Türk Dış Politikasını Maliyetler Üzerinden Okumak
Doğrudan hükûmetler tarafından desteklenen ve çoğu zaman yukarıdan aşağıya doğru yayılan dezenformasyon kampanyaları; bağımsız gazetecilik yapan mecraların piyasa ya da baskı gibi farklı mekanizmalar yoluyla denetlenmesi, siyasal muhalefetin zor yoluyla susturulması sıradan vatandaşların çatışmaların gerçek maliyetleri hakkında bilgi edinmesini ve alternatif bir siyasi çerçeveye inanmasını engeller. Tam da bu durum siyasetçiler için savaşın maliyetlerini radikal bir biçimde düşürür ve sürdürülebilirliğini artırır.
Son 10 yılda Türkiye’nin askeri varlığı büyük bir dönüşüm geçirdi. Arap ayaklanmalarından önce, Kıbrıs ve kısmen Kuzey Irak hariç, sınır ötesi askeri operasyonlar NATO ve BM misyonları bağlamında yürütülürken bugün Türkiye pek çok coğrafyada eş zamanlı olarak askeri operasyonlar yürütebiliyor. Türkiye içinden geçtiği tüm ekonomik, askeri, siyasal türbülansa rağmen nasıl oldu da askeri varlığını bu kadar artırabildi? Nasıl oldu da bu askeri varlık ile desteklenen bir dış politika hamlesini Suriye’den Libya’ya ve oradan Azerbaycan’a kadar genişletebildi?
Bu sorulara verilen cevaplar genellikle küresel sistemin dönüşümüne, bu küresel dönüşümlerin Türkiye gibi bölgesel aktörlere alan açmış olmasına, Türkiye’nin iç politikası ile de bağlantılı tehdit algısının dönüşümüne, merkez devlet olma arzusunun Türkiye’nin siyasal elitleri arasında güçlenmesine odaklanıyor. Her ne kadar bütün bu dönüşümler Türkiye’nin mevcut dış politikasının temel bazı dinamiklerini açıklasa da Türkiye’nin askeri izinin bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılabilmesi savaşın maliyetinin dönüşümü ile doğrudan ilgili.
Savaşın Maliyetleri
Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada son on yılda Sinisa Malasevic’in yağmacı savaş olarak adlandırdığı savaş biçimi hegemonik hale geldi. Bu savaş tipinde tarafların hedefi egemenlik tesis etmek değil, karşı tarafın egemenliğini aşındırmak. Çatışma mekânları ve aktörlerin geçişken olduğu, ittifakların kalıcı olmadığı, sahada askeri zaferlerin geçici askeri koalisyonlarla belirlendiği bu savaşlar irili ufaklı pek çok aktörün müdahalesine de alan açtı.
David Keen’in yaklaşık 20 yıl önce yazdığı gibi bir çatışma sırasında taraf olanların kazanmak dışında kaynaklara erişim, siyasi muhalefeti bastırmak gibi çok başka amaçları var. Verilere göre savaşların ortalama süresi giderek artıyor ve bu uzun soluklu savaşlar kazanmak dışında kalan hedeflerin gerçekleşmesinde barış zamanından daha verimli bir ortam sunuyorlar. Tam da bu nedenle Keen’in meşhur ifadesiyle “savaş herkes için bir felaket değil”.
Savaş herkes için bir felaket olmasa da savaşlar (özellikle sonu görünmez bir biçimde uzadıklarında) taraf olan dış aktörler için de ciddi ekonomik, siyasi ve toplumsal maliyetler yaratıyor. Zegart’a göre savaşın kan, hazine ve siyasi irade olarak özetlenebilecek birbiri ile ilintili üç temel maliyeti var ve savaşlarda caydırıcılık unsurunun en önemli bileşeni tarafların bu maliyetleri üstlenme konusundaki kararlılığı ve kapasitesi. Klasik caydırıcılık yazınına göre etkili bir caydırıcılık sinyali bir ülkenin askerlerinin ölmesini göze alabilme, giderek genişleyen bir savunma bütçesi taahhüt edebilme ve de siyaseten savaşa içeride uzun soluklu bir siyasi desteği garanti edebilme kapasitesi ile doğru orantılı.
