Trump Sonrası Dünya Düzenine Dair Mütevazı Bir Umut
Önümüzdeki ABD seçimleri önemli olduğu kadar dinmek bilmeyen heyecan seçimlerden sonra büyük veya devrimsel bir dönüşüm gelmesi gerektiğine dair beklentileri de alevlendirdi. Çok daha makul olan umut ise ortalık yatıştığında uluslararası ilişkilerin temellerine geri döneceğidir.

ABD başkanlık seçimleri nihai noktasına yaklaşırken sonrasında ne yaşanacağına yönelik tahminler Birleşik Devletler’in ötesindeki tartışmalara bile hakim oluyor. Uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda tahminler kıyamet senaryolarıyla temkinli iyimserlik arasında gidip geliyor. Fakat ihtiyacımız olan ileriye dönük, realist temellere dayanan bir yol haritası.
Realizm derken uluslararası ilişkilerdeki, kendi çıkarlarını gözeten aktörler olarak egemen devletlerin rolünü vurgulayan “realist” yaklaşımı kast etmiyorum. Bu standarda göre bazıları ABD Başkanı Donald Trump’ın yalpalama ve başarısızlıklarına rağmen en azından yüzyılın başından beri Amerikan çıkarlarını ilerletmede her defasında başarısız olmuş ve kontrolden çıkmış dış politika bürokrasisini denetimi altına almayı başardığını savunuyor.
Realist sayılan bazıları da Trump’ın dış politika alanındaki mutlak başarısızlığını kabul etti ama bunun çok ihtiyaç duyulan bir sıfırdan başlama için bir fırsat yarattığında da ısrar ediyorlar. Onlar da ABD’nin mümkün olduğunca ellerini kirletmekten sakındığı daha temkinli bir strateji savunuyor. Mesela bir “off-shore dengeleme” politikası ABD’nin menfaatlerini ilerletmek ve saldırgan aktörleri dizginlemek için ilgili bölgelerdeki ortaklarını güçlendirmesini gerektirir. (Çin şimdiden bir dereceye kadar böyle bir yaklaşım sürdürüyor olabilir.)
Bu dış politika, realistlerin Amerika’nın nüfuzunu azalttığını düşündükleri çok taraflı kurumlar yerine ABD ile çeşitli bölgesel müttefikleri arasındaki ikili bağlara dayalı olacak. Bu mantığa göre büyük güç mücadelesi yükselirken müttefikler gücü ve kapasitesi için ABD’nin yanına çekilecek. Dolayısıyla Amerikalı liderlerin resmi bölgesel veya küresel yapılar aracılığıyla yakın ve karşılıklı faydaya dayalı ilişkiler kurmak için zaman harcaması gerekmiyor.
Kutuplaşmaya felç geçirmiş, bir tür siyasi tükenmişliğe batmış ve on yılların aşırı genişletilmiş dış politikasından bezmiş bir ülke için bu önerilerin ciddi bir cazibesi var. ABD menfaatlerinin çok daha etkili bir şekilde ilerletilebileceği izlenimi uyandırıyorlar. ABD çok daha fazlasına çok daha az kan ve para harcayarak ulaşabilir.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Bu planın tek bir sorunu var: işe yaramayacak.
Öncelikle, sırf başka çareleri kalmadığından Amerika’nın kollarına çekilecek ülkelerden etkili vekil olur mu? Daha sağlam bir zeminde, faillik ve kaynaklara sahip olup kendi değer ve çıkarlarını da ilerlettiklerine dair güçlü bir duyguya sahip olmaları halinde ABD’nin çıkarlarını desteklemede çok daha başarılı olmazlar mı?
Ortak değerler kavramına “idealist” veya “gerçek” dışı diyerek omuz silkebiliriz. Ama gerçekte bunlar iyi birer motivasyon kaynağı ve yol gösterici. Marshall Planı ve Atlantik Bildirisi’nin arkasındaki mantık buydu. Bu kadar kolay gözden çıkarılmamalı.
Dahası, tüm yeni bir iç savaş söylentilerine rağmen gerçekte bugünün dünyası 30 yıl öncekinden köklü olarak farklı. Evet, büyük güç rekabetinin unsurları geri döndü. Ama küreselleşme tersine çevrilmiş değil, çevrilemez de. COVID-19 pandemisinin de bariz bir şekilde gösterdiği gibi dünya hala kaba patronaj ilişkilerinin çözemeyeceği ortak zorluklarla karşılaşıyor.
Bunların çözümüne ancak koordinasyonu geliştirip kolaylaştıran yapılar yardımcı olabilir. Hiç kuşkusuz mevcut araç ve kurumlar kusurlu ve eskimiş; birçok örnekte derebeyliklere dönüşmüş durumdalar ve politika yapımı yerine nüfuz ticareti için kullanılıyorlar. Fakat bunları terk etmek yerine onarmamız gerekiyor.
Bu da daha köklü bir zorunluluk olan sahici liderlik ve vizyon konusunda ilerleme gerektirecek. Ve bunu da ABD’nin sunması gerekir. ABD artık tek küresel hegemon olmasa da hala toplama gücü olan tek aktör olmaya devam ediyor. Geleneksel bir realistin bu örnekte haklı olarak savunacağı gibi liderlik güçten kaynaklanmalı.
Gelecek yıllarda uluslararası sistemin II. Dünya Savaşı’ndan sonra veya hatta I. Dünya Savaşı’ndan sonraki eksik kurum inşası örneklerinde yaşandığı gibi yeniden inşa edileceğini beklemek makul değil. Ne de geçmişin sağlam liberal uluslararası düzenine bir dönüş olacağını bekleyebiliriz.
Ama çok taraflılığın toptan (ve derinden yıkıcı) bir reddinden kaçınmayı gerçekçi anlamda umabiliriz. Önce yakın görüşlü aktörler, sonra belki başkaları arasında bir tür istikamet ve dayanışma bekleyebiliriz ve beklemeliyiz de.
Esas soru ister Ocak 2021’de Başkan Joe Biden yemin ettiğinde isterse bundan dört yıl sonra Trump’ın ikinci dönemi sona erdiğinde olsun ABD’yi liderlik rolünü üstlenmeye nasıl ikna edeceğimizdir. Bunun cevabı Avrupa Birliği’yle başta olmak üzere diğer aktörlerin askeri, diplomatik ve diğer stratejik kapasitelerini güçlendirerek yükleri paylaşma beceri ve isteklerini göstermesiyle başlıyor.
Daha temelde AB ve diğerleri bir zamanlar kendilerini ABD’yi ayrılmaz bir şekilde bağlamış olan ama son yıllarda silikleşen, kenara atılan veya düpedüz reddedilen merkezi değerleri yeniden onaylamalı. Ancak bu değerleri yeniden öne sürerek bu bağlantıları canlandırıp gelecekteki tüm kurum-inşa süreçlerinin ABD’nin istikamet sunduğu ama oyunun kurallarını dikte etmediği sağlam temeller üzerinde işleyeceğini temin edebiliriz.
Önümüzdeki ABD seçimleri önemli olduğu kadar dinmek bilmeyen heyecan seçimlerden sonra büyük veya devrimsel bir dönüşüm gelmesi gerektiğine dair beklentileri de alevlendirdi. Çok daha makul olan umut ise ortalık yatıştığında uluslararası ilişkilerin temellerine geri döneceğidir.
Bu yazı 21 Ekim 2020 tarihinde Project Syndicate sitesinde yayınlanmış olup Mustafa Kaymaz tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

ANA PALACIO
