Türkiye Doğu Akdeniz’de Oyun Kurucu Olabilir mi?

Türkiye-Libya anlaşmasında ısrar edilmesi hem Türkiye-Yunanistan arasındaki Ege sorununu çözümsüzlüğe itebilir hem de AB ile – eğer isteniyorsa – ilişkilerin yeniden rayına oturmasını zorlaştırabilir. Ege ve Kıbrıs sorunlarında öngörülebilir bir çözüm rotasına girilmediği sürece Ankara’nın Doğu Akdeniz’de kendisini kalıcı bir oyun kurucu olarak konumlandırabilmesi yakın vadede pek olası görünmüyor. Türkiye-İsrail yakınlaşmasının Doğu Akdeniz enerji denkleminde oyun değiştirici etkisi olabilir.

Türkiye Doğu Akdeniz’de Oyun Kurucu Olabilir mi?

Türkiye, özellikle 2010’lardan beri Doğu Akdeniz’de enerji etrafında derinleşen iş birliklerinin dışında kaldı. Ankara, bu bölgedeki Türkiye karşıtı ekseni kırmak ve Avrupa’ya uzanması planlanan Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi’nin hayata geçmesini engellemek amacıyla 2019 sonunda Libya’ya askeri müdahalede bulundu ve Trablus hükümetiyle bir deniz yetki sınırlandırması anlaşması imzaladı. Böylece Ankara, Doğu Akdeniz’de kendini oyun bozucu olarak konumlandırdı. Bu adım 2020 yazında Türkiye ve Yunanistan arasında denizde gerginliğin tırmanmasına yol açtı.

 

Ancak, uluslararası meşruiyet sorunu, Türkiye-AB ilişkilerine siyasi maliyeti ve son dönemde Doğu Akdeniz Boru Hattı’nın uygulanabilirliği konusunda belirginleşen soru işaretleri ışığında Türkiye-Libya anlaşmasının getirdikleri ve götürdükleri yeniden değerlendirilmeli.  

 

Buraya Nasıl Geldik?

 

Haritaya bakıldığında Doğu Akdeniz’in en önemli ülkelerinden biri olan Türkiye’nin bu bölgede enerji etrafında gelişen iş birliği ekseninin nasıl dışında kaldığını 1990’ların sonundan başlayarak ele almak önemli. 1990’ların sonunda başlayan ve AK Parti’nin iktidara gelmesiyle 2000’lerin ortalarında ivmelenen Kıbrıs ve Ege sorunlarının çözülmesiyle ilgili çabalar, 2010’ların ortalarına gelindiğinde, Batı’nın iki sorunun da çözümüne ilişkin angajmanına rağmen başarısızlıkla sonuçlanmıştı. O zamanlar iktidar, devlet içinde bazı taviz karşıtı eğilimlere rağmen hem Ege hem Kıbrıs sorunlarının çözümünün AB katılım sürecinde kapı açıcı olacağı beklentisiyle, belki de daha önce başka iktidarların yanaşmadığı tavizler vermeye razıydı.

 

2004’te Kıbrıslı Rumlar Annan referandumuna “hayır” dedikten sonra BM gözetimindeki Kıbrıs müzakereleri inişli çıkışlı bir seyirle sürdü. Taraflar en son 2017 Crans Montana görüşmelerinde çözüme yaklaştı. Bu görüşmelerde Ankara hassas olan garantiler konusunda dahi bazı önemli önerileri masaya yatırdı, ancak Kıbrıslı Rum lider Nikos Anastasiadis’in son anda (henüz bilinmeyen ama iç siyasi hesaplarla bağlantılı olduğu tahmin edilen sebeplerle) masadan çekilmesiyle bu süreç de başarısız oldu. Ege sorununda ise Türkiye-Yunanistan görüşmeleri 2000’lerin ortasında çözüme yaklaşmıştı. Ancak, önce Yunanistan 2007-2008 küresel ekonomik krizinden etkilenerek çalkantılı bir süreçten geçti. Daha sonra da 2013-2014’te Suriye savaşının iyice kızışmasıyla Ege Denizi savaştan kaçan milyonlarca göçmenin Avrupa’ya geçiş rotası haline geldi. Hem iç politik çalkantılar hem de göçmen krizinin iki ülke arasındaki ilişkilerde gerginliklere yol açmasına rağmen, 2016 ortasına kadar karşılıklı üst düzey ziyaretler ve diplomatik temaslar devam etti. 15 Temmuz 2016 darbe girişimine katıldığı iddia edilen sekiz Türk askerinin Yunanistan’a kaçması ve Ankara’nın iade taleplerinin karşılıksız kalmasıyla ilişkilerde gerilim yükseldi ve diplomatik kanallar kapanma noktasına geldi. Türkler, Yunanlar ve Kıbrıslı Rumlar arasında Annan planının reddedilmesiyle başlayan güvensizlik sarmalı 2016-2017’den sonra böylece iyice derinleşti.

