Trump Karşısında Avrupa Birliği’nde Saflar Sıklaşır mı?
Amerika’yı her alanda önceleyen politika vaatlerini son sürat uygulamaya geçirecek olan Trump’ın yeniden seçilmesi Avrupa açısından “kötü haber”. Cevap bekleyen soru ise şu: Macaristan, İtalya, Slovakya gibi ülkelerin Trump’a meyleden popülist ve pragmatik politikacıları mı, yoksa AB’nin sağgörüyü önceleyen, Birlik saflarını sıklaştıran, ilkeler üzerinden ilerleyen siyasetçileri mi galip gelecek?
ABD Başkanlık Seçimleri, Donald Trump’ın tarihi zaferiyle ve ülkesinin 47’nci başkanı olmasıyla sona erdi. Cumhuriyetçiler Senato’da çoğunluğu da elde etti.
Her ne kadar Avrupa Birliği’nde (AB) Macaristan başbakanı Viktor Orbán, Slovakya’da Rovert Fico, İtalya’da Giorgia Meloni gibi popülist politikacılar, bu zaferden ve muhafazakârlığın yükselişi ihtimalinden oldukça memnun görünse de, ABD’deki bu yeni sürecin kuşkusuz Avrupa kıtası üzerinde Ukrayna’ya verilen destekten savunmaya, ticari dengelere dek çok net ve belirgin etkileri olacak, mevcut fay hatlarında bazı kırılmalar yaşanması muhtemel.
ABD’yi yeniden “büyük” yapmak isteyen Trump’ın, ülkesini diğer rakiplerinin aleyhine ön plana çıkarmak için her alanı zorlarken, spontane bir karar veya demeçle ABD-AB ilişkilerini uçurumdan aşağı itmesi an meselesi olabilir.
Dolayısıyla Amerika’yı her alanda önceleyen politika vaatlerini son sürat uygulamaya geçirecek olan Trump’ın yeniden seçilmesi Avrupa açısından “kötü haber”. Ancak şimdilerde merak konusu olan, bu haberin “ne kadar” kötü olabileceği…
Ukrayna’ya Destek Sorunsalı
Donald Trump’ın ikinci döneminin ilk “kurbanının” Ukrayna olması bekleniyor. Seçim kampanyasında dile getirilen vaatlere ve yapılan açıklamalara bakıldığında, Trump yönetiminde ABD’nin Ukrayna’ya sağladığı askeri destekte bir değişiklik yaşanabilir; zira Trump, Ukrayna için harcanan milyarlarca doları eleştirmiş, Ukrayna-Rusya krizinde göreve geldikten sonra “24 saat içinde” müzakere edilmiş bir çözüme varabileceğini vaat etmişti.
Ayrıca, yeni ABD Başkanı, yaptığı zafer konuşmasında ilk başkanlık döneminden gurur duyduğunu, zira bu dönemde “yeni savaşların patlak vermediğini” özellikle vurgulamış, “Basit bir ilkeyle yöneteceğim: Söz verilir ve söz yerine getirilir. Biz sözlerimizi tutacağız” demişti.
Buradaki kilit unsur; Trump’ın Ukrayna’da süregiden çatışmaları ne yönde ve nasıl durdurmayı tercih edeceği… Yani, çatışmalar mevcut cephe hattında mı dondurulacak, yoksa Ukrayna’ya ABD tarafından ileri dönem için bir dizi güvenlik taahhüdü sunularak eli güçlendirilecek mı?
Bazı iddialara göre Trump, Rusya ve Ukrayna arasında kurulacak 800 mil uzunluğundaki bir tampon bölgenin Britanya ve Avrupalı birlikler tarafından korunmasını da Putin’e önerecek. Bu tampon bölgenin donatılması ve finansmanı, Ukrayna’nın Avrupalı müttefiklerine devredilecek. ABD de Rusya’nın savaşa yeniden başlamasını önlemek karşılığında Ukrayna’yı silahlandıracak. Bu plana göre Rusya, Ukrayna’daki toprak kazanımlarını elinde tutacak ve mevcut düzende sınırlar “dondurulacak”. Kiev’in de NATO’ya katılması için uzunca bir süre geçmesi gerekecek.
