Türkiye Merkez Sağının Serencamı ve Yeni Arayışlar
Merkez sağ geleneğin beslendiği 1946 ruhu, CHP eliyle yürütülen modernleşme projesinin kitle algısında ürettiği kimi olumsuz dışsallıklarına karşı, kültürel ve iktisadi alanda geniş toplumsal kesimlerin kitlesel seferberliğiydi. ANAP’ın 6 Kasım 1983 seçimlerinde tek başına iktidara gelişinden bugüne kadar geçen süre ise merkez sağ siyaset için iniş çıkışlara sahne oldu.
Türkiye parti siyasetinde 12 Eylül askeri rejiminin ardından 6 Kasım 1983 seçimleriyle birlikte sınırlı rekabetçi siyasete dönüş, ideolojik yelpazenin ve partilerinin yeniden yapılanması anlamında önemli örneklerle deneyimlendi. Merkez sağ siyaset açısından bakıldığında, geçiş sürecindeki parti oluşumları arasında yer alan Milliyetçi Demokrasi Partisi ve Anavatan Partisi’nin (ANAP) seçime katılımının önü Millî Güvenlik Konseyi’nin (MGK) onayıyla açılırken, fikir babası ve gizli kurucuları arasında Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel’in olduğu kapatılan AP’nin siyasi mirasına sahip çıkan Büyük Türkiye Partisi’nin seçime katılmasına, eski bir siyasi partinin devamı olduğu gerekçesiyle MGK’nın 79 sayılı kararıyla izin verilmemiştir. Bu kararla parti 31 Mayıs 1983’te kapatılmıştır. MGK’nın milletvekili adaylarına yönelik vetoları nedeniyle sayısal yeterliliği sağlayamayan partiler 6 Kasım seçimlerine katılamamıştır. Seçimlere, merkez sağda emekli Orgeneral Turgut Sunalp’in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi ile Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP katılabilmiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, partinin MSP ve MHP’lileşmemesi koşuluyla Özal’ın girişimine onay vermiştir.
ANAP’ın 6 Kasım seçimlerinde tek başına iktidara gelişinden 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde AK Parti’nin merkez sağda konumlanmaya öykünen sağ muhafazakâr demokrat ideolojik etiketiyle geçen süre, merkez sağ siyaset için iniş çıkışlarla doludur. 3 Kasım seçimlerinde merkez sağda ANAP’ın yüzde 5,1, DYP’nin yüzde 9,5’lik oy güçleriyle parlamento dışında kalması, bu geleneğin siyasetinin ve tabanının varlığını sürdürmesine rağmen, partileri için bir buharlaşma öyküsü olarak okunabilir. “1946 ruhu”na atıfta bulunarak merkez sağın bugününü anlamaya çalışmak, bu ideolojik hattaki politik gelgitleri değerlendirmek açısından yararlı olacaktır.
Merkez Sağın 1946 Ruhu ve Yansımaları
Merkez sağ geleneğin beslendiği 1946 ruhu, CHP eliyle yürütülen modernleşme projesinin kitle algısında ürettiği kimi olumsuz dışsallıklarına karşı, kültürel ve iktisadi alanda geniş toplumsal kesimlerin kitlesel seferberliğiydi. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’yi (DP) iktidara taşıyarak, devletliler karşısında kendi kaderini tayin edebilecek ölçüde siyaseten reşit olduğunu ispat eden kitle, 1980 öncesinde ise Demirelli AP’yi 1965 ve 1969 seçimlerinde tek başına iktidara taşıyarak, 1973 ve 1977’de ise ikinci en güçlü parti yaparak rüştünü ispata devam etmiştir. AP’nin bu yıllarda kitleyle kurduğu temas, popülizmle beslenip demagog Demirel’in söylemiyle taçlandırılmış olsa da, AP’nin köycülük popülizmi özellikle Anadolu’da ve taşrada kitlesinin siyasal patronaj, klientalist ilişkilerle refahını artırması, bu kitlenin makus talihini yenici etki yapmıştır.