 

Sonraki süreçte Türkiye, Doğu Akdeniz’de enerji etrafında ilerleyen iş birliklerinin dışında kaldı. Hem Kıbrıs hem Ege sorunu çözümsüz kalmıştı, aynı zamanda Türkiye’nin Mısır ve İsrail ile ilişkileri Ankara’nın özellikle Müslüman Kardeşlere ve Filistin davasına desteği sebebiyle kötüleşmişti. Bu sırada Doğu Akdeniz’e kıyısı olan diğer ülkeler arasında hidrokarbon kaynakları için uluslararası şirketlerin sondaj çalışmaları ile iş birliği iyice derinleşti. 2018 itibarıyla AB ve ABD’nin de destek olduğu Doğu Akdeniz gazını İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşıyacak dünyanın en uzun boru hattı projesi (1900 km) çevresinde iş birliği arttı. Bu projenin de teşvikiyle önce 2019 ortalarında gayri resmi, 2020’nin Eylül ayında ise resmi şekilde Mısır merkezli olarak Doğu Akdeniz Gaz Forumu kuruldu. Üyeleri Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum Kesimi), Mısır, İtalya, Ürdün, Filistin’den oluşan forumun amacı, enerji etrafında Avrupa ve Arap dünyasının iş birliğini geliştirmekti. Türkiye hem Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nun hem de Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi’nin dışında kaldı. Doğu Akdeniz’de belirginleşen Türkiye karşıtı eksen, Ankara’yı bir yaklaşım değişikliğine yöneltti.

 

Ankara’da Pozisyon Değişikliği

 

Ankara, 2010’lardan beri gitgide ivmelenen iş birliklerine, bölge ülkeleri arasında imzalanan deniz yetki sınırları anlaşmalarına itirazlarını Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile dile getirse de, bu konuda 2018 yılından itibaren – aslında geç kalınmış şekilde – somut adımlar atmaya başladı. İlk kez Şubat 2018’de İtalyan ENI şirketine ait bir sondaj gemisini engelleme girişimi ile bölgede kendisinin ve Kıbrıslı Türklerin denklem dışı kalmasına tepki olarak engelleyici adımlar atacağının sinyalini verdi. Ayrıca bu tarihlerde Ankara, sondaj ve araştırma gemilerine yatırımlarını hızlandırdı. O zamana kadar Türkiye’deki iç siyasi gelişmeler (özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, Nisan 2017 başkanlık sistemi referandumu) ve Suriye savaşının Türkiye’ye etkileri gibi başka konularla meşgul olunması sebebiyle bu bölge pek de önceliklendirilmedi.

 

Ancak, Ankara’nın pozisyonu açısından asıl dönüm noktası 2019 sonunda Türkiye’nin Libya savaşına müdahalesiyle geldi. Türkiye’nin Libya savaşına müdahalesi, o dönemde General Hafter tarafından kuşatma altında olan Trablus hükümetinin düşmesine engel oldu ve aslında yıllardır savaşın sürdüğü ülkede dengeleyici bir etki yarattı. Trablus hükümeti ile hem güvenlik ve askeri iş birliği hem de deniz yetki alanı sınırları ile ilgili iki mutabakat muhtırası imzalandı. Bu yeni deniz sınırı anlaşmasıyla Türkiye kendini Doğu Akdeniz’de oyun bozucu olarak konumlandırdı. Bu yeni konumlandırma Türkiye’de kamuoyuna Mavi Vatan konsepti üzerinden anlatıldı.