Sonuçta birçok politikacının ve analistin üzerinde birleştiği nokta, Trump’ın “sürprizlerle dolu biri” olduğu yönünde…
Öte yandan, AB cephesinde özellikle Baltık ülkeleri, Polonya ve Fransa, Rusya’nın Ukrayna’nın doğusuna doğru ilerlediği bir süreçte, ABD’nin Kiev’e desteğinin devam ettirilmesinden ve olası bir müzakere öncesinde Ukrayna’nın konumunun güçlendirmesinden yana. Zira ABD’nin Ukrayna’ya askeri desteği azaltma kararı vermesi durumunda, Avrupalıların ABD’nin yerini doldurması pek mümkün görünmüyor. Almanya’daki koalisyonun kısa süre önce çökmesinin sebeplerinden biri olarak, Hür Demokrat Parti lideri ve Maliye Bakanı Christian Lindner’in 9 milyar euroluk acil yardım paketinin parçası olarak Ukrayna’ya ilave olarak 3 milyar euro acil destek verilmesini kabul etmemesi gösteriliyor.
Öte yandan, 3 Kasım günü yaptığı konuşmada Orbán, “Amerika barıştan yana olursa, Avrupa da savaştan yana duramaz” demiş, Kiev’e Batılı ülkelerin verdiği desteğin sona erdirilmesi gerektiğini savunmayı sürdürmüştü.
Almanya’da koalisyon hükümetinin yaşadığı zorluklar ve ekonomik açmazlar bir yandan, dış politika konusunda AB ülkeleri arasındaki bölünmüşlük diğer yandan kendini gösterirken, Avrupa kıtasındaki bu kırılganlığın Ukrayna’ya olumsuz geri dönüşleri olması kaçınılmaz.
Burada, ABD eski Dışişleri Bakanı ve Ukrayna yanlısı Mike Pompeo gibi isimlerin duruşu da belirleyici olabilir. Zira Pompeo, bu yılın başlarında Wall Street Journal’da yayımlanan ortak yazarı olduğu “Ukrayna için Trump’ın Barış Planı” isimli makalede, NATO’nun Avrupalı müttefiklerinin savunma harcamalarını GSYİH’nın yüzde 3’üne çıkarmalarını, ABD’den silah ve mühimmat temin etmelerini ve Ukrayna’yı silahlandırmak amacıyla oluşturulacak 100 milyar dolarlık bir fonun yüzde 80’ini karşılamalarını önermişti. Dolayısıyla Ukrayna’nın desteklenmesi için gereken finansman kaynaklarının Avrupa ülkelerinden alınması ve Trump’ın da Rusya ile diplomasi ayağını yürütmesi gibi bir seçenek de gündemde olabilir.
Ukrayna üzerinden AB-ABD ilişkilerini okuduğumuzda Avrupa’da şöyle bir tedirginlik söz konusu: Ukrayna’nın doğusunda hızla ilerleyen bir Rusya ve bölgeye verdiği desteği geri çekme taahhüdünde bulunan yeni bir ABD yönetimi…
Dolayısıyla AB’nin kendini savunma ihtiyacının arttığı ve bir güvenlik krizi yaşadığı bu ortamda, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “daha birleşik, daha güçlü ve daha egemen bir Avrupa” için Almanya ile birlikte çalışacakları yönündeki Twitter paylaşımını, Trump’ın zaferinin hemen ardından yapması oldukça manidar.
Ayrıca, Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü’ne göre, AB üye ülkeleri ve kurumları 2022 yılı Şubat ayında başlayan Ukrayna savaşında Ukrayna’ya askeri, insani ve mali destek olarak toplamda 173,57 milyar dolar para harcadı. Aynı dönemde ABD’nin katkısı ise 108 milyar dolar idi.
AB, Ukrayna’ya yönelik politikalar ile Trump’a yönelik tepkisi arasında derin bir bölünmüşlük içerisinde… Ve bu bölünmüşlüğü ekonomiden siyasi dengelere dek birçok dinamik belirliyor. Trump’ın Ukrayna’ya yönelik olarak “ya seni silahlandırırım ya da yardımı keserim”, “ya cephe hatlarını dondurup senin aleyhine olacak bir barışı dayatırım ya da Putin’e zafer kazandırıp Rusya’yı AB ve NATO’nun dış kapısına kadar getiririm” şeklinde sunduğu seçenekler, AB’nin önümüzdeki dönemde Ukrayna gündemini olduğu kadar Avrupa’nın kolektif güvenliğindeki istikrarı da belirleyecek bir yol ayrımı olacak.