Burk’e göre savaşta yaşanan askeri kayıplar kamuoyunun özellikle dış ülkelerdeki müdahalelere olan desteğini çok güçlü bir biçimde zayıflatıyor. Mueller’in ABD’nin Kore ve Vietnam politikalarına halk desteğini inceldiği çalışmasında iddia ettiği gibi halkın savaşa verdiği destek ile askeri kayıplar arasında ters yönlü bir ilişki var. Araştırmalar savaşın ekonomik maliyetlerinin de kamuoyu tarafından anlaşıldığını ve bu maliyetlerin iktidardaki partilerinin popülerliğini azalttığını gösteriyor. Bundan daha da önemlisi genişleyen savunma harcamaları devletlerin altyapısal iktidarının altını oyabiliyor. Askeri harcamaların sonu gelmez bir biçimde artması örneğin Sovyetler ’in Afganistan’ı işgali döneminde olduğu gibi bir ülkenin ekonomisini altüst etme ve siyasi iktidarın çöküşüne kadar gidecek olan bir süreci başlatma potansiyeline sahip. Devam eden bir askeri harekata uzun soluklu bir siyasi desteği garanti edebilme kapasitesi ise doğrudan başarı beklentisi ile ilişkili. Yine araştırmalar gösteriyor ki bir ülkenin savaşta bulunma hali uzadıkça savaştan zafer ile çıkma beklentisi düşüyor ve iktidara yönelik destek de savaşın uzamasından olumsuz olarak etkileniyor.
Burada kısaca çerçevesini çizdiğim yaklaşımlar askeri ayak izinin genişlemesini tehdit algısı ve siyasi hırslar üzerinden değil, bunlara eşlik eden siyasi maliyetlerin dönüşümü üzerinden okumakta. Oysa Türk dış politikasının askeri ayak izinin genişlemesine odaklanan yaklaşımlar daha çok tehdit algısına, siyasi liderliğin dönüşümüne ve fırsatlara odaklanıyorlar ve büyük oranda savaşın maliyetlerinin dönüşümünü analiz dışı bırakıyorlar. Tam da bu nedenle ekonomik, askeri, siyasal türbülanstan geçen bir ülkenin nasıl olup da askeri olarak bu kadar aktif olabildiği sorusuna kapsamlı bir yanıt veremiyorlar. Oysa savaşın maliyetleri teknolojik, insani ve siyasi nedenlerle radikal bir biçimde değişmiş durumda ve Türkiye’nin askeri ayak izinin genişlemesinin temel nedeni bu maliyetlerin doğasının değişmiş olması.
İnsansız Hava Uçakları
Bugün devletlerin savaş maliyetlerini azaltan en önemli gelişmelerden biri silahlı insansız hava uçaklarının (SİHA) yaygınlaşması. Uzaktan kontrol edilebilen, kullanıcıları için yaşam riski taşımayan ucuz ve kolayca elde edilebilen SİHA’lar savaşın risk ve maliyetlerini dramatik bir biçimde değiştiriyorlar.
Dunn’a göre bu teknolojinin yaygın kullanımı askeri mantık ve istihbarat mantığı; şiddet ve hukuk, öldürme ve suikast; savaş bölgesi ve barış bölgesi, müttefik toprağı ve düşman toprağı; iç tehdit ve dış tehdit arasında zaten 11 Eylül sonrası bulanıklaşan ayrımları tamamen ortadan kalkmış durumda. SİHA’lar sayesinde ABD, askerlerini Irak ve Afganistan gibi çatışma bölgelerinden çekerken, askeri olarak aynı bölgede kalmaya devam edebiliyor. SİHA’lar kullanıcılarına kendi ulusal sınırları içerinde siyasi dokunulmazlık, uluslararası alanda minimum tepki ve ekonomik olarak da düşük maliyet imkânı sunuyorlar.
SİHA’ların en önemli özelliği ekonomik, askeri ve siyasi açıdan düşük maliyetlerine rağmen caydırıcılık güçlerinin yüksek olması. Askerlerin hayatlarını tehlikeye atmayan, sürekli genişleyen savunma bütçeleri gerektirmeyen SİHA’lar tam da bu düşük maliyetleri yüzünden devletlerin yapmakla tehdit ettikleri eylemleri yapabilme olasılıklılarını ve bu eylemleri siyasi bir direnç ile karşılaşmadan sürdürebilme olasılıklarını artırıyor. Burada elbette çatışmanın ölçeği son derece önemli bir faktör. Örneğin SİHA’lar Libya sahasında ciddi bir sonuç alabilirken, daha büyük güçler arasında olabilecek bir askeri çatışmada benzer sonucu göstermeyebilir. Ancak yazının başında da belirttiğim gibi yağmacı savaş biçiminin hegemonik hale geldiği, devlet kapasitesinin olmadığı ya da düşük olduğu çatışma alanlarında SİHA’lar, kullanan devletlere maliyetleri düşürerek ciddi bir avantaj sağlamaktalar.