CHP’nin temsil ettiği seçkinci seferberliğe karşı, merkez sağın içinden çıktığı kitlenin iktisadi refah takviyeli geleneksel temsilciliğine soyunması, bu geleneği yıllarca ya tek başına iktidar ya da iktidar ortağı olarak tutmuştur. “Demir Kırat” efsanesiyle başlayan, “Büyük Türkiye” sloganıyla simgeleşen ve taraftarlarıyla kutsal davalarında buluşan AP’li merkez sağ, 12 Eylül darbesinin silah gücüyle tasfiye olmuş, 80’lerde dirilmeye çalışsa da ancak 20 Ekim 1991 seçimlerinde mirasçısı Doğru Yol Partisi’nin (DYP) birinci parti olduğu iktidar ortaklığını elde etmiştir.
80’li Yıllarda Merkez Sağın İdeolojik, Düşünsel Referansları
80’li yıllarda devlet ideolojisine eklemlenen yeni etiketler, merkez sağın geleneksel değerlerinin süratle piyasalaştırılıp bireyselleşmesine ve muhafazakârlaşmasına yol açmıştır. Özal’ın ANAP icraatları, kültürel alanın dışına çıkıldığında bu partiyi merkez sağın geleneksel tipik ve sadık bir temsilcisi olarak tanımlamayı güçleştirse de, 1946 ruhu ANAP’la post-modern tarzda steril piyasa yönelimli olarak yeniden yorumlanacaktır. ANAP’ın merkez sağdaki konumlanışı, 12 Eylül sonrası geçiş sürecinde kurulan DYP’den farklı olarak, “dört eğilimi birleştirme” stratejisiyle kentli-liberal, muhafazakâr bir merkez sağ parti olarak merkez sağın yeniden tarif edilmesine denk düşmektedir. Özal liderliğindeki ANAP, dünyada esen neo-liberal rüzgârların da etkisiyle ekonomizmle milliyetçi ve muhafazakârları estetize ederek harmanlarken, piyasa üzerinden popülerleştirmiştir. Neo-liberal tasarımların baş tacı edildiği 80’lerdeki anti-politik çağda, 12 Eylül’ün depolitize ettiği kitleler nezdinde Özal’ın geçmişteki şartların, ortamın tükendiği teziyle kurguladığı dört ayaklı kimlik tutarken; siyaseti, ideolojiyi yasaklayıp önemsizleştiren bir olağanüstü konjonktürde kitlelerin ANAP’a yönelmesinde Özal’ın anti-bürokratik söylemli pragmatizmi ile piyasacı muhafazakârlığı seçmeni cezbeden dinamikler şeklinde okunabilir.
Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından ANAP’ta genel başkanlığa seçilen Yıldırım Akbulut sonrası Mesut Yılmaz döneminde, ANAP’ın milliyetçilik ve muhafazakârlıkla kurmuş olduğu bağ zayıflamıştır. Muhafazakârlık, milliyetçilik ve piyasacı liberalizm 80’lerden 90’lara merkez sağın ideolojik tutkalları ve argümanları olmakla birlikte, özellikle 90’lı yılların sonuna doğru merkez sağda ANAP ve DYP tüm bu ideolojilere pragmatik seçim kazanma gerekçeleriyle yakın durmaya çalışırken, hiçbirini Batılı anlamda aslına sadık kalarak kimliklerinde içselleştirememişlerdir.
