Türkiye Bizim Evimiz mi?
Türkiye uzunca bir zamandır ne gelenlerin ne kalanların ne de gidenlerin huzur bulabildiği bir geçiş ülkesi konumunda. Kimsenin evi olarak göremediği bir mekânın kalıcı kültürel ve sosyal yapı inşa edebilmesi mümkün görünmemekte.
Orhan Pamuk Kafamda Bir Tuhaflık romanında mekân ve onu oluşturan canlı cansız tüm öğelerle insan arasında süregelen bir ilişkiyi ele alır. Mevlüt, Rayiha’yı kaçıracağı zaman köydeki köpeklerin kendisine havlamasını yadırgar ve artık buralara ait olmadığını düşünür. İstanbul’da ise uzun aradan sonra yine sokaklara çıktığında köpeklerin ve tekinsiz insanların korkusunu yaşar ve mekâna yabancılaştığını hisseder. Aslında Pamuk aitlik duygusunun güven ve yabancılaşma arasındaki süregelen gerilimini Mevlüt’ün iç sesinde ortaya koyar. Böylece Mevlüt değişen ve tekinsizleşen kentin sokaklarında maziyi, yani güvenli ve tanıdık olanı temsil eder. Köyden kente gelip kentin dinamik sosyolojisinde yabancılaşan tüm akrabalarına karşı Mevlüt güvenli ve emin olanı yaşatmaya çalışmaktadır. 90’lı yılların hızlı değişim dalgası ve alışkanlıkları son yıllarda kendini yeniden inşa ediyor. İç ve dış göç, gelenler ve gidenler, üretim ve tüketim, kent ve metropol yeni imkânları ve riskleri önümüze sunuyor.
Son yıllarda artan ekonomik kriz, mülteci meselesi, beyin göçü sorunu vs. gibi birtakım problemler yeni sorularla bizi muhatap ediyor. Muhatap olunan sorular, insanın güvenlik, barınma, açlık-tokluk ve hatta özgürlük gibi asli meselelerini karşılama potansiyeline bağlı değişir ve dönüşür. Yakın zamanda Esenyurt’ta yaşanan olay, bireylerin sokak ve devlet üzerine birtakım tartışmaları gündeme taşımasının ve aslında “vatandaş”ın kendini ait hissettiği, evi olarak gördüğü ‘yurt’ olgusunu yeniden düşünmesinin imkânı olarak görülebilir.
Harvey, doğup büyüdüğü Baltimore’u anlatırken zenginlerin de tıpkı yoksullar gibi kendi banliyölerinde teselli, güvenlik ve iş imkânı aradıklarından bahseder.¹ Sınıfsal ve sosyal ayrışmanın/gruplaşmanın ve örgütlenmenin mekânları olarak yeni gettoların en temel cazibesi güvenlik kavramı etrafında şekilleniyor. Pamuk da tıpkı Harvey gibi İstanbul’un çeşitli muhitlerinin değişim süreçlerini güvenlik mefhumu üzerine tanımlar. Tanıdık simaların varlığı ve ekonomik olarak kendi sınıfının içinde olma, eminlik duygusunun pekiştireci olarak görülür. Türkiye’de 1980 sonrası yoğunlaşan köyden kente göç ile mekânın ayrıştıran bir aktif özne olduğu görüldü. Sınıfsal ayrışma aynı zamanda kültürel ve sosyal ayrışmanın da zeminini oluşturdu. Bu durum süreç içerisinde marjinal gettolaşmanın da ilk adımını atmış oldu. 1990’larda umut ile başlayan kente göçü güvenlik endişesine çeviren mafya tipi örgütlenmeler gettolarda ciddi etkili olmaya başladı. Silahlı örgütlenmeler 2000’li yılların başında demokratik Kürt açılımı gibi politikaların yarattığı toplumsal barış ve güvenlik hedefine uygun uygulamaların sonucu olarak kısmen geriledi. Fakat son yıllarda inşaat sektörü gibi bazı alanlardaki büyüme ve tüketim alışkanlıklarında meydana gelen muazzam arzular suç örgütlerinin tekrar ortaya çıkmasını tetikledi. Üstelik bu defa hem uluslararası suç pazarının bir bileşeni hem de hukukun zaafa uğradığı çeşitli yeni alanları kullanmada daha profesyonel davranıyorlar. Yeni iktidar alanlarının, yoksulluk ve zenginlik biçimlerinin varlığı suç, suçlu ve masuma dair tanımları da değiştirmeli. Oysa henüz Türkiye’de hukuk, metanın değişim hızının çok gerisinde ve hantal kalmakta. Bu durum güvenlik ve refah endişesini artırarak toplumsal yönelimleri ciddi şekilde etkiliyor. Bir ülke hem gelenlere hem de mukim olanlara güven ve huzur vermiyorsa ev hükmünü yitirmiştir diyebiliriz. Peki ama ev nedir?