 

Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz yetki sınırı anlaşmasının hedefi Doğu Akdeniz Boru Hattı projesinin müdahil ülkeler için hukuki ve siyasi maliyetini artırmak ve Türkiye’nin bölgede denklem dışı kalması durumunda oyun bozucu olmaya devam edeceği mesajını vermekti. İlk bakışta – en azından kısa vadede – bu anlaşma bu amaçlara hizmet eder gibi görünse de anlaşmada ısrar edilmesinin Türkiye’nin orta ve uzun vadedeki çıkarları açısından dikkatli şekilde değerlendirilmesi önemli. Burada üç farklı boyut göz önünde bulundurulmalı:

 

1. Uluslararası meşruiyet sorunu ve uluslararası deniz hukukunun gelişimi

 

Türkiye-Libya deniz sınırı anlaşması uluslararası toplum tarafından kabul görmedi. Şu anda iki ülke dışında anlaşmayı tanıyan başka ülke yok. Hatta anlaşma Libya parlamentosu tarafından dahi onaylanmadı. Dolayısıyla anlaşmanın uluslararası meşruiyeti açısından belirsizlikler mevcut.

 

Yunan yetkililer anlaşmaya itirazlarını uluslararası deniz hukukuna ve son yıllardaki içtihatlara dayandırıyor. Anlaşma, Türkiye-Libya arasında oluşturduğu koridor ile Girit, Rodos, Kassos, Karpathos isimli dört Yunan adasının doğu/güneydoğusuna bakan kıyılarına yalnızca 6 millik karasuyu hakkı tanıyor. Ancak Yunanistan bu adaların beşerî ve coğrafi özelliklerinden dolayı çok daha geniş kıta sahanlığı etkisi yaratacağını iddia ediyor. Bu savlarını, uluslararası deniz hukukunun yıllar içerisindeki dönüşümü ve ilgili içtihatlar ile devletlere bağlı adalara geniş kıta sahanlığı ve haklar tanıyan şekilde verilmiş olmasına dayandırıyorlar (özellikle Girit ve Rodos oldukça büyük, ekonomik faaliyetleri var vs.). Türkiye’nin de onay vermesi halinde uluslararası bir mahkemeye başvurulması durumunda, başka ülkelerle ilgili kararlar ile kıyaslandığında özellikle Girit ve Rodos’a tam kıta sahanlığı veya tam kıta sahanlığına yakın etki verilmesi muhtemel görünüyor. Türkiye’nin savının güçlü olduğu konu ise Meis adası. Uluslararası mahkemeye gidilmesi durumunda Meis adasının da tam etki yaratmayacağı, bu adanın karasuyunun genişletilip bir koridor vasıtasıyla Yunanistan sularına bağlantısının sağlanması formülü, dünyada benzer ihtilaflarda uygulanmış.

 

Buna karşılık 2020’nin Ağustos ayında (tam da Türkiye-Yunanistan arasında masaya dönüş arayışları devam ederken) Yunanistan’ın Mısır ile yapmış olduğu kısmi deniz sınırlaması anlaşması hem bölge ülkeleri hem de ötesinde kabul gördü. Halihazırda hem Türkiye Mısır ile hem de Yunanistan Libya ile önceki anlaşmalardan vazgeçip yeni anlaşmalar imzalamak için müzakereleri ilerletmeye çalışıyor, ancak yakın zamanda bölgede dengeleri değiştirecek yeni deniz yetki sınırı anlaşmalarına varılma ihtimali düşük görünüyor.