Bugün Türkiye’nin askeri ayak izi tam da SİHA’ların bu özellikleri üzerinden genişliyor. 1995 yılında ABD’den altı temel keşif İHAsı satın alınmasıyla başlayan Türkiye’nin insansız hava aracı süper güç statüsü arayışı 2016 yılında Baykar Savunma’nın ülkenin yerli olarak üretilen ilk silahlı insansız hava aracından bir roketi başarılı bir şekilde test etmesiyle yeni bir boyuta sıçradı. 2016 yılından beri Türkiye kendi ürettiği SİHA’ları hem yurt içinde ve hem de sınır ötesi askeri operasyonlarda aktif olarak kullanan az sayıda ülkeden biri olma statüsüne yükseldi.
Sinem Adar’a göre bu durum aynı zamanda Türk savunma sanayisinin son kırk yılda kümülatif olarak büyümesinin bir sonucu. Nitekim 2010 ve 2019 yılları arasında Türkiye’nin askeri harcamaları istikrarlı bir şekilde yüzde 86 arttı. Bugün Türk Silahlı Kuvvetlerinin havacılık ve savunma envanterinin yaklaşık yüzde 60’ı yurt içinde üretiliyor. Askeri sanayi Bahadır Özgür’ün de belirttiği gibi bu dönemde hem iktidarın hem de devletin yapılanmasını şekillendiren ana kolonlardan biri haline geldi.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
2016’dan beri kendi ürettiği SİHA’ları kendi sınırları içinde ve dışında kullanan Türkiye için 2020 yılı bir SİHA süper gücü statüsüne yükseliş yılı oldu. 2020 yılında SİHA’lar Libya ve Suriye iç savaşlarında Rus destekli kuvvetlere karşı kullanıldı. Türkiye SİHA’ları, İkinci Dağlık Karabağ Savaşı’nda da Azerbaycan’ın Ermenistan’ı yenilgiye uğratmasının belirleyici unsuru oldular. Türkiye’nin dış politikada büyüklük veya iddialı olma arzusu büyük oranda İHA-SİHA teknolojisi ile belirlenen savunma sanayii kapasitesinin gelişimine bağlı olarak arttı.
Yerel Aktörler ve Özel Ordular
Son 20 yılda savaşın maliyetlerini değiştiren bir diğer gelişme ise yerel güçler ile ulusal ordular arasındaki işbirliğinin giderek artması ve hatta kurumsallaşmasıdır. Her ne kadar yerel aktörlerin, düzenli orduların yanı sıra kullanılması savaşın tarihi kadar eski olsa da 11 Eylül sonrası en önemli gelişmelerden biri yerel güçler ile kurumsal işbirliği gerekliliğinin ulusal askeri doktrinler tarafından resmi ve ayırıcı bir biçimde tanınmaya başlanmış olmasıdır. Nitekim 11 Eylül sonrası yaşanan silahlı çatışmaların neredeyse tamamında hükûmetler bir biçimde yerel güçlerle işbirliği yaparak, onları eğitip, silahlandırıp, donatarak çatışmaya müdahil oldular.
Yerel aktörlerin yanı sıra bu dönemde verdikleri hizmetleri diğer ücretli mesleklere benzer şekilde veren ve görevlerini bağımsız bir profesyonellikle yerine getiren özel askeri şirketlerin çatışmalarda kullanımı da yaygınlaşmıştır. Bu durum kitlesel askerlik yoluyla mobilize olan; ideolojik seferberlik, yurtsever coşku ve davaya adanma gibi değerleri yücelten ulusal orduların önemini (özellikle de yağmacı savaş tipinde) azaltmaktadır.
Nitekim milislerin ve özel orduların kullanımı Suriye, Afganistan ve Irak’taki operasyonların merkezindedir. Milisler ve özel askeri şirketler siyasal elitlerin neredeyse hiçbir ulusal denetim mekanizmasına tabii olmadan diledikleri şekillerde çatışmalara müdahil olmasını sağlar. Bu çatışmalarda siyasal elitler kendi gündemlerini dayatabilir, ulusal denetim mekanizmalarından başarı ile kaçabilir ve savaş eylemlerinin sorumluluğunu etkili ve sürekli bir biçimde reddetme olasılığına sahip olabilir. Nitekim cephede yerel güçlerin kullanımı tıpkı SİHA’larla olduğu gibi denetimden uzaktır, maliyetleri hem siyasi hem de iktisadi olarak düşüktür.
