Türkiye CHP’yi Değişime Zorluyor
Kazanırsanız her şey, kaybederseniz hiçbir şeysiniz. Bu da doğal olarak yıllardır iktidar görmemiş CHP’nin kazanma ihtiyacını artırıyor. Türkiye’nin verili siyasi iklimi, sosyolojisi de bu amaçla aslını inkâr etmeden değişimi zorunlu kılmakta. Kazanmak ancak ideolojik kimliğini esnekleştirmek, toplumun her kesimine seslenmekle mümkün.
- TANJU TOSUN
- 25 Haziran 2022

Türkiye 2023’te gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerine hazırlanırken pek çok kişinin aklında şu sorular var: İktidarın seçmenini konsolide etmek için giriştiği kutuplaşma siyaseti devam eder mi? 50+1 sistemi seçimleri nasıl etkileyecek? Kararsızlar kararsız olmaya devam edecek mi? Yenilikçi sağın seçmende karşılığı olacak mı? Ekonomik durum oy verme davranışını nasıl etkileyecek? Altılı Masa beklenen sinerjiyi nasıl oluşturacak? Muhalefetin adaylık tartışması bir çıkmaza sürüklenir mi?
Siyaset bilimci Prof. Dr. Tanju Tosun ile seçimin kaderini belirleyecek bu meseleleri ve daha fazlasını konuştuk.
İktidar, ekonomik krizin seçmen üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak amacıyla kimlikçi, kutuplaştırıcı söylem ve politikalara yöneliyor. Ekonomik krize çare bulunamayıp seçimlere yaklaşıldıkça bu tutumun artarak devam etmesi muhtemel görünüyor. Bunun iktidara ve siyasete nasıl bir yansıması olabilir?
Türkiye siyasal hayatına 1960’lardan bugüne iktidarların ekonomik performansı-kutuplaşma(tır)ma perspektifinden baktığımızda, ilk kez yaşanan bir durumla karşılaşıyoruz. AK Parti öncesinde tek parti hükümeti ya da koalisyonlarda iktidar partileri ekonomik vaatlerini yerine getiremedikleri takdirde, ekonomik performansı düşen partilerin bazı temsilcileri iktidar partilerinden ayrılmak suretiyle ya parlamentoda yeni yasama çoğunlukları oluşarak farklı partiler hükümet kurar ya da erken seçime gidilirdi. Oysaki bugün mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde Cumhurbaşkanı istemediği, yasamadaki çoğunluk da kolay değişemeyeceği için, böyle bir gelişmenin yaşanması mümkün değil.
Diğer yandan, Cumhur İttifakı bileşeni partilerin siyasal elitlerinin demokrasi anlayışındaki sığlık da (her koşulda iktidarın sürdürülmesi) böyle bir gelişme ve değişimin yaşanmasını zorlaştırıyor. Bu anlamda 20 yıllık iktidarına rağmen demokratik siyaset oyununun müzakere, uzlaşma temelli nasıl oynanacağını öğrenememiş bir iktidar var karşımızda. Hal böyle olunca geniş toplum kesimlerini sarsıcı ekonomik krize rağmen, gidilecek bir seçimle güven tazeleme yerine, toplumu kutuplaştırıcı söylem ve politikalara yönelerek iktidarını her koşulda seçimlerin normal zamanına kadar sürdürmeyi tercih ediyor. Muhtemelen bu tutum Anayasal seçim tarihi yaklaşana kadar sürecek.
Cumhur İttifakı’nın en büyük yanılgısı bu kutuplaştırmanın kendi sosyolojisinde kalan seçmenler dışında, ayrılanların geri döneceğini ummak. Ekonomik kriz sürdükçe -ki tarafsız iktisatçılar artarak süreceği düşüncesinde- bu kitlenin geri dönmesi çok zor görünüyor. Üstelik iktidar sosyolojisinde yeni seçmen kopmaları da yaşanabilir. Bu durumda iktidar, tabanının daha da eridiğini gördükçe kutuplaştırıcı söylem ve politikalarını artırmaya, muhalefeti etkisizleştirerek seçmen tabanını güçlendirmeye yönelik bir strateji izleyebilir. Kanımca bu yapıldığı takdirde, oluşacak bir kısır döngü siyasetin tarafları arasındaki kutuplaşmanın daha da sertleşmesinden başka bir işe yaramaz.
Sonuçta taraflar arasındaki gerilim partizan olmayan kitlelerin siyasete ilişkin güven kaybının daha da artmasına, kitleler nezdinde siyasete dair meşruiyet algısının zayıflamasına, bu da siyasete ve siyasal katılıma ilginin düşmesine yol açabilir. Bunun sonucu ise geniş anlamda siyaset kurumu, dar anlamda siyasal sistem ve kurumlarının itibar kaybının artmasıdır.