 

2. Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesinin ivme kaybetmesi

 

Avrupa’ya gaz taşıması planlanan Doğu Akdeniz Boru Hattı’nın inşasını hem siyasi hem hukuki olarak zorlaştırmak, Türkiye-Libya anlaşması ile iki ülke arasında oluşturulan deniz koridorunun öncelikli amaçlarından biriydi (bkz. harita). Özellikle Kıbrıs sorunu çözümsüz kalınca Türkiye üzerinden gazın Avrupa’ya taşınması ile ilgili beklentiler (ki bu en az maliyetli alternatif olacaktı) zayıfladı. Bunun üzerine AB ve ABD’nin de desteğiyle özellikle Avrupa ülkelerinin Rusya’ya enerji bağımlılığını azaltmak amacıyla bu proje desteklendi. Aslında Türkiye’nin boru hattı denkleminin dışında kalmasına tepki olarak Libya ile anlaşması, Ankara açısından anlaşılır ve sonuç getirici olabilecek taktiksel bir hamleydi. Ancak, özellikle COVID-19 pandemisiyle birlikte hidrokarbon fiyatlarında ciddi düşüşlerin olması, AB’nin boru hattı için yaptırdığı fizibilite/kârlılık çalışmalarında beklenen sonucun alınamaması ve Batı’da fosil yakıtlardan ziyade yeşil enerji kaynaklarına yönelik yatırımlara ağırlık verilmesi sebebiyle bu projenin hayata geçme ihtimali iyice zayıfladı. Dolayısıyla Türkiye-Libya anlaşmasının belki de en önemli gerekçelerinden biri de aslında ortadan kalkmaya başladı. Buna rağmen şimdilik Türk yetkililer bu anlaşmadan geri adım atılmasının söz konusu olmayacağını ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarları için anlaşmanın önemini koruduğunu dile getiriyor.  

 

 

Tabii Doğu Akdeniz’den çıkarılacak gaz, Avrupa’ya taşınma ihtimali zayıflamış olsa da, bölge ülkelerine satılması durumunda hâlâ önemli bir ekonomik kaynak yaratma potansiyeline sahip. Ayrıca yeşil enerji dönüşümünde doğal gaz önemli bir “geçiş kaynağı” olarak görülüyor. En olası ihtimal buradan çıkacak hidrokarbonların Mısır’daki ve Kıbrıs’ın güneyinde kurulması planlanan LNG terminalleri aracılığıyla sıvılaştırılarak bölgede tankerler vasıtasıyla ticarileştirilmesi gibi görünüyor. Ancak, bölgenin en büyük pazarlarından biri olan Türkiye bu denkleminin dışında kaldığı sürece, özellikle Kıbrıs’ın güneyinde çıkarılması planlanan hidrokarbonların kârlı yatırımlara dönüşmesi zor. Önümüzdeki dönemde yeşil enerjiye geçişe yönelik yatırımların hız kazanacağı düşünüldüğünde, Doğu Akdeniz’de 10-20 yılda çıkacak fosil kaynakların zaman içerisinde önemini yitireceğini öngörmek zor değil.

 

3- Türkiye-Libya anlaşmasının AB ile ilişkilere etkisi

 

Libya ile yapılan anlaşmadan sonra 2020’nin yaz aylarında Yunanistan ile tartışmalı sularda tehlikeli bir tırmanış yaşandı. Türk ve Yunan savaş gemileri Doğu Akdeniz’de üst düzey alarm seviyesinde karşı karşıya geldi. Başka ülkelerin gemilerinin de bölgeye gönderilmesiyle gerginlik haftalarca sürdü ve hatta iki firkateynin çarpışmasına yol açtı. Çalkantılı geçen 2020 yılının ardından 2021 başında Atina ve Ankara masaya döndü. Bu sırada Kıbrıs’taki seçimleri Sayın Ersin Tatar’ın kazanmasıyla iki devletli çözüm nosyonu ön plana çıktı. Hem Ege hem Kıbrıs hattında Türkiye’nin sertlik yanlısı adımları AB’nin yaptırım mekanizmasını devreye almasına sebep oldu. Türkiye’nin AB’den talepleri (Gümrük Birliği güncellemesi, vize serbestliği vs.) bir nevi Doğu Akdeniz’de gerilimi artırıcı adım atmamasına bağlandı. Böylece AB ile Türkiye’deki demokratik gerilemeden dolayı zaten zayıflamış olan ilişkilerde daha fazla gerilim yaratabilecek yeni bir boyut eklendi.

