Trump 2.0 Dış Politikasından Ne Beklemeli?
Her ne kadar kendisini “müesses nizam karşıtı” bir figür olarak lanse etse de Trump’ın kampanya döneminde dile getirdiği söylemleri ve seçimden sonra açıkladığı dış politika ve güvenlik ekibi göz önüne alındığında, ikinci Trump döneminde ABD dış politikasında radikal bir kopuş yaşanması muhtemel gözükmüyor.
Donald Trump çok net bir seçim zaferi kazandı. Amerikan tarihinde ardışık olmayan şekilde seçim kazanan ikinci başkan oldu. Son çeyrek asırdır Cumhuriyetçilerin elde edemediği bir seçim başarısı yakalayarak Mavi Duvar olarak bilinen Demokrat eyaletleri ve sonucu seçimden seçime değişiklik gösteren eyaletleri kırmızıya boyadı. Hem seçici delege oylarında hem de toplam halk oyunda seçimi önde tamamladı, Kongre içinde de hem Senato’da hem de Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu sağladı. Anayasa Mahkemesi zaten ilk Trump dönemi atamalarıyla Cumhuriyetçi bir çizgiye gelmişti. Yani her ne kadar Amerikan toplumu hiç olmadığı kadar kutuplaşmış ve toplumsal sermayesini eritmiş olsa da geçen hafta gerçekleşen seçimler Trump’a denge ve denetleme mekanizmalarıyla frenlenmeyeceği bir yapıyla iç siyasette istediği gibi at koşturma gücü ve yetkisi vermiş oldu.
İçeride eli güçlenen Trump’ın dış siyaseti nasıl olacak? Her ne kadar kendisini “müesses nizam karşıtı” bir figür olarak lanse etse de Trump’ın kampanya döneminde dile getirdiği söylemleri ve seçimden sonra açıkladığı dış politika ve güvenlik ekibi göz önüne alındığında, ikinci Trump döneminde ABD dış politikasında radikal bir kopuş yaşanması muhtemel gözükmüyor.
Ukrayna Savaşı
Biden dönemiyle farklılık göstermesi beklenen birkaç kritik dosya var. Bunların başında Ukrayna geliyor. Trump dış politika ekibi, büyük güçler siyaseti açısından “ters Kissinger” olarak da anılan bir strateji takip ediyor. Buna göre ABD nasıl ki Soğuk Savaş’ta Çin’i diplomatik olarak komünist bloktan kopartıp yanına çekmek suretiyle Sovyetler’e karşı galibiyet kazanabildiyse, bugün de esas tehdit olarak addettiği Çin’e karşı Rusya’yı yanına çekerek Çin’i çevrelemesi gerekli. Trump’ın Çin’e karşı ticaret savaşı başlatması, ülkeleri Çin’le işbirliği yapmaması yönünde baskılaması ve Rusya’yla da ilişkilerini yumuşatması bunun bir uzantısıydı. İş tutuş tarzı açısından şahıs odaklı, kurumları bir ayak bağı olarak gören, al-verci bir yaklaşım sergileyen Trump’ın Putin’le olan yakın şahsi ilişkilerinin ve Rusya’yla yakınlaşmanın arka planında Çin’i dengelemeyi hedefleyen bu planı var.
Bu bağlamda yeni yönetim Ukrayna’ya askeri yardım sağlamayarak onu Rusya’yla, Rusya’nın istediği şartları kabul edecek şekilde masaya oturtabilir. Nitekim Trump kampanyasında 24 saatte Ukrayna savaşını durdurup ateşkes imzalatacağını vadetmişti. Trump’ın açıkladığı yeni ulusal güvenlik danışmanı, Rus doğalgazı üzerindeki yaptırımları kaldırma karşılığında Rusya’nın masaya davet edilmesi gerektiğini, Rusya’nın buna yanaşmaması durumunda ABD’nin Ukrayna’ya sınırsız kullanma yetkisiyle silahlar temin edeceği tehdidinin kullanılması gerektiğini savunuyor. Bu havuç ve sopa ikilisinin Ukrayna’daki savaşı bitirip, ABD’nin tamamen Çin’e ve 7 Ekim’in oluşturduğu şartlarla beraber Ortadoğu’ya odaklanması gerektiğini savunuyorlar. Bu durumda NATO ittifakının Avrupa kanadının ABD’den bağımsız olarak bu savaşı yürütmek mi isteyeceği yoksa yeni şartlarda onların da Ukrayna’nın bu yıpratma savaşında geleceğinin olmadığını kabul ederek mi hareket edeceği henüz netleşmiş değil. Macron stratejik otonomi ve egemenlik kavramlarını dillendirerek Avrupa’yı ABD’den daha bağımsız bir politika çizgisine davet etmeye çalışıyor görünse de Ukrayna meselesinde bunu ne kadar ileri taşıyabileceği şüpheli.