EKONOMİK TSUNAMİNİN ARDINDAN AK PARTİ’NİN DOĞAL SOSYOLOJİSİ YÜZEYDE KALACAK
Yaşanan ekonomik sıkıntıya, idari ve siyasi alanda görülen zaaflara rağmen, iktidar blokunun seçmen desteği belli bir eşikte direniyor görünüyor. İktidar oy kaybetti ama bu kayıp beklenen hız ve oranda olmadı. Böylesi bir tıkanma Türkiye’nin çok partili siyaset tecrübesinde başka bir iktidar zamanında olsa, yönetimdeki partilerin erimesi muhtemelen çok daha hızlı olurdu. Bugün bunu yavaşlatan dinamikler neler? Seçimlere kadar bu trendin değişmesini bekliyor musunuz?
İktidar blokunun seçmen desteğinin belirli bir eşikte direndiğini, kamuoyu araştırmalarına yansıyan partilere yönelik seçmen desteği bulgularından anlıyoruz. Şunu da unutmayalım ki Türkiye bugün ulusal ve uluslararası karşılaştırmalı siyaset alanında çalışan siyaset bilimcilere göre rekabetçi-otoriter bir sistemle yönetiliyor. Bu nedenle, araştırmalara yansıyan parti tercihleri oranlarına ben ihtiyatla yaklaşırım. Seçmenler acaba parti tercihlerini ne ölçüde çekinmeden açıklıyor diye zihnimde soru işareti var.
Varsayalım ki araştırmalar partilere yönelik destek örüntüsünü minimum hatayla ölçsün, iktidarın oy kaybının beklenen hız ve oranda olmaması bir yandan iktidarın ekonomi-politiğiyle, muhalefetin niteliğiyle, diğer yandan AK Parti liderliği ve Türkiye sosyolojisiyle ilgili. İktidarın oy-hizmet, rant dağıtmaya dayalı geleneksel klientalist, siyasal patronajcı özelliği özellikle toplumun sosyo-ekonomik statü açısından en diptekilerine sosyal yardımlar aracılığıyla yaptığı geçimlik kaynak aktarımları, istihdam imkânları ekonomideki tüm olumsuz koşullara rağmen bu kitlenin iktidarla hizmet, kaynak-oy ilişkisini halen sürdürmesine yardım ediyor.
Diğer yandan üst ekonomik sınıflarla iktidarın kurmuş olduğu rant aktarma, dağıtmaya dayalı ilişkinin sürmesi de bu kesimin AK Parti ve iktidarla kurduğu ilişkinin devamını sağlıyor. AK Parti öncesinde de iktidarlarla farklı toplum kesimleri arasında bu bağlamda işleyen bir ilişki ağı tabii ki vardı. Fakat AK Parti iktidarının yeni olarak yaptığı; ürettiği çeşitli kaynak yaratma mekanizmalarıyla ve bunları finanse etmesiyle, söz konusu kesimlere aktarılan kaynağı sürekli kılmasıdır. Hal böyle olunca, çark yakın zamana kadar döndü. Fakat artık bugün çark işlememeye başladı.
Geçmişte iktidar partilerinin kaynak yaratma çeşitliliği ve sürdürülebilirliği sınırlı olduğu için, partilerin erimesi bu nedenle daha kolay oluyordu. Bugün ise kaynak tahsisinin çeşitliliği, sürdürülebilirliği, tahsislerin yöneldiği kitlelerin yaygınlığı erimeyi ağırlaştırmaktadır. Ekonomik kriz, yansımaları, sonuçları veri alındığında, ekonomik tsunami dolayısıyla denizin suları çekilmek üzere. Seçim yaklaştıkça krizin bugün olduğu gibi yönetilememesine bağlı olarak oy kaybının bir noktadan itibaren şiddetleneceğini, tsunaminin ardından AK Parti’nin doğal sosyolojisinin yüzeyde kalacağını düşünüyorum. Erimeyi yavaşlatan nedenler arasında AK Parti liderliğinin, Erdoğan’ın karizmatik kişiliğinin payı olduğu da yadsınamaz.
KUTUPLAŞTIRMA SİYASETİ AK PARTİ’YE DEĞİL, ERDOĞAN’IN ŞAHSINA YARIYOR
Ekonomik krizin şiddetine, demokratik gerilemeye rağmen bugün iktidar partisi halen her üç seçmenden birinin oyunu alıyorsa, Erdoğan’ın 20 yılda inşa ettiği “Erdoğancılık”, seçmenle arasında kurmuş olduğu irrasyonel duygusal bağ yadsınamaz. Türkiye siyasetinde peşinden koşacak lider arayanlar için “Baba”, “Karaoğlan”, “Bacı” figürlerinden sonra, “Reis” figürünün siyasette iktisadi, sosyolojik, politik olarak değil ama psikolojik özdeşleşme referanslı bir karşılığı var. Bugün bu bağ bir kısım seçmen için “Reisçilik” ile var oluyor. Son dönemde yoksullaşsa da Erdoğan imgesi onlar için iyi günde, kötü günde sığınılacak bir liman işlevi görüyor. Erdoğan’ın popülizme içkin tarzda bu kitleyi halkın yararını düşünmeyen elitler karşısında, gerçek halk (!) olarak adam yerine koymasının payı göz ardı edilemez. Bu anlamda popülizm, kutuplaştırma siyaseti belki AK Parti ve iktidarına değil ama, Erdoğan’ın şahsına daha çok yarıyor.
