Türkiye-İsrail Normalleşmesi ve Sınırları
Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi kuşkusuz çok olumlu ve geç kalmış bir adım. Ancak ilişkilerin 1990’lardaki işbirliği seviyesine dönmesini beklemek gerçekçi olmaz. Geçen zamanda karşılıklı güven çok aşındı, iki tarafta da ilişkilerin aleyhinde güçlü kamuoyları oluştu. Dolayısıyla ilişkilerin normalleşmesi konusunda kısa vadede fazla beklenti içinde olmamak, uzun vadede ise gerçekçi bir temelde ve daha geniş tabanlı olarak yeni bir ilişki inşa etmekte fayda var.
2000’li yılların ortalarında katıldığım uluslararası bir konferanstaki oturumlardan birisi de İsrail-Filistin sorunu üzerineydi. Tesadüfen yanımda, daha sonraları Filistin Özerk Yönetimi’nde önemli görevlere gelecek Filistinli bir profesör oturuyordu. Oturumda hem İsrailli hem de Filistinli konuşmacılar duygulara hitap eden konuşmalar yapmışlardı. O yıllarda Türkiye-İsrail ilişkileri oldukça üst düzeydeydi. Oturumun sonunda Filistinli profesöre, biraz da mahcup bir ifade ile, Türkiye’nin İsrail ile yakınlığının kendisini rahatsız edip etmediğini sordum. Doğrusu aldığım cevap beni şaşırtmıştı. Filistinli profesör ayağa kalkmış ve karşısındaki kendisinden oldukça genç ve tecrübesiz adamı ciddiye alan bir ifade ile “Kesinlikle hayır, Türkiye-İsrail işbirliği jeopolitik düzeyde, biz ise küçük bir halkız, jeopolitik hedeflerimiz yok. Tam tersine, Türkiye, İsrail ile olan jeopolitik işbirliği sayesinde bizim sorunlarımızı dile getirebiliyor ve bazen çözümüne katkı sağlayabiliyor” demişti.
2000’li yılların ortaları Türkiye’nin uluslararası itibarının ve özgüveninin çok yüksek olduğu bir döneme denk geliyordu. 2002 yılında tek başına iktidara gelen AK Parti siyasal istikrarı sağlamış, kendisinden önceki hükümet döneminde Kemal Derviş’in öncülüğünde başlayan IMF destekli ekonomi programını sürdürerek ekonominin yaralarını sarmaya, yine kendisinden önceki hükümet döneminde başlatılan reformlara hız vererek Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerine başlamıştı. Ayrıca, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Kıbrıs Sorunu’na ilişkin planına destek vermiş ve böylece adada çözümü engelleyen tarafın Türk toplumu olduğu yönündeki uluslararası algıyı kırmıştı.
Dökme Kurşun Operasyonu
Öyle ki 2008 yılında Türkiye’nin her ikisi ile de iyi ilişkiler içinde bulunduğu İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk yapması gündemdeydi. (Tarihin cilvesine bakın ki tam da bugünlerde her ikisi ile de ilişkilerimizi normalleştirmeye çalışıyoruz.) Ancak İsrail’in Gazze’ye karşı gerçekleştirdiği ve 1000’den fazla Filistinli sivilin hayatını kaybettiği Dökme Kurşun operasyonu, Türkiye-İsrail ilişkilerinde tam bir kırılmaya yol açtı.
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, 22 Aralık 2008 tarihinde Türkiye’ye resmi bir ziyaret yapmış ve o dönem başbakan olan Erdoğan ile de görüşmüştü. Görüşmenin ana konusu Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk yapması idi. Sonradan anlaşıldı ki İsrail Başbakanı Olmert, Başbakan Erdoğan ile Suriye ile barış konusunu görüşürken, İsrail Savunma Güçleri Gazze’ye karşı düzenleyeceği operasyona hazırlanıyordu ve Olmert bu konuda mevkidaşına hiçbir işaret vermemişti.