DYP, 1991 seçimlerinden birinci parti olarak çıkma başarısı gösterse de, ANAP üzerinden sağlanan orta sınıfın bir kesimiyle büyük sermayenin kaynaşmasını başarma çabaları iktidar ortaklığı döneminde sonuca ulaşamamıştır. ANAP o kaynaşmanın partisi olarak, DYP ise bu kaynaşmayı mümkün kılan neo-liberal iktisat politikalarına ayak uydurmakta zorlanan orta sınıfların, bu zorlanma arttıkça oy tabanına ekonomi dışı köylücü kültürel argümanlara sarılarak ayakta durmaya çalışacak kesimlerin partisi olarak ayrı biçimde yollarına devam etmişlerdir. Demirel’in cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte partinin başına geçen Çiller liderliğinde DYP iktidara ortak olunca, partinin ideolojik kimliğinde milliyetçi doz artırılırken, muhalefete düşünce bu kimlik yeniden yumuşatılmıştır denilebilir.
90’lı yılların ikinci yarısında merkez sağın partileri, bir yandan 12 Eylül’ün kurguladığı “siyasetsiz siyaset”, diğer yandan neo-liberal düzenin tayin ettiği “piyasanın kutsalları uğruna ideolojisiz siyaset” rüzgârına kendilerini fazlaca kaptırmış, 90’ların sonuna gelindiğinde ideoloji ve sosyolojiyle olan bağları kopmaya başlamıştır. Bunların yerine ikame ettikleri araçsal ve anti-siyasal bir rant paylaşımına dayanan siyaset tarzı, merkez sağı bu yılların sonunda tüketmeye, sosyolojik temellerinin buharlaşmasına neden olmuştur. AK Parti’nin 3 Kasım 2002’de kökü merkezin sağında, kendisini tanımlama anlamında ise muhafazakâr demokrat illüzyoncu kimliğiyle iktidara gelmesinin ardında özellikle merkez sağın yaşadığı temsil ve meşruiyet krizi yatmaktadır. İktidarda iken kendilerine yönelik talepleri devlet merkezli refleksler ya da popülist ve siyasal kayırmacı yöntemlerle karşılamaya çalışma, toplumla kurdukları bağın popülizm takviyeli olmasına rağmen, seçmenle aralarındaki bağ merkez sağ denen siyasi pozisyonun anlamsızlaşması nedeniyle 3 Kasım 2002 seçiminde büyük ölçüde kopmuştur.
2000’li Yıllardaki Sosyo-Ekonomik Değişimin Merkez Sağda Karşılıksız Kalması
Türkiye 2000’lerin başından günümüze hızlı bir sosyo-ekonomik değişim yaşıyor. Aynı değişimi yakın zamana kadar siyasette gözlemlemek mümkün olmadı. Bu süreç içinde AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesinden itibaren iktidar değişimi yaşamayan ülkede sosyo-ekonomik yapıdaki değişim parti siyasetinde sert kırılmalara, elit değişimine yol açamadı.
Yaşanan sosyo-ekonomik yapıdaki değişime ve bunun Türkiye siyasetine etkilerine genel hatlarıyla bakıldığında, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: 3 Kasım 2002’de AK Parti’yi iktidara taşıyan dinamiklerin başında, 90’larda ülkeyi yöneten merkez sağ ve merkez solun yaşadığı temsil ve meşruiyet krizleri gelmektedir. Bu ideolojik bloklardaki partiler Türkiye’nin yaşamakta olduğu sorunları, seçmen taleplerini dikkate almadıkları, temsil etmedikleri için 3 Kasım seçimlerinde yenilgiye uğramışlar, merkez sağda ANAP ve DYP, parlamentoya girememiştir. Aynı seçimde Millî Görüş geleneğinden gelen, Refah Partisi kökenli yenilikçilerin gelenekçilerden ayrılıp ayrı parti olarak AK Parti’yi kurmalarından kısa bir süre sonra tek başına iktidarı elde etmeleri, batıdan doğuya, kırdan kente siyasal temsil ve iktisadi taleplerine yanıt arayışı olan kitlelerin bu partinin temsil ettiğini iddia ettiği muhafazakâr-demokrat siyasete, sorunlarını çözme iddialarına verdikleri destek sayesinde olmuştur.