İktidarın erimesini yavaşlatan dinamikler arasında Türkiye sosyolojisinin sosyal bölünmeler-temsiliyet ilişkisindeki değişim, dönüşüm de önemli. AK Parti Milli Nizam’dan Milli Selamet’e, Refah Partisi’nden Fazilet Partisi’ne ilk kez muhafazakârlık/dindarlık temelli sosyal bölünmeleri, kuruluşunda merkez sağa içkin değerlerin temsili ve söylemiyle kimliğinin merkezine aldı ve bununla aynı geleneğe yıllarca uzak duran kitleler nezdinde meşruiyetini artırdı. Bunu salt bir ideolojik yenilenme stratejisi ve taktiğiyle değil, aynı zamanda bu kitlelerle kurduğu iktisadi ilişkiler ağı aracılığıyla yaptı. Bir kez bunu kurduktan sonra, bu kitleyi sınıfsal olarak bir noktaya kadar dönüştürdü, sosyolojik ittifaklarına dahil etti. Fakat son birkaç yıldan beri yeniden geleneksel kimliğine (Milli Nizam’dan Refah Partisi’ne) dönüş tercihi, parti içindeki merkezcil eğilimli seçmeni yeni arayışlara yöneltmekte. AK Parti’nin doğal sosyolojisindeki muhafazakârlar ise, güçlü temsiliyet ilişkisi nedeniyle partiyle bağlarını sürdürmekte. Endişeliler de kazanımlarını kaybetmeme adına partinin ve liderlerinin yanında. Hal böyle olunca öz kimliğe dönüşle oy erimesi arasında güçlü bir ilişki olduğunu, buna ekonomik kriz de eklenince, AK Parti’nin merkezcil değerleri içselleştirmiş sosyolojisinin partiden kopmaya başladığını görüyoruz. Önümüzdeki günlerde bu kopuşun artma olasılığı yüksek kanımca.
AK PARTİ’DEN KOPANLAR MUHALEFET PARTİLERİ YERİNE KARARSIZLARA DAHİL OLUYOR
Muhalefet belli oranda bir oy artışı yaşadı ama bu artış minimum düzeyde kaldı. Bunu nasıl yorumlamak istersiniz? Türkiye’nin tarihsel dinamikleriyle mi, siyasi partilerin performanslarıyla mı açıklamak gerekir? Başka bir deyişle, beklendiği ölçüde bir oy hareketliliğinin yaşanmamasında kimlik siyaseti mi yoksa muhalefetin alternatif siyaset üretememesinin mi etkisi var?
Muhalefetin oy artışı anlamında beklenen sıçramayı sağlayamama nedenleri arasında muhalefete özgü dinamikler de önemli. Muhalefet gerek liderlik gerekse kadro, program, politika önermesi anlamında iktidara alternatif fotoğraf karesi sunma konusunda muhtemelen seçmenin beklentilerini tam olarak karşılayamamış olacak ki, AK Parti’den kopan seçmenin azımsanmayacak bir kesimi muhalefet partilerine yönelmek yerine, kararsızlar arasına dahil oluyor.
Tarihsel dinamik kanımca muhalefet partileri arasında sadece CHP için etkili. Halen tek parti dönemine dair iktidarın yürüttüğü algı operasyonları, CHP kimliğine karşı özellikle ılımlı muhafazakâr seçmenler nezdinde dahi bir karşılık buluyor. CHP iktidara gelirse kazanımların kaybedileceği endişesi baskın durumda. Muhalefetin performansı bağlamında düşünüldüğünde, aslında muhalefetin başta Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisi olmak üzere, ekonomik krize dair tanımlamaları, krizden çıkış için geliştirdiği öneriler mevcut düzenin politik ve ekonomik alternatifleri. Fakat bunları seçmene anlaşılabilir biçimde aktarma konusunda siyasal iletişim temelli teknik eksiklikleri mevcut.
MUHALEFET KİMLİK SORUNLARINA DIŞLAYICI YAKLAŞMIYOR
Muhalefeti oluşturan partilerin Türkiye’nin kimlik sorunlarına yaklaşımında, ister dinsel isterse etnik kimliklerin temsiliyeti bağlamında bakalım, geriye gidişi mümkün kılacak antidemokratik, dışlayıcı yaklaşımlar yok. Radikal projeleri olmadığı gibi. Hatta başta CHP olmak üzere bir arada yaşamayı mümkün kılacak, kolaylaştıracak, barışma, helalleşme temelli vizyonu da mevcut. Kürt kimliğine bakış konusunda ise muhalefet partilerinin HDP’nin beklentilerine uygun tarzda bir yerde konumlanmadıkları da açık. Bu durum seçim sürecinde muhalefeti en fazla zorlayacak konulardan biri olsa da, doğal sosyolojilerinin hassasiyetleri nedeniyle bu konuda çok fazla hareket alanlarının olmadığı da bir gerçek. Tek hareket alanı tam demokrasi şemsiyesi olup, bu şemsiye açılırsa önemli adımlar atılabilir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, seçmenin beklentilerini karşılama konusunda muhalefet partileri her geçen gün daha başarılı bir performans sergiliyor. Bu nedenle iktidardan kopma tereddüdü yaşayan ya da kararsızlar arasına dahil olanların önümüzdeki süreçte daha hızlı ve yoğun olarak muhalefet saflarına yöneleceğini düşünüyorum.