“Eminlik” Alanı
Pamuk bize ev mefhumunun aslında mekândan bağımsız bir ‘eminlik’ alanı olduğunu anlatıyor. Emin olunan yerin insanın sosyal, siyasal ve ekonomik ilişkileri organize etme anlamında merkezilik vasfının olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda ev mekânın sınırlarını aşarak kimlikle de ilişki kuran bütüncül bir yapıdır. Ev hayal edilebilir ama ev aynı zamanda sonsuz bir düş evreninde kendi imgeleri ile var olur. İmgeler her ne kadar hafızanın evreninde bazen karanlık bazen belirsiz bir çağrılmayla gelse de kendine konumlanacak bir yer inşa eder. Ev o inşanın hayali karşılığıdır. Bachelard düşlemenin kendi varlığına doğrudan ulaştığından bahseder.² Çünkü düşlemek mekânın sınırlarını kaldırır ama kendi duvarlarını yaratmada da mekânın imkânlarını kullanmak zorunda değildir. Margosyan romanlarında eşyanın tasviri canlı silüetler halinde hareket edecek kıvamdadır. Bu, bireyden ziyade ait olduğu toplumsal hafızanın sanatsal gizemleri ile örülüdür. Evin kedisi bazen mekânın tüm gizemli/mitik hafızasının yegâne sorumlusudur. Ya da Bachelard gibi tavan ile mahzen arasında kurulan denklem şiir ile akılsallığın sınırında ortaya çıkan gerilimle beslenir. Şiir sakin durmayan yanımız, yani hayalimiz belki dilimizin imgelemidir. Onun için Bachelard onu tarihin hem ötesinde hem yanı başında tanımlar. Ama evin veya kedinin onlarca kuşak boyunca işlendiği metafiziksel kurguyu dile getirmez. Örneğin kışın soğuk bir dağ başında ışıklı bir pencere içinizi ısıtır ama aynı zamanda başka bir gizeme davet eder. İçeride yaşayan hane sakinlerinin inançları, kültürleri, hayalleri pencerenin pervazında belirmiştir. Bachelard onu bizim izleğimizde üretir. Ama öte taraftan ev aynı zamanda izleyendir. Dışarıdan gelecek olası bir yabancı evin penceresinde ya da karanlık bir odasında her zaman hayal gücünü davet etmez. Tam aksine akılsallık/bilgi kendini izleğin sonsuz alanından kurtarıp evi bir deney alanına sınırlayabilir. Mekânın tüm matematiksel hesapları karanlık ve ücra bir alan bırakmayacak kadar hayal gücünü esir alabilir. Artık hayal, retorik üreten kısır bir bilgi dağarcığıdır.
Evi hayal etmek onun bize sunduğu refahı ve güven duygusunu hayal etmek anlamına gelmelidir. Ev hayal edilebilir olduğu müddetçe davetkâr ve caziptir. Siz onu kendi benliğinizde her an yeniden üretmez, kalbinizin ve aklınızın özgürlük alanında metruk hale getirirsiniz. Türkiye, suç örgütleri ve güç ilişkileri ile kurulu bir ülke haline geldiği ölçüde ona inananların kalbinde metruk hale geliyor. Gettolaşan ekonomik sınıfların radikal ayrışması aynı zamanda gerilimleri çatışmaya dönüştürüyor. Fransa ve Güney Amerika’daki birçok ülkenin uzun yıllardır yaşadığı travmanın benzeri, hayal gücümüzü esir almaya oldukça yakın görünüyor.
