniden tesisi üzerine kuruludur. Orta Çağ’ı yeniden 2028’de tesis eden ögelere ve gelişmelere bakıldığında görülen tarihsel, toplumsal ve siyasal donma bir kurgudan ziyade Ukrayna işgal girişimiyle gerçekten yaşanan bir hal olarak da okunabilir. Apriçnik Günü’nde Rusya tam anlamıyla Çin etkisi altına girmiştir. Ülkedeki hemen her ürün Çin’de üretilmektedir. Çin’le Rusya arasına süper otoban kurulmuş, Ortodoks ikonların yanı başına Çin ejderhaları yerleşmiş, Çin mutfağı ana mönü haline gelirken suşi çubukları çatalın yerini almıştır. Batı’dan gelen lüks mallar da Mercedov şeklinde Ruslaştırılmıştır. Ülkenin sınırları boyunca Büyük Rus Seddi inşa edilmiş ve Batı’nın kötülüklerinin nüfuzu için gerekli önlemler alınmıştır. Durumdan şikâyetçi olanların dikkatini dağıtmak üzere ülke içerisinde şiddetin dozu her geçen gün artırılmaktadır. Sorokin’in, 2028’de geçen distopyasının tam da 2028’e birkaç yıl kala Moskova’nın kendisini soktuğu cendereyle gerçeğin çok uzağında kalmayacağını düşünüp düşünmediğini bilmiyoruz. Batı’nın Rusya ambargosu derinleştikçe Putin’in yeni bir Apriçnina politikasına dönmesi de Çin’in Moskova üzerindeki etkisinin ağır jeopolitik sonuçlar doğurması da uzak ihtimaller değiller.

 

 

Mercator’un Rusya’sı

 

Rus işgal girişimiyle birlikte 20’nci yüzyılın önemli araştırmacı gazetecilerinden, Polonyalı Ryszard Kapuscinski’nin 1990’ların başında yayınladığı Imperium da yeniden keşfedildi. Hatta geçen sene en çok okunan kitaplar arasında bile yer aldı. Rusya’nın büyüklüğü, herkes gibi onu da çarpmıştır. Kapuscinski Rus tabiatı karşısında “ezildiğini, aciz kaldığını ve afalladığını” söyler. Cesameti, hudutsuzluğu, okyanusvari sonsuzluğu ile insanın Rusya’da dünyanın sınırı olmadığı hissine kapıldığını yazar. Oysa insan, her alanda olduğu gibi coğrafi muhayyilesi için de ölçülebilir sınırlara ihtiyaç duyar. Rusya’da başlangıç ve sonun buharlaşması, insanın da kaybolmasına yol vermiştir. “İmparatorluk” topraklarında dolaşırken “terk edilmiş ve yıkık dökük küçük kasabaların neredeyse boş kitapçılarında bile, adeta bir kural gibi, satılık büyük bir Rus haritasının” olması Kapuscinski’nin dikkatini çeker. Dünyanın geri kalanının neredeyse arka planda, kenarlarda, gölgede kaldığı bir Rusya haritası. Bu harita, Ruslar için bir tür görsel bir tazminat, tuhaf bir duygusal tazim ve aynı zamanda aşikâr bir gurur nesnesidir.

 

 

 