Savunma Açısından İlişkiler
Savunma da Trump’ın ABD açısından yeniden kurgulayacağı bir diğer alan… Zira ilk yönetim döneminde uzay rekabetine odaklanan, Çin ve Rusya ile büyük güç rekabetini önceleyen Trump, ABD’nin Soğuk Savaş sırasında Sovyet işgali tehdidine karşı kurulan transatlantik savunma ittifakı NATO’daki rolünü yeniden değerlendiriyor ve Washington’ın bu ittifaka dair maddi katkılarını azaltmayı tasavvur ediyor.
Trump’ın 2020’de üst düzey Avrupalı yetkililere “NATO ölmüştür” dediğini, başkanlığı döneminde ABD’yi birçok uluslararası anlaşmadan çektiğini, ayrıca NATO’nun Avrupalı üye ülkelerini GSYİH’nın en az yüzde 2’si oranında savunma harcamaları yapma şartını geri getirmemekle eleştirdiğini, hatta bu ülkeleri ABD’yi mali açıdan sömürmekle suçladığını halen anımsıyoruz.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde NATO’ya karşı eleştirilerinin dozunu artırması ve İttifak’ın kurucu ilkelerinden olan kolektif savunma ilkesini (5’inci madde) sorgulaması, Almanya başta olmak üzere birçok AB ülkesini savunma harcamalarını artırmaya yöneltmişti. Zira bu maddeye göre bir NATO üyesi ülkeye saldırı olması halinde diğer müttefikler savunmaya katılmakla yükümlü. Şurası net ki Trump, ABD’nin denizaşırı taahhütlerini azaltmak konusunda ısrarlı adımlar atmaya devam edecek.
Dolayısıyla yeni ABD yönetiminin NATO konusunda Avrupa güvenliğinin yükünü paylaşmaktan, yükü Avrupa’nın omuzlarına iade etmeye doğru kayan bir yaklaşım izleyebileceği bekleniyor. Bu da AB ülkelerinin İttifak içinde Avrupa ayağını güçlendirmeye yönelik adımlar atmasını, Avrupa silahlı kuvvetlerinin muharebe yeteneklerini güçlendirmeye yatırım yapıp NATO’nun kumanda ve kontrol yapısına Avrupalı personel istihdam etmesini, Doğu Avrupa’daki müttefikleri de askerî açıdan güçlendirmesini gerektirecek. Haziran 2025’te Hollanda’da gerçekleşecek olan NATO zirvesi öncesi, Trump’ın 2028 yılına kadar olan görev süresi boyunca, NATO ülkelerinin savunma harcamalarının yüzde 3’e yükseltilmesi gibi öneriler bile gündemde.
Trump, ABD’nin NATO karşısındaki küresel konumuna dair farklı bir bakış açısı sunuyor ve Avrupa’yı yalnızca savunma harcamalarını artırması koşuluyla koruyacağını vurguluyor. Bu da, ABD’nin NATO içindeki konumunu “kısa süreli çıkar odaklı” hale getiriyor. Dolayısıyla ABD’nin 5’inci madde kapsamındaki yükümlülüklerine bağlılığı, bu yeni süreçte, hem İttifak üyesi ülkeler hem de caydırıcılık uygulanmasının amaçlandığı ülkeler açısından kuşkulu hale gelebilir.
Tarifeler ve AB ile Ticaret
İşin ticaret yönü de var. Ticaret ve göç, Trump’ın güçlü ve uzun erimli vaatlerde bulunduğu iki alan. Her ne kadar tarifeleri ne kadar artıracağı ve bunların herkesi etkileyip etkilemeyeceği, en yakın ticaret ortaklarına bir istisna tanıyıp tanımayacağı henüz belli olmasa da, Trump’ın bu konuda Biden yönetiminden farklı bir yol izleyeceğine kesin gözüyle bakılıyor.
AB ülkeleri, Trump’ın ikinci döneminde AB-ABD arasında olası bir ticaret savaşı olasılığından tedirgin. Hatta Trump döneminin yaratacağı en ivedi küresel etkinin, Çin’den ve diğer ülkelerden gelen mallara uygulamayı vaat ettiği gümrük tarifeleri yoluyla gerçekleşeceği düşünülüyor. Bu tarifeler ile elektrikli araçlar başta olmak üzere birçok ithalat kaleminde ticaretin ciddi şekilde yavaşlaması bekleniyor. Ayrıca ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları sonucunda caydırıcı tarifeler sebebiyle ABD piyasalarından vazgeçen Çin menşeli ucuz ürünler Avrupa pazarına “akın edebilir”.