Berman’a göre Brasil’in Favelası ya da Paris’in Banliyösü, kitlenin tahakküm edenin propagandasının özünde yokmuş gibi davranır ve Büyük Engizisyoncu’nun kitlelerin hayranlığını kazanmasını yadırgar.³ Oysa mekânı inşa eden ve onu sanatçının en özel imgesi gibi modern bir sergi alanı haline getiren bir üst akla rağmen halkın bu imgeyi izlememesi beklenemez. Çünkü kitleler hakikati var eden iradenin gölgesinde kalmayı modern devletin güvenlik sınırı olarak görür. Bu sınır imgenin de sınırı olarak üretilir. Artık hafızanın, imgenin ve hayalin ana ekseni mekân ve onun tahakkümüdür. Harvey’e göre varlık ve iktidarın dağılımındaki coğrafi farkların artması, kronik eşitsiz, coğrafi gelişime tabi bir metropolitan dünya yaratıyor:
“İç banliyöler bir süre kent merkezinden dışarı kaynak çekti, ama her ne kadar kısıtlı olan iş imkânlarının çoğu oralarda yaratılıyorsa da onların da bugün ‘sorunları’ var. Dolayısıyla var olan kaynaklar, ya yoksulları, imtiyazsızları ve marjinalize edilenleri açıkça dışlayan şehir dışındaki şehirlere doğru uzaklaşmakta, ya da kendini banliyö ‘özel-ütopyalarının’ ve ‘kapalı sitelerin’ yüksek duvarları arkasına kilitlemektedir. Zenginler, kendi bolluk gettolarını (‘burjuva ütopyalarını’) yaratarak, vatandaşlık, toplumsal aidiyet ve karşılıklı yardım gibi kavramların altını oyuyorlar. Bunlardan altı milyonu ABD’de artık kapalı sitelerde yaşıyor; oysa bu sayı 10 yıl önce bir milyondu. Siteler kapalı olmasalar da dışlayıcı biçimlerde inşa ediliyor; dolayısıyla Baltimore’da özellikle sınıfsal ayrımcılık, güçlü bir ırkçı tınıyla birlikte, hiç olmadığı kadar artmış halde.”⁴
Kent Gettoları
Türkiye’de Esenyurt gibi kültürel ve ekonomik ayrışmanın yoğun yaşandığı merkezlerde ortaya çıkan güvenlik endişesi, toplumsal muhayyilede ülkenin genel durumu gibi algılanıyor. Henüz bu okuma biçimi için erken görünse de kent gettolarının her kentte inşa edilmesi bu endişeyi haklı çıkaracak gibi görünüyor. Türkiye’yi ev olarak görmenin hatta barışçıl bir aidiyetle evimiz olarak görmenin ilk ve en önemli adımı gettodan mahalleye geçişle sağlanabilir. Mahalle kavramı sadece ikame ihtiyacını karşılayan somut bir duruma işaret etmez, aynı zamanda Alver’in de belirttiği üzere bireyin kendini hayata dahil etmesi, hayatı kendince şekillendirmesidir.⁵ Hem bireyin hem de mekânın aktif bir özne olarak iç içe geçmesi güvenlikli özel alanlardan ziyade geneli kapsayan süreci tetikleyebilir. Mekâna yabancılaşma ile mekânın bir parçası olma arasındaki fark, kültürel dokunun baştan sona değişimi kadar fark doğurur. Tanpınar’ın kültürel Müslümanlık olarak tanımladığı kavramsal çerçevenin tıpkı Margosyan ve Pamuk gibi canlı ve cansız tüm öğelerle ilişki kurarak mekâna dahil olma ve “emin belde” inşa etme çabası tesadüf değildir. Bilakis her üç yazar da mekânı, bireyi ve diğer öğeleri iç içe geçirerek dönüştürme çabasındadır. Böylece sırtını yasladığınız hakikatin birer öznesi haline gelirsiniz. Yabancılaşma ve güvensizlik ise yukarıdaki öğelerin bağımsız ve orantısız değişimi ile alakalıdır. Mekân, insan ve şeylerin