Türkiye-ABD İşbirliği: Yolun Sonu Mu?

Eğer Türkiye ve ABD ileride işbirliği yapmaya devam edeceklerse, bu mutlaka güncellenmiş bir stratejik çerçevede olmalıdır.

Türkiye-ABD İşbirliği: Yolun Sonu Mu?

Türkiye-ABD ilişkilerine ilişkin birçok analiz, iki müttefik arasında bir zamanlar doğal ve sorunsuz bir ittifak ilişkisi olduğu, her nasıl olduysa bu ilişkinin zamanla bozulduğu ve bugün yapılması gerekenin bu ‘altın çağa’ geri dönmek olduğu varsayımına dayanır. Gerçekte ise böyle bir altın çağ hiç yaşanmamış, iki ülke aralarındaki kültürel farklara rağmen ittifak ilişkisini yoğun bir çaba sarf ederek sürdürmüş, zaman zaman çıkan krizleri yine ortak çıkarlarını gözeterek aşmayı başarmışlardır. Son yıllarda ise yaşanan krizlerin gerek sıklığı gerekse şiddeti artmış, ilişkide yapısal birtakım sorunların olduğu iyice görünür hâle gelmiştir. Öyle ki, Türkiye-ABD ilişkilerinin bildiğimiz hâliyle yolun sonuna geldiğini söylemek mümkündür. Yeni bir stratejik çerçeve ile yeni bir ilişkinin kurulup kurulamayacağı ise iki ülkedeki iç siyasal gelişmelere, dış politikadaki önceliklere, stratejik kültürün evrimine ve uluslararası siyasetin seyrine göre zaman içinde ortaya çıkacaktır.

 

Soğuk Savaş Parantezi

 

Türkiye ve ABD arasındaki yapısal problemler üç ana başlıkta ele alınabilir: çerçeve sorunu karşılıklı şüpheler ve sahiplik sorunu. Türkiye ve ABD arasındaki ittifak ilişkisinin tohumları Truman Doktrini (1947) ile atılmış, Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla (1952) resmiyet kazanmış, yıllar içinde gelişmiş ve kurumsallaşmıştır. Soğuk Savaş koşullarında oluşan bu ilişkinin stratejik çerçevesi de o dönemin realiteleri üzerine inşa edilmiştir.

 

Türkiye-ABD işbirliği hiçbir zaman eşitler arasında bir ilişki olmamıştır, ancak Soğuk Savaş döneminde ilişkinin hiyerarşik yapısı daha da belirgindir. ABD’nin sunduğu nükleer şemsiye ve güvenlik teminatı karşısında Türkiye, ABD’nin güvenlik stratejisine ana hatları ile uymayı kabul etmiştir. Bu yaklaşım ulusal egemenlik kavramı çerçevesinde eleştiriye çok açık olsa da, o dönemde tüm NATO üyelerinin ABD ile ilişkisinin benzer bir çerçevede yürüdüğünü unutmamak gerekir. Her ne kadar Kıbrıs Barış Harekatı (1974) örneğinde gördüğümüz gibi, Türkiye ulusal çıkarları açısından çok önemli konularda ABD ile ters düşmeyi ve bunun için bedel ödemeyi göze almışsa da, bu gelişmeler genel kaideyi değiştirmemiş, istisna olarak kalmıştır. Bu dönemde ABD, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni para ve silah yardımı, askeri eğitim gibi araçlarla güçlendirmiş, karşılığında Türkiye de NATO’nun Güney Kanadı’nın savunulmasında başat bir rol oynamıştır.

 

Bu dönemde Küba Füze Krizi (1962), Johnson Mektubu (1964), Haşhaş Krizi (1974), Kıbrıs Harekâtı ve ABD silah ambargosu (1974) gibi krizler ikili ilişkileri test etmiş, ancak bu krizlerin hepsi aşılmıştır. Bu dönemde iki ülke arasında daha kalıcı sorunların yaşanmamasının önemli bir nedeni; Soğuk Savaş koşulları içinde Türkiye’nin dış politika hedeflerinin sınırlı ve tanımlı olması ve ABD’nin çıkarları ile çelişmemesidir.