Çin’den ithal edilen ürünlere uygulanması beklenen yüzde 60’lık verginin yanı sıra AB’den gelen ürünlere de -ağırlıklı olarak da Mercedes-Benz gibi kilit şirketlere ve otomotiv sektörüne- gümrük vergilerini yüzde 10 ila 20 oranında artırmayı vaat eden Trump’ın korumacılık politikaları karşısında Fransa gibi bazı AB ülkeleri, Avrupa’nın çıkarlarını savunarak kıtayı ticaret ortakları açısından daha “bağımsız” hale getirmekten yana… ABD’nin, AB açısından en büyük ticaret ortak olduğu düşünüldüğünde, 2025’te ikili ticaret rakamlarında ciddi değişimler yaşanması söz konusu.
Bazı tahminlere göre, Trump’ın tecritçi politikaları, AB’nin birlik ruhunun uyanışını tetikleyebilir. Örneğin Almanya, AB’nin gerek savunma açısından gerekse ekonomik olarak güçlenmesi için büyük çapta harcamalar yapılması konusunda ikna olabilir. Ancak Almanya’nın son iki yıldır ekonomik göstergelerinin kötüleşmesi, Avrupa güvenliği açısından ciddi riskler doğurabilir ve bayrağı bir ölçüde Fransa’ya devretmesine yol açabilir.
Bu açıdan Fransa’da hükümet sözcüsü Maud Bregeon’un RTL kanalına yaptığı bir açıklamada, “AB’nin kaderini eline alması gerektiği” yönündeki açıklaması bu sürecin bir sinyali olarak okunabilir. “Safları sıklaştırmak” şeklinde okunabilecek bu süreç, bir açıdan da Avrupa ruhunun yeniden güçlendirilmesini ve kıta içinde Trump’ın “Truva atlarına” karşı Avrupa ideallerinden taviz verilmemesini gerektiriyor.
Bir anlamda Trump’ın ABD Başkanı seçilmesi, Avrupa’yı içeriden -savunmadan finansa dek birçok cephede- harekete geçiren bir alarm zili olabilir. Hatta olmalı da… AB’nin neden kurulduğunun, ideallerinin, hedeflerinin, temel değerlerinin neler olduğunu göstermek için de uygun bir fırsat olarak değerlendirilebilir.
Macaristan Zirvesi ve Sonrası
Bunu destekleyen bir diğer adım da, geçtiğimiz günlerde Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de düzenlenen ve Türkiye dahil 40’ın üzerinde hükümet ve devlet başkanının katıldığı Avrupa Siyasi Zirvesi’nde Avrupa ülkelerinin Trump’ın “Amerika önce gelir” şeklindeki korumacılık tehdidi karşısında daha rekabetçi olma, büyümeyi ve verimliliği artırma ve “Avrupa’yı yeniden büyük yapma” yönünde uzlaşıya varması oldu.
Hatta zirve devam ederken Meloni’nin bir sözü dikkate değerdi: “ABD’nin sizin için ne yapabileceğini sormayın; Avrupa’nın kendisi için ne yapması gerektiğini sorun.”
Tüm bu süreçte AB’nin kritik bir savunma kalkanı var: Yeni seçilen Avrupa Parlamentosu ve hâlihazırda onay sürecinde olan Avrupa Komisyonu gibi birliğin çatısını oluşturan kurumsal yapının bileşenleri… Bu kritik yapının sağlam ve güçlü duruşu, AB-ABD ilişkilerinde Brüksel’in elini güçlendirecek yegâne silah. Anımsarsanız, Trump ilk başkanlık döneminde o sırada Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’i “sert, kaba ve zorlu bir adam” olarak nitelendirmiş, hatta daha da ileri giderek o dönemde yaşanan ticaret savaşları konusunda onu “acımasız bir katil” olmakla itham etmişti.