Büyük Güçler
Büyük güçler siyaseti açısından bakıldığında Biden dönemi dış politikasının başarısız olduğu değerlendirilebilir. Bugün Çin ve Rusya hiç olmadığı kadar birbirlerine stratejik olarak yakınlar. Demokratların dış politikada araçsal biçimde kullandıkları demokrasi, insan hakları ve kural temelli çok taraflı uluslararası düzen iddialarının da Rusya ve Çin’e karşı bir silah olarak kullanılması, bu ittifakı daha da perçinledi. Biden’ın ilk döneminde düzenlediği Demokrasi Zirvesi, Çin ve Rusya’yı dünya nezdinde otoriter yükselişin ve demokrasinin gerileyişin müsebbibi olarak lanse etmişti. Bu zirvenin Rusya ve Çin’i birbirine daha da yaklaştırmak dışında bir etkisi olmadı.
Trump Çin’in ekonomik büyümesini baskılamak için 1930’ları andıran yüksek tarifeler koymayı vadediyor. Eğer gerçekleşirse, bu durumun yaratacağı negatif küresel etkiler tartışılıyor. Bununla beraber Trump’ın Tayvan meselesinde daha fütursuz davranabileceği, Çin’i çevrelemek için Japonya, Güney Kore, Tayland ve Filipinler ile mevcut ittifaklarını güçlendireceği ve diğer komşularını da Çin’le ilişkilerini zayıflatmaya zorlayabileceği öngörülebilir.
Ortadoğu ve Doğu Akdeniz
Çin’le beraber Trump dış politikasının en yıkıcı ve tehlikeli olabileceği alan Ortadoğu. Biden yönetimi her ne kadar İsrail’e hemen her adımında açık çek vermişse de, Netanyahu yönetimiyle müzakerelerinde kamuya yansıtmak istemedikleri ayrışmalar vardı. İsrail tarihinin gördüğü en aşırı sağcı hükümet olan Netanyahu yönetimiyle Trump arasında bir açı farkı olmayacağını öngörebiliriz. Bu durum Netanyahu’nun uzun zamandır destek aradığı İran’a yönelik bir İsrail saldırısı riskini ciddi biçimde artırıyor. İsrail’in Gazze’ye Filistinlilerin geri dönüşünü tamamen engellemesi, Lübnan’da süren saldırılarını artırması ve savaşı Suriye’ye daha fazla yayması artık yüksek bir ihtimal haline geldi. Trump, 7 Ekim Aksa Tufanı gibi gelişmelerin Biden’ın İsrail’e yeterince destek vermemesi sebebiyle yaşandığını, Biden’ın aslında “kötü, zayıf bir Filistinli” olduğunu ve İsrail’in “işi bitirmesine izin vermediğini” söyledi. Burada Trump’ın dilinin her zamanki gibi abartılı ve ajitatif olduğunu teslim etsek bile takip edeceği dış politikanın atacağı tüm adımlarda İsrail’e koşulsuz destek vereceği aşikâr gözüküyor.
Trump her ne kadar ABD’nin uluslararası askeri varlığını ve yükümlülüklerini azaltmaya yönelik genel bir eğilimdeyse de İsrail’in savunması için ABD askeri gücünü ucu açık biçimde Doğu Akdeniz’e yansıtacağı beklenebilir. Bu çerçevede ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde PYD-YPG’ye sağladığı desteğin azalmasını beklemek de gerçekçi gözükmüyor. Nitekim yeni yönetimin ulusal güvenlik danışmanı da bu yapılanmayı “İsrail’den sonra ABD’nin en yakın müttefiki” olarak niteliyor. İsrail’in bazı üst düzey yetkililerinin Türkiye, Irak, Suriye ve İran’dan toprak kopararak kurulacak bir Kürt devletinin ikinci bir İsrail olacağını söyleyerek bu projeye destek çağrısı yaptıkları bir ortamda ABD’nin bölgedeki askeri varlığını ve etkinliğini azaltmasını beklememek gerekir. Bu da Lübnan’da devam eden, Suriye’ye genişletilen ve İran’a sıçratılmak istenen askeri operasyonların etkisiyle beraber düşünüldüğünde Türkiye ve bölge için en fazla riskin ve tehdit unsurunun oluşabileceği alan olarak gözüküyor.