‘Seçmen dinamiklerinde ekonomi mi belirleyici kimlik mi’ tartışması en eski tartışmalardan biridir. Türkiye’de her ikisinin belirleyiciliğinin de arttığı bir dönemdeyiz. Hem ekonomik kriz çok derin hem de kimlikler ve siyasi kutuplaşma çok keskin. Dolayısıyla da bugünler bu tartışma için belirleyici bir gözlem imkânı sunar gibi görünüyor. Sizin bu konudaki kanaatiniz ne? Önümüzdeki dönemde seçmenin oy verme davranışı nasıl şekillenecek diye bekliyorsunuz?
Belirttiğiniz gibi, özellikle seçmen davranışıyla ilgilenen siyaset bilimciler için içinden geçtiğimiz günler, yaşanan ekonomik kriz, kimlik temelli sorunlar ve siyasal kutuplaşmanın boyut ve nitelikleri bol malzemeli politik laboratuvar koşulları. Öncelikle belirtmek gerekir ki seçmenin oy verme davranışı oldukça karmaşık bir sürecin sonunda biçimleniyor. Ne kimlik ne de ekonomik koşullar tek başlarına belirleyici. Zamandan bağımsız da düşünülemez. Bildiğimiz gibi, bireyin politik toplumsallaşması çok erken dönemlerde, kendisini içinde bulunduğu aile gibi sosyal çevrede başlıyor; arkadaş çevresi, eğitim kurumları, iş çevresi gibi kurumların etkisiyle gelişiyor. Parti tutma bağı, kendisini bir partiyle özdeşleştirmesi, parti aidiyeti geliştirmesi ya da apolitik olması gençlik yıllarına ait bir durum. Partileri, ideolojileri, politikalarıyla değerlendirme, içlerinden birini tercih etmede ilk adımı atma bu yıllara denk düşmekte. Bu süreçte devletin ideolojik aygıtları, politik endoktrinasyon da tercihlerin şekillenmesinde etkili tabii ki.
KİMLİĞE DAYALI TERCİHLER SİYASETTE MADDİ ÖDÜLLENDİRMELERLE MANİPÜLE EDİLEMİYOR
Parti tercihinde kimlik unsuru, oy verme davranışında dış etkilerden, koşullardan en az etkilenen değişken. Daha doğrusu kimliğe dayalı tercihler siyasette maddi ödüllendirmelerle manipüle edilemeyen bir olgu. Bu çerçeveden bakıldığında, HDP’nin Kürt, AK Parti’nin İslamcı muhafazakâr, MHP’nin Türk milliyetçisi, CHP’nin Atatürkçü siyasal, etnik, dinsel siyasal kimlikleri içselleştirmiş seçmenleri, önümüzdeki seçimlerde partilerine ekonomik kriz koşullarına rağmen oy vermeye devam edeceklerdir diye düşünüyorum. Ekonomi ve ekonomik koşulların kimliğin seçmen davranışına etkisi anlamında daha fazla belirleyici olmasının tek koşulu, partilerin bir politik tahayyül olarak kimlikler üzerinden seçmenle kurduğu özdeşlik ilişkisini yumuşatmalarıdır ki, bunun da pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu kimlikler iktidar partileri için özellikle ekonomik kriz koşulları için oy bagajlarındaki yaşam öpücükleridir. Siyasi kutuplaşma da özellikle ekonomi kötüye gittiğinde iktidar partilerinin kullandığı bir stratejiyse, bu partiler için yine aynı işlevi görür.
Ekonomik oy vermeye dayalı rasyonel seçmen davranışının parti aidiyeti yüksek olmayan, kimlik referansıyla parti özdeşliği kurmayan seçmenler için bu seçimde özellikle iktidar partilerinden kopma sürecinde olanlar ya da kararsızlar için etkili olması kuvvetle muhtemel. Bu kitlelerin doğrudan muhalefet partilerine yönelmesinden ziyade, bu aşamada çok iyi birer gözlemci olarak muhalefeti izlediklerini, muhalefet partilerinin kendi ekonomik koşullarında önümüzdeki dönemde iyileştirici politikalar üreteceklerine ikna oldukları takdirde muhalefet seçmenleri tarafına geçeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, seçimin kaderini kararsız olmaya yakın ve kararsız gözlemci seçmenlerin tayin etme olasılığı yüksek gibi görünüyor.
50+1 ÇOĞUNLUĞU, SİYASİ REKABETİ TOPLAMI SIFIR OLAN BİR OYUNA DÖNÜŞTÜRDÜ
Başkanlık sistemi ve getirdiği yüzde 50+1 sistemi siyasetin kodlarını değiştirdi. ‘Kazanma’ ihtiyacı CHP’de ve özellikle lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nda görünür bir değişimi tetikledi. Bu değişim ihtiyacını ve gideceği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Değişim, CHP’nin Türkiye vizyonunda da değişime yol açabilecek kapsamlı bir siyaset değişimine dönüşür mü, yoksa söylem ve kadro değişimi veya ittifakları mümkün kılacak esnekliklerle mi sınırlı olur? Öngörünüz nedir?