 

İlişkide Yeni Çerçeve İhtiyacı

 

Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonrasında bu stratejik çerçeve geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Türkiye kendisini Sovyetler Birliği gibi bir büyük gücün hedefinde görmemekte, Sovyetler Birliği’nin yerini alan Rusya Federasyonu ile olan çıkar çatışmalarını yönetebileceğini düşünmektedir. Dolayısıyla, ABD’nin nükleer şemsiyesine ve güvenlik teminatına Soğuk Savaş Dönemi’ne oranla daha az ihtiyaç duyan Ankara, ilişkinin hiyerarşik yapısını sorgulamakta ve daha bağımsız bir dış politika uygulamakta kararlı görünmektedir.

 

Öte yandan, Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin güvenlik riskleri arasında sınırı aşan boyutları ile birlikte PKK terörü ve Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu ve Doğu Afrika dâhil bölgelerdeki sorunlar yukarıya çıkmış, Türkiye kendisini bu bölgelere daha fazla ilgi göstermek ihtiyacı ile karşı karşıya bulmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermiş olması Türkiye’ye bu imkânı da vermiş ve Türkiye çok bölgeli bir aktör olma yolunda inişli-çıkışlı bir sürece girmiştir.

 

Oysa Türkiye ve ABD arasında Soğuk Savaş sırasında geliştirilmiş ittifakın stratejik çerçevesi çok bölgeli bir güç olma yolunda olan Türkiye ve çok kutuplu bir dünyada da olsa, tek küresel güç konumunda bulunan ABD’nin Türkiye’nin komşuluk alanında nasıl işbirliği yapacakları konusunda pek bir fikir vermemektedir. Eğer Türkiye ve ABD ileride işbirliği yapmaya devam edeceklerse, bu mutlaka güncellenmiş bir stratejik çerçevede olmalıdır.

 

Şüphe Temelli Güvenlik İlişkisi

 

Türkiye-ABD ilişkilerindeki ikinci yapısal sorun ise artık güven krizinin çok ötesine geçen karşılıklı şüphelerdir. ABD’de Türkiye’ye yönelik başlıca üç şüphe vardır: Birincisi, Türkiye’nin günün birinde eski başbakanlardan rahmetli Ecevit’in ifadesi ile “duvarın öbür tarafına” veya Starwars terminolojisi ile “karanlık tarafa” geçebileceği şüphesidir. Türkiye’nin Rusya ile çok boyutlu işbirliği ve Çin ile gelişen ticarî ilişkileri -gerçek sebebi ne olursa olsun- Washington’da Türkiye’nin öbür tarafa geçmesi perspektifinden okunuyor.

 

ABD’nin Türkiye’ye yönelik bir diğer şüphe ise Türkiye’nin Ortadoğu’da İslamcı bir dış politika gündemi olduğu ve Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki müttefiklerinin (özellikle İsrail) güvenlik çıkarlarını tehdit ettiğine yöneliktir. Gerçek sebebi ne olursa olsun, Türkiye’nin Mısır’da Müslüman Kardeşler, Filistin’de Hamas, Suriye’de Özgür Suriye Ordusu ile yakın ilişkisi Washington’da Türkiye’nin İslamcı dış politika gündemi perspektifinden okunuyor.

 

ABD’nin Türkiye’ye ilişkin bir üçüncü şüphesi ise gerçekten ihtiyacı olduğunda Türkiye’nin ABD’nin yanında yer almayabileceğidir. Türkiye’nin gerekçeleri ne olursa olsun, Körfez Savaşı’nda, Irak Savaşı’nda ve IŞİD ile mücadelenin başlarında Türkiye’nin ABD ile işbirliğine isteksiz olması, Türkiye’nin güvenilir bir müttefik olmadığı perspektifinden okunuyor.

 

Doğrusu Türkiye’nin ABD’ye yönelik şüpheleri de daha hafif değil. Bu şüphelerden en yaygın ve etkili olanı ABD’nin Ortadoğu’da bağımsız Kürt Devleti kurmaya yönelik bir planı olduğudur. Gerçek sebebi ve gerekçesi ne olursa olsun, ABD’nin I. ve II. Körfez Savaşları’nda (sırasıyla 1990 ve 2003) silahlandırdığı Kürt gruplarla işbirliği, Irak Savaşı’nın ardından Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin kurulmasını sağlaması ve özellikle IŞİD’le mücadele çerçevesinde PKK’nın Suriye’deki kardeş örgütü YPG ile işbirliği yapması, Türkiye’de ABD’nin Ortadoğu’da bir Kürt Devleti kurma gündemi perspektifinden okunuyor.