Türkiye muhtemelen başka zamanda olsa İsrail’in operasyonuna sert tepki verirdi. Türkiye-İsrail ilişkileri hiç bir zaman dikensiz gül bahçesi olmamış; Türkiye, Süveyş Krizi ve Altı Gün Savaşı’ndan sonra iki kez İsrail ile diplomatik ilişkilerinin seviyesini düşürmüş, İsrail’in politikalarına karşı uluslararası kınama kararlarına katılmıştı. Ancak İsrail’in 1000’den fazla sivilin hayatına mal olacak bir operasyonu Başbakan Olmert’in Ankara ziyaretinin hemen arkasından gerçekleştirmesi ve o dönemde Türkiye’nin sahip olduğu uluslararası itibar ve özgüven, gösterilen tepkinin şiddeti açısından bir çarpan etkisi yaratmıştı.
Sonrası malum, her biri ayrı bir yazı konusu olabilecek Davos Krizi, Alçak Tabure Krizi, Mavi Marmara Krizi, karşılıklı olarak büyükelçilerin çekilmesi derken ikili ilişkiler İsrail Devleti’nin kuruluşundan bu yana en düşük düzeye inmişti.
Türkiye-İsrail krizi başladığı zaman Türkiye daha avantajlı bir konumdaydı. İsrail bölgesinde izole bir durumdayken Türkiye “komşularla sıfır sorun politikası” çerçevesinde bütün komşuları ile ilişkilerini geliştirmeye çabalıyordu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2008 yılında Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın seçilmesini kutlamasıyla başlayan ve 2010 yılında akamete uğrayacak olan Türkiye-Ermenistan normalleşme süreci de henüz devam ediyordu. Türkiye’nin uluslararası platformda ve özellikle Batılı müttefikleri nezdindeki itibarı da üst noktadaydı, oysa İsrail, özellikle Avrupa’da eleştirilerin odağındaydı.
Değişen Dengeler
O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Sebeplerini uzun uzadıya anlatmak bu yazının kapsamını aşar, ancak gelinen noktada Türkiye hâlâ bir demokrasi olup olmadığı sorgulanan ekonomik darboğazda bir ülke haline geldi. Komşularıyla sıfır sorunu hedefleyen Türkiye bölgesinde izole edildi. Çok uzak olmayan bir geçmişte Batılı müttefikleri arasında büyük itibar gören Türkiye parya muamelesi görmeye başladı.
Bütün bunlar olurken İsrail; Güney Kıbrıs, Filistin Özerk Yönetimi, Fransa, İtalya, Mısır, Ürdün ve Yunanistan ile birlikte Türkiye’yi dışarıda bırakan Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu kurdu. Birleşik Arap Emirlikleri ile imzaladığı İbrahim Anlaşması ile birlikte Körfez Ülkeleri ile de ilişkilerini normalleştirmeye başladı. Bir diğer ifade ile masa tersine döndü ve Türkiye bölgesinde izole olurken İsrail bölgesiyle entegre olmaya başladı.
Doğu Akdeniz’deki enerji denklemlerinden dışlanan Türkiye, çareyi içinde bulunduğu diplomatik zafiyeti askeri gücüyle telafi etmekte buldu ve Türkiye’ye ait gaz arama gemilerinin Yunanistan’ın kendi münhasır ekonomik bölgesi olarak ilan ettiği sularda Türk donanmasına ait savaş gemilerinin korumasında gerçekleştirdiği gaz arama faaliyetleri, Türkiye’yi Avrupa Birliği tarafından yaptırıma uğramanın sınırına getirdi.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan krizin Türkiye’ye çıkardığı faturalardan birisi de ABD’de oldu. İlişkilerin iyi olduğu dönemde İsrail’in Türkiye’ye sağladığı avantajlardan birisi de ABD’deki İsrail lobisinin ABD Kongresi ve kurumları nezdinde Türkiye’ye verdiği destek idi. İsrail lobi desteğini geri çekerken Türkiye kendisini içinde Rum, Ermeni ve Körfez lobilerinin de olduğu bir lobiler koalisyonu ile karşı karşıya buldu. Bu durumu daha çok para harcayarak veya kendisi de Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve İslam Ülkeleri ile işbirliği yaparak aşmaya çalıştıysa da somut bir sonuç alamadı.