Kazanma ihtiyacı tüm partiler ve liderleri için çok önemli doğal olarak. Fakat CHP’de bu daha fazla. Çünkü DSP bir yana bırakıldığında, sosyal demokratlar yaklaşık 35 yıldan beri iktidar denkleminin dışında. Taban iktidara susamış durumda ve partilerini artık iktidarda görmek istiyor. Başkanlık sisteminin getirdiği 50+1 çoğunluğu siyasetin kodlarını değiştirirken, siyasi rekabeti toplamı sıfır olan bir oyuna dönüştürdü. Kazanırsanız her şey, kaybederseniz hiçbir şeysiniz. Bu da doğal olarak yıllardır iktidar görmemiş CHP’nin kazanma ihtiyacını artırıyor. Türkiye’nin verili siyasi iklimi, sosyolojisi de bu amaçla aslını inkâr etmeden değişimi zorunlu kılmakta. Kazanmak ancak ideolojik kimliğini esnekleştirmek, toplumun her kesimine seslenmekle mümkün.
CHP, Kılıçdaroğlu ile birlikte düne kıyasla tüm topluma seslenen bir partiye dönüşmüş durumda. Aslında seçmen tabanında bu değişime mesafeli duranlar olsa da, kazanıp iktidara gelme isteği çatlak sesleri donduruyor. İktidar olması durumunda ise kanımca bu çatlak sesler yok olup gider. Kılıçdaroğlu liderliğindeki değişim, iktidar olmaları durumunda kapsamlı bir değişime, hatta dönüşüme doğru evrilebilir. Tabii ki iktidarda kalmak için değil, çağdaş sosyal demokrat bir partiye içkin hedeflerini gerçekleştirme adına.
Kılıçdaoğlu dışında şu aşamada lider olarak bu değişime öncülük edecek, bunu yaparken tabanı yanında tutabilecek politik aktör çok az. Dolayısıyla, CHP’nin Türkiye vizyonunda değişimin kapsamlı bir siyaset dönüşümüyle sonuçlanmasının anlamı, partinin tam anlamıyla çağdaş bir sosyal demokrat partiye evrilmesidir. Şu aşamada değişim söylem, kadro değişimi, ittifakları mümkün kılan esnekliklerden ibaret olsa da, CHP’nin ana muhalefet partisi olduğunu unutmayalım. Değişimin dönüşüme evrilip evrilmeyeceği ancak iktidarda eylemlerle, icraatlarla test edilir. Önümüzdeki seçimlerde adayının Cumhurbaşkanı seçilmesi ve parlamentoda çoğunluğa sahip olarak iktidar olunması halinde parti içinde kimi dirençler yaşanabilecek olsa da, bu testten başarıyla çıkacak potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum.
KILIÇDAROĞLU’NUN HELALLEŞME ÇABALARI SOMUT YÜZLEŞMELERE DÖNÜŞECEK
Kılıçdaroğlu, yaptığı ‘helalleşme’ çağrısını özellikle kendi tabanından gelen tepki ve kaygılardan sonra ‘hesaplaşma’ ile dengelemeye çalışıyor. İkisi arasında bir denge kurma ihtiyacı duyuyor. Helalleşme çabasını nasıl yorumluyorsunuz? Kılıçdaroğlu’nun çabaları devam eder mi, somut yüzleşmelere dönüşür mü ve en önemlisi bu, partinin teşkilatları ve tabanı tarafından nasıl karşılanır? CHP’nin buna direnç geliştirdiğini gözlemliyor musunuz? Taban buna ne kadar uyum sağlayabilir?
Helalleşme çabasını çok değerli bulduğumu öncelikle belirtmek isterim. Aynı çabanın Türkiye siyasetinde yaygın seçmen tabanı olan tüm partiler, liderleri tarafından da gösterilmesinin şart olduğunu düşünüyorum. Çünkü helalleşme, tarafların ötekileştirdiği taraflara uzatılan bir dost eli olarak, birlikte yaşama, kendisi gibi olmayanları aynı değerde görme şeklindeki ahlaki, insanı bir tavırdır. Bugüne kadar anaakım partilerin rakiplerini üzmeyeni, dışlamayanı, yok saymayanı yok gibi. Doğaldır ki CHP ya da diğer partilerin seçmen tabanlarının demokratik değerleri, bir arada yaşamayı içselleştirme bakımından eşik düzeyleri homojen değil. Tüm partilerde fırsat olduğunda rakiplerini boğazlamaya hazır sınırlı seçmenlerin varlığı da unutulmamalı.