Şu anda Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’e büyük rol düşüyor. Kendisi, ilk başkanlık döneminde AB-ABD ilişkilerini güçlendirmiş, transatlantik ilişkilere dair güvenini ortaya koymuştu. Yeni dönemde bu tutumunu ne yönde şekillendireceği ve Avrupa’nın stratejik otonomisine yönelik adımlar atıp atmayacağı, bu diyaloğun seyrine ve AB’nin önceliklerine bağlı olacak. Trump’a kutlama mesajında kullandığı ifadeler, bu açıdan oldukça sembolikti: “Atlantik’in her iki yakasında milyonlarca iş ve milyarlarca dolarlık ticaret ve yatırım, ekonomik ilişkimizin dinamizmine ve istikrarına bağlıdır.”
Washington’da artık Avrupa’ya empati besleyen veya Avrupa ile kişisel bağlantıların önemine inanan politikacıların olmaması, 1990’ların başında Soğuk Savaş sonrası işbirliği reflekslerinden giderek uzaklaşılması, sürecin daha da çetin geçeceğini gösteriyor.
Diğer yandan Avrupa ülkelerinin ulusal duruşları da bu süreçte not edilmesi gereken bir değişken… Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un, Trump’ın zaferinin hemen ardından, ülkesini ve Avrupa’yı ‘otçul değil, hepçil’ olmaya çağırması da ilginç ama bir o kadar da yerinde bir benzetme…
“Dünya otçullardan ve etçillerden oluşuyor. Eğer otçul kalmaya karar verirsek, etçiller kazanacak ve biz de onlar için pazara çıkan et olacağız. Bence en azından hepçil olmayı seçmeliyiz. Agresif bir lider olmak istemiyorum, sadece tüm bu konulara karşı kendimizi nasıl savunacağımızı bilmeliyiz” diyen Macron, aslında Avrupa’nın etçiller karşısında daha sağlam durup safları sıklaştırması ve kapsayıcı olması gerektiğini ifade ediyor.
20 Ocak’a Kadar Mühlet
Aristoteles hakikate ulaşma yollarını şu şekilde sıralıyor: τέχνη (sanat), ἐπιστήμη (bilim), φρόνησις (sağgörü), σοφία (bilgelik) ve νοῦς (akıl). Trump’ın yeni döneminde ABD-AB ilişkilerinde bilgelik, sağgörü ve aklın üstün gelmesi, kıtanın Washington karşısındaki bağımlı görüntüsünü yenmesinde kilit güç olacak.
Trump’ın 20 Ocak günü Beyaz Saray’daki yemin töreninin ardından 47’nci Başkan olarak göreve başlayacağı tarihe kadar AB’nin hazırlanma ve kendini yeni dönemin dinamiklerine uyumlaştırması için mühlet var. Bunu ne yönde kullanacağı ise, birliğin dış politika profilini belirleyecek.
“Kazanma” odaklı Trump karşısında Avrupa’yı yeniden “büyük” hale getirip getirmeyeceklerinin yanıtını verecek olan ise, Birlik ruhunu ne oranda ortaklaştıracakları olacak. Her bir Avrupa ülkesi Trump ile tek başına ve başarılı bir şekilde müzakere etmek ve hatta “başa çıkmak” için çok zayıf. Ancak birlikte hareket ettiklerinde onun üzerinde etki yaratabilecek düzeyde bir siyasi ve ekonomik güç elde edebilirler.
Ne kısa süre önce koalisyonu çöken Alman hükümeti, ne seçimler sonrasında türlü açmazlara sürüklenen bir parlamento karşısında Fransız hükümeti, ne de popülizme teslim olmuş Macaristan veya İtalya, tek başına böyle bir güce sahip.
AB dönem başkanlığını üstlenen Macaristan’ın “Avrupa’yı Yeniden Büyük Hale Getirmek” şeklindeki sloganının zamanlama açısından ABD’deki siyasi süreçle örtüşmesi ise ilginç bir tesadüf olsa gerek…
Macaristan, İtalya, Slovakya gibi ülkelerin Trump’a meyleden popülist ve pragmatik politikacıları mı, yoksa AB’nin sağgörüyü önceleyen ve Birlik saflarını sıklaştıran, “hepçil” olmayı salık veren, ilkeler üzerinden ilerleyen siyasetçileri mi galip gelecek?
“Avrupa’yı bekleyen zorlu dört yıl” temalı bu heyecanlı ve canlı filmi izleyip göreceğiz.