Kapuscinski’nin dikkatini çeken haritanın, Rus aklının ‘büyüklük’ tasavvurunu derinden etkilediği ve birçok sancısını bu harita üzerinden dindirdiğine şüphe yok. Hatta aynı haritada, bütünlüğü korumak adına geçtiğimiz günlerde, Rus sınırlarına zarar verecek, ‘bölünmez bütünlüğü’ zaafa uğratacak girişimleri engellemek üzere cezai müeyyide getiren bir yasa tasarısı bile Rus meclisine sunuldu. Rusların da bizlerin de gördüğü harita, yüzyıllardır dünya algımızı şekillendiren, 16’ncı yüzyılda yaşamış olan coğrafyacı ve kartograf Gerardus Mercator’un haritasından başkası değildir. Ekvatora teğet olarak geçirilen silindirle çizilen Mercator projeksiyonu, kutuplara doğru ülkeleri büyüttüğünden dolayı Rusya haritada gerçekten çok daha büyük görünüyor. Mercator projeksiyonundan nasiplenenler arasında Afrika’dan 14 kat daha büyük görünen Grönland, Hindistan’dan büyük gözüken Finlandiya, Güney Amerika’dan büyük çizilen Avrupa gibi bölgeler bulunmaktadır. Ancak, Rusya’yı Kuzey Amerika’dan büyük gösteren bu haritayla, kurucu bir psikolojik ve jeopolitik ilişki içerisine girmiş ülke tartışmasız bir şekilde Rusya’dır. Adeta Mercator, Rusya’yı tanımış, büyüklüğünü görmüş, hakkını teslim etmiş ve varlığını takdir etmiştir. Gerçek ölçüsünün iki katından fazla göründüğü bu harita, Rusların hem sorunlarının çözümünün imkânsızlığına hem büyüklüklerine ikna olmalarına yeterli olmuştur. Rusya büyüktür, sorunları da öyledir. Büyüklük hem gücün hem de sorunların kaynağı, her türlü krizin meşrulaştırıcı gerekçesi haline dönüşerek Mercator projeksiyonunu bir ihsandan ziyade mazerete dönüştürmüştür. Bu ihsandan da mazeretlerden de kimsenin vazgeçmesi söz konusu değildir. Rusya’yı bütün zihinlere görkemiyle nakşeden, olduğunun iki katı büyük gösteren bir büyüklükle kimsenin kavga etmesi mümkün değildir. Eğer Rusya’nın dertleri, marazları ve çözülemeyen sorunları varsa bu büyüklüktendir. Rusların deyimiyle, “İsviçre kadar küçük olsaydık, her şey saat gibi çalışırdı.” İşler yolunda gitmiyorsa bu büyüklüğün yükündendir ve sorunları çözecek cevher tarihte saklıdır. Rusların tarihlerinden güç devşirmek için gösterdikleri bu çaba aslında nostaljinin kırılgan dünyasından başkası değildir.

 

 

 

Modern dönem bir Rus deyimiyle, “mazinin gelecekten daha zor tahmin edilir hale gelmesi”, Rus aklının “nostos”a yüklediği anlam ve arzunun 21’inci yüzyılda geçmiş örneklerde olduğu gibi sert bir şekilde nüksetmesine yol açtı. Nostalji, Rus ruhunda kayıplarından ziyade kendi fantezisiyle kurduğu aşka dönüşmüş durumda. Ancak, malum olduğu üzere, nostalji sadece mesafe her anlamda korunduğu sürece “arzusunu” anlamlı kılabilir ve iki unsuru aynı anda koruyarak ayakta kalabilir. Geçmiş ve geleceğin, gerçek ve tahayyülün varlığını sürdürmesi bu mesafe sayesinde korunabilir. Tek bir imgeye, mesela geçmişe indirgendiğinde nostalji hem kriz üretir hem de anlamını yitirir. Nostos’a, yuvaya dönüş için, nostaljinin özü olan “masum geçmiş tasavvurunun” olması gerekir. Rus aklı bir taraftan “masum tarihine” kendisini bile ikna etmekte zorlanırken diğer yandan nostaljisinden vazgeçmeyerek içinden çıkamadığı modern zaman fikrine isyan döngüsüne girmektedir. Bu fasit daireden çıkış teklifi getiren Putin’e ikna olmasında da şaşılacak bir durum bulunmamaktadır. Son tahlilde, Puşkin’in iki asır önce “Rusya Müfterilerine” verdiği cevap da Rus hali de asırlara rağmen caridir. Her ne kadar Rusya, kendisini ve dünyayı cevapsız bıraksa da Troykasının üzerine düşen Mercator lanetini ihsan bilip, büyük bir güç olma hülyasının peşinde, strateji yerine ikame ettiği jeopolitik aşermelerinin inşa ettiği meçhul ufuklara doğru atlarını sürmeyi tercih etmektedir:

 