 

Türkiye’de yaygın ikinci şüphe ise, gerçekten ihtiyacı olduğu zaman ABD’nin Türkiye’nin yanında yer almayabileceği yönündedir. Örneğin; gerek Irak Savaşı’nda gerekse IŞİD’le mücadelede ABD’nin Türkiye’nin güvenlik kaygılarını diğer önceliklerin gerisine düşürmesi Ankara’da bu perspektiften okunuyor.

 

Türkiye’deki üçüncü şüphe daha ziyade Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar partisi mahfillerinde geçerlidir. Bu çevreler; ABD’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı devirmek için aktif bir çaba içinde olduğuna inanıyor, ancak kendisi de ABD’nin müesses nizamı ile ters düşmüş olan Başkan Trump’ı bu şüphenin dışında tutuyorlar. Bu şüphe, Taksim Gezi Protestoları (2013) ile açığa çıkmış, başarısız darbe girişimi ile (2016) de tavan yapmıştır. Sebebi ne olursa olsun ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ve muhtemelen yakın gelecekte uygulayacağı yaptırımlar, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın altını oymaya yönelik hamleler olarak algılanacaktır.

 

Sahiplik Sorunu

 

Türkiye-ABD ilişkilerinde ele alacağımız üçüncü ve son yapısal problem sahiplik sorunudur. Türkiye-ABD işbirliği Soğuk Savaş koşullarında ve güvenlik ekseninde inşa edildiği için her iki tarafta da ilişkiye güvenlik bürokrasileri sahip çıkıyordu. Türkiye ve ABD’deki birbirinden bağımsız gelişmeler bir anlamda ilişkiyi sahipsiz bıraktı. ABD’de dış politika yapımı Beyaz Saray’ın koordinasyonunda Dışişleri Bakanlığı, Pentagon ve istihbarat camiasının katılımı ile yürütülür. Ancak 11 Eylül’den sonra başlayan ve bitmeyen savaşların sonucunda Pentagon’un dış politika yapımındaki rolü diğer aktörlerin aleyhine genişlemiştir. Pentagon’un rolünün artması tek başına ele alınınca, Türkiye için iyi bir şey de olabilirdi. Ancak bu gelişmeye paralel olarak Soğuk Savaş’ın bitmesi ve ABD’nin askeri gücünün daha ziyade Ortadoğu’da kullanılmasının doğal bir sonucu olarak Pentagon’un ağırlık merkezi de Avrupa Ordusu’ndan (EUCOM) Merkezi Kuvvetler Komutanlığı’na (CENTCOM) kaydı. EUCOM’a bağlı subaylar Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk meslektaşları ile olumlu tecrübeler yaşamışlardı ve Türkiye’ye saygı duyuyorlardı. Oysa CENTCOM subayları Türkiye’yi Körfez Savaşı’na gönülsüz desteği, Irak Savaşı’nda ise Amerikan askerlerinin Irak’a geçiş için Türk topraklarını kullanmasına izin vermemesi ile hatırlıyorlar ve ABD-Türkiye ilişkisine sahip çıkmak için herhangi bir sebep görmüyorlar.

 

ABD Ordusu’nun Türkiye ile işbirliğine ilişkin desteği zayıflarken, Türkiye’de de bizi aynı sonuca götüren farklı bir süreç yaşandı. Öncelikle bir yandan demokratik reformlar ile ordunun dış politika yapımı üzerindeki etkisi azalırken, kumpas olduğu mahkeme kararları ile de teyit edilen Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları sonucu Türk Silahlı Kuvvetleri paralize edildi. 2016’daki darbe girişimi ordunun daha da yıpranmasına yol açarken subay sınıfı nezdinde bütün bu olan bitenden ABD’yi sorumlu tutma eğilimi güçlendi. Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD ile ilişkilere yönelik özel bir sempatisi olmadığı gibi, olsaydı bile bu sempatisini siyasete kanalize etme imkânı da kalmadı. Dolayısıyla ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de ilişkinin kurumsal taşıyıcı kolonu çökmüş oldu.