CHP tabanı bugün gelinen noktada partinin geçmişteki katı ulusalcı seçmenlerinin başka partilere yönelmeleri nedeniyle, demokratik değerleri içselleştirme başta olmak üzere, demokratik, sosyal demokrat değerlerin baskın olduğu seçmenlerden oluşuyor denilebilir. Kılıçdaroğlu’nun helalleşme çabaları söyleme yansıyan bir çağrı olmanın ötesinde somut yüzleşmelere dönüşecek diye düşünüyorum. CHP ve liderinin bu konuda çekindiği husus da bulunmuyor. ‘Taban ne der’ diye bir endişesi olduğu kanaatinde değilim.
AK Parti’nin son yıllardaki otoriter, dışlayıcı, ötekileştirici uygulamaları bu coğrafyada hepimizin farklılıklarımızla bir arada yaşamasının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu öğretti. Bu nedenle tabanda bu tür samimi çıkışlara karşı bir direnç değil, destek oluşması daha mantıklı. CHP tabanı bugün itibarıyla siyasal değerler anlamında demokratik değerleri içselleştirme bakımından en kapsayıcı pozisyona sahip seçmen gruplarından biri. Tabii ki bu kitlenin AK Parti döneminde hukuk dışı tasarrufların hukuk devleti normlarına uygun biçimde yargısal takibinin yapılmasında ısrarlı olduklarını, bunun da çok doğal olduğunu belirtmek gerekir.
SAĞ MAHALLEDE GELECEK VE DEVA PARTİLERİ MERKEZLİ “BU DÜZEN DEĞİŞMELİ” SESİ YÜKSELİYOR
Bir de hikâyeye karşıdan bakarsak, sağ böyle bir sola hazır mı? Sonuçta sol muhalefette ve dönüşüm ihtiyacı içinde. Sağ ise iktidar ve iktidarda olan yapılar esnemeye daha uzaktır. Bir yanda sağ mahallede de bir eleştiri, iktidar ile ayrışma çabası var. Gelecek ve DEVA partileri bunun bir yansıması. İki şekilde sorarsak: 1- Sağ karşıdan gelen bu açılıma nasıl cevap veriyor? 2- Sağda bir yenilenme ya da dönüşüm ihtiyacı, süreci var mı?
İktidar kaynakları ve ödüllendirmeleriyle oluşan AK Parti elitlerinin iktidardan iktisaden ve statüko elde etme odaklı yararlanma istekleri, iktidardaki sağın esnemesi önündeki en temel engel. Ayrıca geleneklerinden beslendikleri totalci zihniyet dünyası da buna engel. Bu çerçevede kapitalist sistemin aracı kurumlarının ve iktidarın kazandırdıklarının AK Parti elitlerinin demokratik değerler doğrultusunda ehlileşmelerine katkı yapmadığını görüyoruz. Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu eserindeki gözlem ve önermelerinin AK Parti Türkiye’sinde muhafazakâr bir toplumda gerçekleşmediğinin canlı örneğine tanık olduk denilebilir.
DEVA ve Gelecek partilerini burada kısmen ayrı bir yere koymak gerekir. Çünkü, gerek liderleri gerekse seçmen tabanı AK Parti sayesinde yükselmekten, iktidarı sayesinde varsıllaşmaktan ziyade, siyasete başlamadan önce eğitim yoluyla edindikleri belirli bir sosyal statü, yaşamlarını idame ettirecek kadar bir ekonomik güce sahip kitleler olduğu izlenimi veriyorlar. Gelecek ve DEVA’nın Altılı Masa’da bulunduklarını ve Altılı Masa’nın ‘Yeni Yüzyılın Türkiye’si’ vizyonunu dikkate aldığımızda sağ mahallede de bu partiler merkezli “Bu düzen değişmeli” sesinin yükselişi söz konusu. İki partinin demokrasiye dair tahayyülleri dikkate alındığında, muhalefetteki sağ karşıdan gelen bu açılıma elini uzatıyor. Eksik olan; içinden çıktıkları AK Parti’ye karşı özeleştiri ve geçmişi sorgulama adına fazla cesaretli olamamaları, ürkek kalmaları.
AK Parti’nin tahrip ettiği değerler ve kurumlar karşısında sağın da kendi içinde bir yenilenme ve dönüşüme ihtiyacı var. Bu partilere yönelik seçmen desteği sınırlı olsa da, yenilenmeye ihtiyaç olmamasından değil, bu partilerin değişim ihtiyacının gerekliliğini seçmene iyi anlatamamasından kaynaklanıyor. Bu durumda sağ seçmenin payına da düşen; yaşayarak öğrenme. Önümüzdeki süreçte AK Parti deneyiminden sonra bu partilerin de öncülüğünde ılımlı yenilikçi sağın bu değişime öncülük etmesi kuvvetle muhtemel. Asıl önemli olan; seçmeni bu değişime ikna etmek. Bu ise zaman alacak gibi görünüyor.