 

Aslında Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin zayıf olması, AB’nin Yunanistan ve Kıbrıslı Rumları yapıcı bir çizgiye çekmesini de zorlaştırıyor. Konuştuğum bir kıdemli Yunan gazeteci bunu şöyle ifade etti: “Türkiye-AB ilişkileri rayına girse hem Yunanistan’daki hem Güney Kıbrıs’taki yöneticiler hemen pozisyonlarını adapte eder”. Tabii bu durum onları toplumlarına da kabul ettirebilecekleri önemli tavizler vermeye yönlendirir mi, orası meçhul. Bu ihtilafların tarihine bakıldığında hem Yunan hem Kıbrıslı Rum liderlerin genelde iç politika ve kamuoyundaki milliyetçi tepkilerden çekindikleri için taviz vermeye yanaşmadığını gördük. Şubat 2022’de çıkan Ukrayna savaşı ile birlikte Türkiye’nin NATO ve AB ile yakınlaşması, en nihayetinde Ankara’nın Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a karşı da elini güçlendirebilir.

 

Sonuç

 

Bu açılardan bakıldığında Türkiye-Libya anlaşmasında ısrar edilmesi hem Türkiye-Yunanistan arasındaki Ege sorununu çözümsüzlüğe itebilir hem de AB ile – eğer isteniyorsa – ilişkilerin yeniden rayına oturmasını zorlaştırabilir. Ankara’nın bu anlaşmadan geri adım atılabileceğinin sinyalini vermesi, Yunanistan’ın da benzer ağırlıkta vereceği bir karşılık ile müzakerelerde ön açıcı olabilir ve halihazırda devam eden istikşafi görüşmelere ivme kazandırabilir. Böyle bir adım nihai olarak AB ile ilişkilerin daha yapıcı bir noktaya taşınmasını da sağlayabilir.

 

Ege ve Kıbrıs sorunlarında öngörülebilir bir çözüm rotasına girilmediği sürece Ankara’nın Doğu Akdeniz’de kendisini kalıcı bir oyun kurucu olarak konumlandırabilmesi yakın vadede pek olası görünmüyor. Önümüzdeki dönemde dikkatle izlenmesi gereken üç alan var: Birincisi, Ankara’nın Kıbrıs ve Ege sorunları konusunda ortaya koyduğu yeni yaklaşımların (belki maksimalist olarak tasvir edilebilecek Kıbrıs’ta “iki devletli çözüm” ve Türkiye-Libya anlaşmasıyla hak iddia edilen yeni deniz alanları) devletin bu konulardaki resmi pozisyonuna nasıl etki edeceği. Bir başka deyişle bu yeni yaklaşımların kısa vadeli pazarlık elini güçlendirme amaçlı taktiksel temayüllerle mi yoksa devletin resmi pozisyonlarını revize etme amacıyla mı ortaya atıldığı.

 

İkincisi, hem Güney Kıbrıs (Şubat 2023) hem Türkiye (Haziran 2023) hem de Yunanistan’da (Temmuz 2023) planlanan seçimlerden önce milliyetçi kesimlerden destek bulmak amacıyla Ege ve Kıbrıs sorunları konusunda üç ülkedeki mevcut iktidarların (ve muhalefetin) başvurması muhtemel sertlik yanlısı söylemlerin sahaya yansımaları.

 

Son olarak, üçüncüsü, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının bölgede pazarlanması ile ilgili nasıl adımların atılacağı ve özellikle Türkiye-İsrail arasındaki normalleşme çabaları çerçevesinde Doğu Akdeniz gazını Avrupa’ya taşıyabilecek yeni bir boru hattı projesi konusunda ilerleme olup olmayacağı. 9-11 Mart tarihleri arasında İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un Türkiye’ye gerçekleştireceği tarihi ziyaret, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki konumu itibarıyla bir dönüm noktası olabilir.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.