orantısız değişimi, bazen her üçü arasında yaşanan çatışmayı da ortaya çıkarıyor. Örneğin son zamanlarda sıkça dile getirilen ve sokaklardaki güvensizliğe gerekçe gösterilen nedenlerden biri olan sokak köpeği meselesi de buradan tartışılabilir. Mekânın ve insanın hızlı değişimine karşın köpeğin geride kalması hem kentle hem de kentli insanla köpek arasında kriz yaratıyor. Yaşam alanlarının yok olmasına karşın köpeğin (ve diğer sokak hayvanlarının) aynı kalması onu yabancı bir nesne haline getiriyor. Böylece yeni bir çatışma alanı ortaya çıkmış oluyor. Ani ve hızlı değişen yerleşim yerlerinde yaşanan kültürel ve sosyal çatışmanın sebebi de benzerdir. Yahut merkezden uzak küçük yerleşim yerlerinde mekânın hantal değişimine karşın kuşağın hızlı dönüşümü ‘absürt’ kimliklerin ortaya çıkmasını tetikler. Sıkça örnek verilen Kuzey Avrupa ülkelerinde kentle birlikte tüm canlı/cansız öğelerin paralel dönüşümü çatışma riskini uzunca bir süre azalttı. Fakat şimdi yaşlı nüfus ile ortaya çıkan kriz orada da benzer bir gerilimi üretiyor diyebiliriz.
Terk Etme Arzusu
Türkiye geç modernleşme ile yaşadığı krizin etkilerini hâlâ yaşıyor diyebiliriz. Gelenek ve modernite arasına sıkışan toplumsal alışkanlık biçimlerinin mekânla yaşadığı çatışma bazı travmalar yaratıyor. Topluma, mekâna ve eşyaya yabancılaşan bireylerin kendilerini ait hissedebildikleri bir bağlam oluşmadığında ortaya çıkan kaos, sürekli ‘terk etmeyi’ arzulayan kişilikleri doğuruyor. Haliyle böyle bir toplumsal zeminde bireyin mukim olduğu yere artı değer üretebilmesi mümkün görünmüyor. Göç ve yer değiştirme üzerine kurulu dönüşüm, yabancılaşmayı ve kültürel çatışmaları görünür hale getiriyor. Devlet veya sivil toplumun toplumsal uyumu artırıcı ve kültürel dokuyu canlandırıcı programlar üretme kapasitesinin düşüklüğü, insanların kendi hukuklarını inşa etme ve uygulama tehlikesini gün yüzüne çıkarıyor. Hukuk, eğitim, ekonomi, kültür vs. politikalarının mekânın, bireyin ve şeylerin değişiminden kopuk/bağımsız/orantısız olması, hepsinde ayrı ayrı ama her şeyi etkisi altına alan kümülatif bir toplumsal krizi tetikliyor. Türkiye uzunca bir zamandır ne gelenlerin ne kalanların ne de gidenlerin huzur bulabildiği bir geçiş ülkesi konumunda. Kimsenin evi olarak göremediği bir mekânın kalıcı kültürel ve sosyal yapı inşa edebilmesi mümkün görünmemekte. Politika yapıcıların toplumla hem ekonomik hem de sosyal olarak yaşadığı kopukluk, sivil alanların oluşum sürecini hızlandırabilir. Sivil toplum yapılarının toplumsal güveni inşa edecek politikalarda devletten önce ve daha yoğun irade gösterip sorumluluk alabilmesi, kendine yabancılaşan bireyi daha fazla evinde hissettirebilir.
__
¹HARVEY, D. (2008). Umut Mekânları. Çev. Zeynep Gambeti. Metis Yayınları.
²BACHELARD, G. (2020). Mekânın Poetikası. Çev. Alp Tümertekin. İthaki Yayınları.
³Berman, M. (2021). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. Çev. Bülent Peker & Ümit Altuğ. İletişim Yayınları.
⁴Harvey, a.g.e.
⁵Alver, K., Mahalle: Mekân ve Hayatın Esrarlı Birlikteliği, İdealkent, S. 2, Aralık 2010, 116-119.