İYİ PARTİ YENİLİKÇİ MERKEZ SAĞ PARTİ KİMLİĞİ İNŞA ETMEDE DAHA PROAKTİF DAVRANMALI
Bu noktada sağ ideolojik çizgide İYİ Parti’ye bakıldığında, geçmişinin, içinden çıktığı uç milliyetçi partinin bagajıyla yola çıkmasına rağmen kendisini, tarihini yok saymadan, fakat ona da mahkûm olmadan, bu bagajdan kurtulma yolunda dikkate değer adımlar atıyor. Örgütlerde uç milliyetçi kadrolarla yola çıktıktan sonra, bir ara o çizgiye hapsolma riskiyle karşı karşıya kaldı. Fakat bu çizginin partiyi sayısal güç anlamında marjinal kılacağı, kitle partisi olamayacağı, merkez sağa yerleşemeyeceğini anlayınca, gerek kadro takviyeleri gerekse örgütsel yeniden yapılanma, söylem anlamında merkez sağa yerleşmeye çalışıyor. Tabii ki merkez sağın sosyolojisi AK Parti’den henüz tamamen kopmadığı için, büyüme yavaş, fakat emin adımlarla sürmektedir. Bu adımlar yeterli mi diye baktığımızda, merkez sağda geçmişte politika yapmış sembolik isimlerin partiye kazandırılması, merkez sağ parti algısını pekiştirmek için takviye edici olabilir. Çünkü, batıdan doğuya merkez sağın özellikle yaşlı kuşak seçmeninin İYİ Parti’nin bu çizgiye yerleşme isteği konusunda çok fazla bilgi sahibi olmadığı kanaatindeyim. Diğer yandan, yenilikçi merkez sağ parti kimliği inşa etme anlamında da daha proaktif hareket edip, strateji üretmelidir.
Muhalefet Altılı Masa ile önemli bir sınav veriyor. Daha önce pek görmediğimiz şekilde altı parti yan yana geldi. Ortak programlar açıklıyorlar. Ortak komisyonlar kuruyorlar. Bu tecrübenin Türk siyasi hayatında bir karşılığı olur mu? Diğer tarafta bu birliktelik neden beklenen sinerjiyi oluşturamadı?
Muhalefetin Altılı Masa temelindeki birlikteliğinin Türk siyasi hayatında bir karşılığı olduğu yavaş yavaş seçmen tarafından anlaşılıyor. En azından seçmen ideolojik mesafe anlamında birbirinden uzak bu partilerin bir araya gelebileceklerini görmekte, bu da Altılı Masa’ya dair siyasi kutuplaşmadan yorgun düşen seçmende geleceğe yönelik olarak iyimserlik yaratmaktadır. Siyaseten en önemli karşılığı bu partilerin demokrasi, işbirliği, uzlaşma temelinde bir araya gelmesi, unutulan kurumlar, değerler, iş yapma biçimlerinin bu partiler tarafından hayata geçirilmesi ve topluma hatırlatılmasıdır. Toplumda bu yönde güçlü bir talep vardır ve karşılığı da Altılı Masa’nın bu konudaki kararlılığıdır. Bu birlikteliğin şu aşamada beklenen sinerjiyi oluşturamadığı bir gerçek. Bunun nedeni, Masa’nın bileşenlerinden ziyade devlet partisine dönüşen AK Parti’den kopmanın bir süreci gerektirmesi, bu sürecin ekonomik kriz gibi koşullarının mevcut olmasıdır. İktidarın kutuplaştırma stratejisinin devam etmesi halinde sürecin hızlanacağını düşünüyorum.
ADAYLIK BAĞLAMINDA KILIÇDAROĞLU ÖNE ÇIKMIYOR, PARTİLİLER KENDİSİNİ ÖNE ÇIKARIYOR
Muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı olarak sivrilen üç isim var. Her üç isim de siyasette aktif rollere sahip. Kılıçdaroğlu diğer adayları geri çekip daha fazla ön plana çıktı. Bunu bir taktik olarak mı görmek gerekir, yoksa sahici bir mücadele mi var? Sizce Kılıçdaroğlu’nun adaylık tartışması bir çıkmaza döner mi? Toplum ne olursa olsun Erdoğan’ın karşısına çıkacak olana oy verir mi? Yoksa bu bir deneme yanılma dönemi mi?
CHP’nin parti disiplini anlayışı, partinin kurumsal yönetiminin oluru çıkana kadar partiyle ilgili stratejik konularda söz söyleme, adım atma yetkisinin lider ve görevlendirdiği kadrolara ait olmasıdır. Cumhurbaşkanı adaylığı örneğinde, gerek parti içinde gerekse Altılı Masa’da benimsendiğini düşündüğüm modele göre süreç genel başkan merkezli işlemektedir. Dikkat edersek adaylık konusunda adı geçen isimlerden hiçbiri bu konuda bir irade beyanında da bulunmuyor. Söz konusu koşullar altında Kılıçdaroğlu’nun süreci yöneten politik aktör olarak öne çıkması doğal olandır. Adaylık bağlamında ise Kılıçdaroğlu öne çıkmıyor, partililer kendisini öne çıkarıyor. Zaman zaman kendisinin “Ben” diliyle öne çıkması adaylıkla ilgili olmayıp, sürecin hâkimi ve yöneteni anlamındaki iddiasının bir ürünü olarak okunabilir. Parti içinde adaylık örneğinde bir taktiğin uygulandığını ya da sahici bir mücadelenin olduğu kanaatini de taşımıyorum. Kılıçdaroğlu aday olmak istediği takdirde, zaten partinin yetkili kurulları tarafından aday gösterilir. Altılı Masa da siyasi centilmenlik gereği buna karşı çıkmaz. Tersi, Masa’nın bileşenleri arasında güven kaybı anlamına gelir ve Masa dağılır. Dolayısıyla adaylık tartışmasının bir çıkmaza dönme olasılığı mümkün değildir.