 

Tabiî, bir yandan ABD ve Türk ordularının ilişkiye sahip çıkma durumu sona ererken bu durumun sonucu olarak veya tamamen başka sebeplerle ilişkiye destek veren başka camia ve bireyler de desteklerini çektiler, en iyi ihtimalle suskunluğa büründüler. ABD’deki İsrail Lobisi İsrail’in güvenliği açısından değerli gördüğü için önem verdiği Türkiye’den desteğini geri çektiği gibi, birçok konuda Türkiye aleyhine çalışmaya başladı. Türkiye’deki iş dünyası ABD ile ilişkileri ekonomik serbestinin teminatı olarak gördüğü için desteklerken sessizliğe büründü. Kapalı kapılar ardında hâlâ ilişkinin nasıl kurtarılabileceği konusunda kafa yoran Amerikalı ve Türk uzmanlar da kamuoyu baskısı sebebiyle sessizliğe büründü.

 

Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin Rusya Federasyonu ile başlangıçta küçük adımlarla başlayan işbirliği yavaş yavaş stratejik bir mahiyet almaya başladı. ABD ile ilişkilerin bozulması Türkiye’yi Rusya’ya iterken, Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması da ABD ile ilişkilerinin bozulmasını hızlandırarak bir kısır döngüye yol açtı.

 

Türkiye-Rusya ilişkileri başlı başına ayrı bir yazı konusu olsa da, ekonomisi kabaca İspanya ekonomisinin büyüklüğünde olan ve Balkanlarda, Kafkasya’da, Orta Asya’da ve hatta Türkiye-Rusya işbirliğinin doğum yeri sayılabilecek Suriye’de bile çıkarları Türkiye’nin çıkarları ile ayrışan Rusya’nın Türkiye açısından ABD’nin bırakabileceği bir boşluğu doldurabileceği çok şüphelidir. Zaten Türkiye de Rusya’yı ABD’nin veya Batı’nın alternatifi olarak görmemekte, Batı’dan uzaklaşmadan Rusya ile yakınlaşmaya çalışmaktadır. Ancak sonuç böyle olmamakta, Türkiye’nin Rusya’ya doğru attığı her adım, onu ABD’den bir adım daha uzaklaştırmaktadır.

 

İlişkiyi Yeniden İnşa Etme

 

Türkiye ve ABD birer NATO üyesi olarak öngörülebilir dönemde resmî olarak müttefiklik ilişkini sürdüreceklerdir. Ancak bir zamanlar çok güçlü olduğu düşünülen ikili ilişkinin belki de sonuna yaklaştığımızı kabul etmek önemlidir. Bu kabulün önemli olmasının sebebi; ironik olarak her iki ülkenin de bu ilişkiye hâlâ ihtiyacı olmasıdır. Cari ve potansiyel birçok çatışma bölgesinin ortasında yer alan ve bölgesinde gittikçe yalnızlaşan bir Türkiye’nin halkının güvenliğini ve refahını sağlamak için ABD ile sağlam bir ilişkiye ihtiyacı vardır. Kamuoyunun beklentileri doğrultusunda uzun sürecek bir güçlerini geri çekme sürecine girmiş olan ABD’nin ise Ortadoğu’da işbirliği yapabileceği güçlü müttefiklere ihtiyacı vardır ve müttefiklerin de devlet dışı aktörler veya uzun vadede varlıklarını sürdürebilecekleri şüpheli devletler olamayacağı açıktır.

 

Bu durumda yapılması gereken; 21. yüzyılın gerçeklerine dayalı ve karşılıklı şüpheleri bertaraf edecek yeni bir stratejik çerçeve ile ABD-Türkiye ilişkisini yeniden inşa etmektir.

 

Böyle bir yeniden inşa süreci bugünden yarına tamamlanamayacağı için, ilişkinin onarılamayacak kadar hasar görmesinin önüne geçmek birinci öncelik olmalıdır. Bunun için de iki ülkenin yürütme erklerinin bir diğerinin içinde bulunduğu iç siyasi koşulları da göz ardı etmeyen bir hasar sınırlandırıcı ve güven artırıcı önlemler paketi üzerinde anlaşmaları oldukça faydalı olacaktır. İlişkinin tamamen sahipsiz olmadığını göstermek için ABD’li ve Türk kanaat önderlerinden oluşan bir grubun, ilişkinin geleceğine inandıklarını teyit eden ve söz konusu pakete destek veren bir deklarasyon yayınlamaları da faydalı olacaktır. Orta ve uzun vadede yapılması gereken ise üniversitelerin, düşünce kuruluşlarının ve sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla yeni nesil Türkiye-ABD ilişkisinin tartışılmasıdır.

 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.