Öngörülemezlik ve Şahsilik
Trump, ilk yönetiminde “önce Amerika” sloganıyla nasıl bir dış politika çizgisi ve üslubu takip edeceğine dair bir fikir verdi. Fakat öngörülemez, tutarsız ve dengesiz davranmayı müzakerelerde stratejik bir avantaj olarak gören ve tüm kamu politikalarını ve ilişkilerini şahsi çıkarına ve egosuna endeksleyen biri olarak ikinci Trump döneminin, 7 Ekim sonrası şartlarla beraber değerlendirildiğinde, çok daha büyük riskler ve tehditler oluşturacağını öngörebiliriz. Bu öngörülemezliğin ve şahsiliğin zaman zaman bazı imkânları ve fırsatları açma şansı olduğunu da göz ardı etmemek gerekir; herhangi bir ciddi sonuç doğurmamış olsa da ilk döneminde Kuzey Kore devlet başkanıyla görüşmüş olması gibi. Eğer gerçekleşirse Ukrayna’da savaşın durması Trump yönetiminin üretebileceği en iyi küresel etki olabilir. Hatta ironik biçimde bu savaşkan yönetim Ukrayna’da barışın mimarı olarak payelenebilir. Fakat İsrail’in aşırı sağıyla aşırılık yarışına giren bir Trump yönetiminin Ortadoğu’da geniş çaplı ve etkileri uzun sürecek savaşçı politikalar izlemesi hem Türkiye hem de bölge ülkeleri için ciddi bir risk unsuru. Trump’ın Amerika içinde oluşturduğu ‘karşı-hegemonik’ blokun bileşenlerinin Ortadoğu söz konusu olduğunda sahiplendiği mesiyanik-eskatolojik yaklaşımın İsrail’in etnik temizlikçi proto-faşistik unsurlarıyla örtüşmesi küresel çapta bir risk.
Dünya savunma harcamasının yaklaşık yüzde 40’ını tek başına yapan, kendisinden sonra en fazla savunma harcaması yapan dokuz ülkenin toplamından daha fazla savunma harcaması yapan, dünya üzerinde 80’den fazla ülkede 800’e yakın askeri üsse sahip bir ABD’nin İsrail aşırı sağıyla bütünleşik bir ekibin kontrolüne girmiş olması, bölge ve dünya güvenliği açısından önemli bir tehdit. Bu açıdan Çin’in arabuluculuğuyla İran ve Suudi Arabistan’ın müzakerelere başlamış olması ve son Arap Birliği Zirvesi karar bildirgesinde İsrail’in ve ABD’nin İran’a bir saldırı yapmaması yönünde uyarılması, bu yönde atılmış küçük de olsa doğru adımlar. Trump’ın NATO’nun insicamını bozduğu bir ortamda Türkiye BRICS üyeliğini ilerletmeye yönelik daha uygun bir ortam bulabilir.
Dış politika diskuru ve pratiği açısından bakarsak Trump döneminde Demokratların insan hakları, demokrasi ve kural temelli uluslararası düzen iddiaları etrafında gördüğümüz liberal riyakârlığı görmeyeceğiz, çünkü Trump’ın siyasal platformunun hem bu konulara bir ilgisi yok hem de politik doğruculuğa ve “woke” tavra savaş açmış durumda. Ama bu aynı zamanda herhangi bir filtreleme yapmadan ırkçı söylemler dillendireceği, uluslararası hukuk ifadesini ağzına almadan soykırımı destekleyeceği, uluslararası normlardan bahsetmeden savaşı genişleteceği anlamına da geliyor. Önümüzde türbülanslı bir yolculuk var gibi gözüküyor, kemerleri takma zamanı.