İktidarın kendi seçmenini konsolide etmek için giriştiği kutuplaştırma stratejisi, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhur İttifakı’nın adayı için bumerang etkisi yapabilecek gibi görünüyor. Bugün itibarıyla araştırmalara yansıyan şekliyle, şiddetli kutuplaşmaya bağlı bloklaşma, Millet İttifakı’nın adayı kim olursa olsun kazanma ihtimalini artırmıştır. Çünkü bu kutuplaştırma stratejisi Cumhurbaşkanlığı seçimini adayların nitelikleri, partileri, adayların ideolojilerinin, dünya görüşlerinin yarışması yerine, Cumhur İttifakı ve Erdoğan taraftarlığı ve karşıtlığı arasındaki şiddetli rekabete dönüştürmüştür. Güvenilir araştırma sonuçlarını veri aldığımızda ve seçime de normal koşullarda bir yıla yakın bir süre olduğuna göre, bu saatten sonra Millet İttifakı adayı aleyhine bir sonuç çıkması kolay değildir. Erdoğan’ın görev onayı, araştırmalara yansıyan oy gücü; iktidarın ekonomik performansı veri alındığında, şartlar keskin biçimde değişmediği takdirde, Türkiye’nin 2023’te yeni bir Cumhurbaşkanı ve yasama çoğunluğu ile yoluna devam edeceği izlenimi veriyor.
Görünen o ki muhalefet iktidar olmaya daha yakın bir konumda. Peki Türkiye’nin yapısal sorunlarına ilişkin ciddi bir alternatif politika öngörebiliyor musunuz? En günceli Kürt meselesinde ana dil ve vatandaşlık tanımında CHP ve İYİ Parti’nin başat aktör olduğu bir yapı nasıl bir açılım getirebilir? Aynı şekilde daha merkezi anlayışları temsil eden bu iki parti Türkiye’de çoğulcu bir demokrasinin zeminini hazırlayabilir mi? Mevcut iktidarın baskıcı, merkeziyetçi, otoriter olması; yerine gelenin otomatik olarak demokrat olacağı anlamına mı gelir?
Her şeyden önce zihniyet farklılığı anlamında otoriterleşme ve siyasi kutuplaşma yerine, demokratikleşme, uzlaşma temelli bir değişim isteği ve arayışının en temel alternatif politika tahayyülü olarak muhalefet tarafından dillendirildiğine tanık oluyoruz. Bu tahayyül liderlerin söylemlerinden hazırladıkları Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem raporuna, bu rapordaki kurumsal yeniden yapılanmaya kadar yansımış durumda. Ekonomi politikaları anlamında uygulanan neo-liberal, ahbap-çavuş kapitalizmi karşısında, insancıl, sosyal adalet temelli, yoksulluğu, gelir adaletsizliğini önleme, yolsuzluklarla mücadele etme temelli kamucu yönü güçlü olan alternatif önermeler dikkat çekiyor. Asıl zorluk tabii ki demokratikleşmenin mikro alanları olan kimlik, tanınma temelli sorunlarda ve çözüm arayışlarında ortaya çıkabilir.
TÜRKİYE FARKLILIKLARINI DİYALOG, MÜZAKERE İLE BİR ARADA YAŞATMA GELENEĞİ GÜÇLÜ OLAN BİR ÜLKE
Kanımca CHP ve İYİ Parti bu sorunları demokratikleşme merkezli politika önermeleri ile başarma konusunda adım atacaklardır. Çünkü tersi, Türkiye’nin sorunun çözümünü ertelemesi anlamına gelir ki, bu çıkar yol değildir. Taraflar, AK Parti deneyiminin yaşanmasından sonra, toplumun farklı kesimlerinin hassasiyetlerini de dikkate alarak, merkezi anlayışları temsil etmelerine rağmen çoğulcu bir demokrasinin zeminini inşa edeceklerdir diye düşünüyorum. Tabii ki HDP’ye oy veren seçmene karşı dışlayıcı, yok sayıcı politikaların da tercih edilmemesi koşuluyla. Türkiye farklılıklarını diyalog, müzakere ile bir arada yaşatma geleneği güçlü olan bir ülkedir. Burada siyaset kurumuna düşen; oy uğruna bu zenginliği göz ardı etmemesidir. Tabii ki bu uğurda atılacak adımlar hemen sonuç vermez. Bir süreç ilerleyecektir. Bu süreçte yola çıkarken, rakiplerin demokrasi sığlığı, otoriterlik baskınlığı yerine gelme olasılığı olana tabii ki doğal demokratlık payesi vermez. Demokrasi çaba ister, fedakârlık ister. Yaşanan tecrübelerden sonra bu fedakârlığın üstlenileceği fikrindeyim.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

TANJU TOSUN