Türkiye-İsrail krizi genel olarak Filistinlilerin veya spesifik olarak Hamas’ın da pek işine yaramadı. Filistinlilerin haklarına yönelik ihlaller bu dönemde zirveye çıkarken Hamas da darbe üzerine darbe yedi. Benzer bir yorumu Türkiye-Mısır krizi ve Müslüman Kardeşler örgütü için de yapabiliriz. Türkiye-Mısır krizi bu örgütün hiçbir işine yaramadığı gibi Müslüman Kardeşler örgütü de bu dönemde siyasi iddiasını tamamen kaybetme noktasına geldi.
Normalleşme Adımları
Bölgesindeki ülkelerle ilişkilerdeki sert tutumun ne kendisinin ne de adına hareket ettiği diğerlerinin işine yaradığını ve kendisine büyük bir fatura çıkardığını fark eden Türkiye, son yıllarda komşularıyla ilişkilerini normalleştirme arayışına girişti. 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin finansörü olarak görülen Birleşik Arap Emirlikleri ve eli kanlı katil olarak görülen Prens Bin Salman’ın Suudi Arabistan’ı ile ilişkiler iyi kötü normalleşti diyebiliriz. Bu arada Azerbaycan’ın II. Karabağ Savaşı’nda belirleyici bir zafer kazanmasının ardından Ermenistan’la da doğası gereği biraz daha uzun sürecek bir normalleşme süreci başladı.
Türkiye, İsrail ve Mısır’a da barış dalı uzatırken, bu iki ülkenin işi yavaştan aldığı görüldü. Bu arada hiç beklenmedik bir anda “Esed”in Suriyesi ile ilişkileri yeniden tesis etme niyeti de önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ardından ben bu satırları yazarken Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ifade edildi. Türkiye’nin ekonomik durumunun, yaklaşmakta olan seçimin, Rusya ile kurulan bıçak sırtı dengenin, İran’la Türkiye arasında şiddetleneceği görülen bölgesel rekabetin, kamuoyunda büyük gerilime neden olan mülteci meselesinin bu gelişmelerde oynadığı rol uzun uzadıya ele alınabilir ama bu bizi Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gelişmelerden iyice uzaklaştırır.
Yukarıda bahsettiğim süreç bugünlerde bizi Türkiye-İsrail ilişkilerinin yakınlaşması meselesine getirdi. Önce İsrail Cumhurbaşkanı Herzog, ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan karşılıklı olarak büyükelçilerin atanacağını ve diplomatik ilişkilerin yeniden normal düzeye çıkartılacağını ilan ettiler. Bu gelişmeden sonra çok uzak olmayan bir gelecekte Mısır ile de benzer bir adımın atılmasını bekleyebiliriz.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi kuşkusuz çok olumlu ve geç kalmış bir adım. Ancak ilişkilerin yeniden 1990’lardaki işbirliği seviyesine dönmesini beklemek gerçekçi olmaz. Aradan geçen zamanda karşılıklı güven çok aşındı, iki tarafta da ilişkilerin aleyhinde güçlü kamuoyları oluştu, bölgesine entegre olma yönünde ciddi adımlar atan İsrail Türkiye’ye eskisi gibi ihtiyaç duymuyor ve ne İsrail’de ne Türkiye’de ilişkiye sahip çıkacak bir kurum mevcut.
Dolayısıyla ilişkilerin normalleşmesi konusunda kısa vadede fazla beklenti içinde olmamak, uzun vadede ise gerçekçi bir temelde ve daha geniş tabanlı olarak yeni bir ilişki inşa etmekte fayda var. Gelinen noktada enerji, sanayi, ticaret ve teknoloji alanlarında işbirliğini öne çıkaran, toplumsal etkileşim boyutunu dışlamayan, her iki ülkenin bazı konularda farklı düşünseler de birbirlerinin güvenlik çıkarlarına zarar vermekten kaçınacağı bir ikili ilişki kurgulamanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.