Öyle değil mi ey Rusya, rüzgâr kanatlı, gözü kara troykana atlamış, uçup gitmiyor musun sen de? Altında yol toz duman içinde, köprüler yalnızca bir gıcırtı… Her şey bir anda geride kalıyor… izledikleri ilahi mucizeyle sarsılan insanlar da dehşetle bakakalıyorlar ardından: Bu da ne böyle? Göklerden fırlatılmış bir şimşek mi? İnsanı dehşet içinde bırakan bu hız da neyin nesi? Ya atların görülmemiş gücüne ne demeli? Hey be atlar, canım atlar! Görkemli yelelerinizde kasırgalar mı gizli? Damarlarınızda duyarlı kulaklar mı var? Göklerden bildik bir ezgi duydunuz da ondan mı hepiniz aynı anda bakir göğüslerinizi gerip, toynaklarınızla neredeyse yere bile dokunmadan, ilahi bir esinle adeta kanatlandınız?

 

Ey Rusya, cevap ver bana, nereye uçup gidiyorsun böyle?

 

Susuyor Rusya, cevap vermiyor.

 

Troykanın çıngıraklarından yükselen büyüleyici ses duyuluyor yalnızca; önünde yarılarak parçalara ayrılan hava uğultulu bir rüzgâra dönüşürken, troyka yeryüzünde var olan her şeyi geride bırakarak uçuyor… başka ülkeler, halklar korkuyla iki yana açılıp yol veriyorlar ona.”    

 

Ölü Canlar, Gogol, 1842

 

Gogol’un atları meçhule doğru giderken, Putin’in işgal girişimi sonrası dünyanın korkuyla yol mu vereceğini yoksa Churchill’in “esrar içerisinde sırlarla kaplı bir muamma” dediği Rusya’nın “enigmasını” mı çözeceğini mi göreceğiz. Rusya’nın işgal girişiminin sene-i devriyesine yaklaşırken, Churchill’in Rusya’nın bir “enigma” olduğu tespiti haklı çıkacak gibi görünüyor. Ruslar kendi şifrelerini çözmeden dünyanın “Rus esrarının” içinden çıkması da pek mümkün gözükmüyor. Her şeye rağmen, Rusların tarihin fasit dairesinde tamamen kaybolduğunu söylemek doğru olmaz. Zira bir kaybolmadan ziyade Rus “yapay diyalektiğinin” takvimi yavaşlattığını ancak akışını engellemeyeceğini söyleyebiliriz. Doğrudur, bir eşzamanlama krizi içerisinde zamana ve hayata karşı büyük bir direnç ortaya koymuşlardır. Ancak her şeye rağmen, Thomas Mann’ın “Büyülü Dağ”ında tasvir edilen Rus “masaları” yerleşik Rusya tasavvurunu güzel yansıtmaktadır. Büyülü Dağ’da iki tane Rus masası vardır: İyi Ruslar masası ve Kötü Ruslar masası. Rus tarihi konusunda duayen olan Geoffrey Hosking, Rusya tahayyülümüzün bu masalara benzer bir etiketlemeye yatkın olduğunu söyler. Genellikle bir masaya Tolstoy’u, Tchaikovsky’yi, Repin’i ve Sakharov’u; diğer masaya da Çarları, Stalin’i ve Putin’i oturturuz. Bu iki masanın keskin bir şekilde birbirinden ayrı ve mesafeli olduğunu düşünürüz. Bu oldukça sert tasnif, Rus halini hakkıyla görmeye engel olabilir. Hatta daha ileri giderek Rusların da bu tasniften pek rahatsız olmadıklarını da söyleyebiliriz. Yüzyıllarca iki ayrı masanın birbirleriyle ne denli bağlantılı oldukları, hatta çoğu zaman birbirlerinin öznesi haline geldiklerini hatırlatmaya gerek yoktur. Yeni “Rus halinde” masalar birleşir mi, yeni masalar kurulur mu yoksa geçmişte olduğu gibi masalardan birileri kalkar mı henüz bilmiyoruz. Ancak Rusya’nın eşzamanlama krizinde yeni bir safhaya, belki de yeni bir başlangıca geldiğinin güçlü işaretlerini görüyoruz. Belki de Lenin haklıdır: “Bazen hiçbir şey olmayan on yıllar vardır bazen de on yılların yaşandığı haftalar olur.”

 

karar-banner3

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.