Bu eğilim Türkiye örneğinde ise küresel düzeyde yaygınlaşan ve yerel aktörlerle kurumsal işbirliğinin artan askeri ve siyasi kabulü ile ilişkili olduğu kadar, yerel askeri ve siyasi geleneklerle de ilişkilidir. Nitekim Türkiye 1984’te canlandırdığı köy koruculuğu sistemi üzerinden yerel aktörleri dahil etme, harekete geçirme, eğitme, denetlemeye dair ciddi bir hafıza ve kurumsal deneyime sahiptir ve bu hafıza ve kurumsal deneyimi 2011 Arap isyanları sonrasında askeri olarak müdahil olduğu bütün coğrafyalarda etkili bir biçimde kullanmaktadır.
Sonuç Mark Galeotti’nin Rusya için ifade ettiği gibi bir tür “gerilla jeopolitiği”nin ortaya çıkmasıdır. Gerilla jeopolitiği kavramı arzuları kapasitesini aşan devletlerin maliyeti düşük asimetrik askeri araçlar kullanarak etkili olmaya çalışmasına göndermede bulunur. Üstelik savaşın doğasının değişmesi ve askeri maliyetlerin yukarıda açıkladığım biçimlerde değişmesi gerilla jeopolitiğini mümkün, caydırıcı ve etkili bir strateji haline getirmektedir.
Bilgi Savaşı
Bu yazının başında özellikle uzun süren çatışmalarda siyasi iradeye olan halk desteğinin giderek azalmasının siyasiler için savaşın en maliyetli unsurlarından biri olduğunu ifade etmiştim. Bu destek özellikle kan ve hazine maliyeti artan savaşlarda çok daha hızlı bir biçimde düşecektir. SİHA ve yerel aktörlerle işbirliği her ne kadar bu maliyetleri azaltıcı bir işlev görse de tamamen ortadan kaldırmadığı aşikârdır. Üstelik yoksul devletler için bu maliyetler bütçenin büyük bir kısmını işgal edebilir. Örtülü ödeneklerden maaş alan yabancı ülke savaşçıları, siyaset ve şiddetin arasındaki sınırın kalkması, şiddetin yayılmasına eşlik eden çürüme, ulusötesi yolsuzluk ağları süregiden çatışmaların büyük toplumsal maliyetlerinden yalnızca bazılarıdır.
Ama herhangi bir siyasi iradenin çatışmanın toplumsal, ekonomik, askeri maliyetleri yüzünden cezalandırılması için bu maliyetlerin bilinmesi gerekir. Bu maliyetlerin yapılmasına gerek olmadığına dair mevcut güvenlik çerçevelerine alternatif güçlü çerçevelerin oluşturulmasını gerektirir. Oysa çatışmada “otoriter avantaj” diyebileceğimiz ve rekabetçi otoriter devletlerin temel özelliklerinden biri olan medyanın topyekûn kontrolü bu maliyetlerin ortaya çıkmasını ve özgürce tartışılmasını engeller.
Singer ve Brooking’in iddia ettiği gibi, “bu yeni savaşlar, füzeler ve bombalarla değil, anlayışımızı çerçeveleyen hikayeleri şekillendirebilen aktörler tarafından kazanılır.” Doğrudan hükûmetler tarafından desteklenen ve çoğu zaman yukarıdan aşağıya doğru yayılan dezenformasyon kampanyaları; bağımsız gazetecilik yapan mecraların piyasa ya da baskı gibi farklı mekanizmalar yoluyla denetlenmesi, siyasal muhalefetin zor yoluyla susturulması sıradan vatandaşların bu çatışmaların gerçek maliyetleri hakkında bilgi edinmesini ve alternatif bir siyasi çerçeveye inanmasını engeller. Tam da bu durum siyasetçiler için savaşın maliyetlerini radikal bir biçimde düşürür ve sürdürülebilirliğini artırır.
Bütün bunların sonucu kapasitesinden daha fazla caydırıcılığa sahip olan aktörlerdir. Tam da bu nedenlerle Türkiye’nin askeri ayak izinin ülkenin içinden geçtiği tüm ekonomik, askeri, siyasal türbülansa rağmen bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılabilmesi çatışmaların maliyetinin dönüşümü ile doğrudan ilgili olarak anlaşılmalı.