AK Parti, iktidarının ilk yıllarında askeri ve bürokratik devlet elitlerinden oluşan aksiyoner merkezden alamadığı siyasal kabul ve meşruiyeti toplumdan elde etmeye yönelik politikalar üretmiş, özellikle uluslararası iktisadi koşulların olumlu etkisiyle ülkeye giren yabancı sermaye, döviz, tıpkı ANAP’ın yaptığı gibi inşaat, ulaşım, telekomünikasyon gibi büyük altyapı yatırımlarında kullanmış, dış kaynaklı finans-kapital toplumun kısa ve orta vadeli olarak satın alma gücünü, göreceli olarak refahını artırmıştır. Ekonomide sağlanan büyüme öncelikle orta sınıfa refah artışı olarak yansırken, dar gelirli kesimin ekonomik koşullarında da benimsenen sosyal politika araçlarına dayalı sosyal yardımların etkisiyle bir miktar iyileşme sağlanmıştır. AK Parti içeride toplum nezdinde kendisine yönelik destek anlamında ürettiği rızayı, dışarıda Avrupa Birliği (AB) ile yakınlaşma, AB’ye üye olma hedefiyle Batı’da da önemli ölçüde tesis ettirmeyi başarmıştır.
AK Parti’nin uyguladığı ekonomi politikalarının toplumsal yapıdaki değişime etkisi bağlamında bakıldığında, ANAP döneminde yaşanan hızlı sosyo-ekonomik değişime benzer bir değişimin yaşandığı, bu anlamda bir süreklilik olduğu dikkat çekicidir. Kentleşmede hızlı bir değişim yaşanmıştır. 1980’de nüfusun yüzde 56’sı, 2000’de yüzde 35’i köylerde yaşarken, 2020’lerde bu oran bir yandan köyden kente göç, diğer yandan büyük kentlerdeki köy statüsünün mahalleye dönüştürülmesiyle yüzde 16’ya gerilemiştir. Bugün 85 milyonluk nüfusun ancak 13 milyonu köylerde yaşarken, 72 milyon civarında kentli nüfusa sahip bir ülkeyiz.
Türkiye bugün Bekir Ağırdır’ın da ifade ettiği gibi, kentliliği de aşan, nüfusunun yarısı 11 metropole sıkışmış, köken bağlamında kırsal köken ağırlıklı olan ve metropolde doğan, büyüyen nüfusun yetişkinler içindeki payının ancak yüzde 30’lara yaklaştığı bir ülkedir. Bu anlamda gündelik yaşam pratikleri, alışkanlıkları kentleşse de, kökenleri, değerleri, kimlikleri temelinde kırsal davranış örüntüleri ağırlıkta olup köyle kentin değerleri arasına sıkışan bir demografi dikkat çekicidir. Son 20 yılda tüketim alışkanlıkları, kalıpları, davranışları, eğilimleri radikal biçimde değişen; teknoloji kullanımında, (cep telefonu, internet, bilgisayar) ortalama Batı ülkeleri tüketicileriyle benzer tüketim eğilimlerine sahip bir toplum durumundayız. ANAP’la başlayan, AK Parti ile devam eden bu hızlı ekonomik-toplumsal değişimin toplumsal ilişkileri ve örüntülerinin karakteristik özelliği, köyden kente hızlanan göç ile tıpkı 80’lerde olduğu gibi kentleşen, fakat kentlileşemeyen toplumun sürekliliğidir.
AK Parti katıldığı seçimlerde desteğini artırdıkça, devlet elitleri/aksiyoner merkez bileşenleri (askeri/sivil bürokrasi) nezdinde başlangıçta yaşadığı meşruiyet sorununu, hem seçmenden hem de Batı’dan aldığı meşruiyet takviyesi ve ürettiği rıza ile aşmış, kendisine karşı olan devlet elitlerini süreç içinde tasfiye ederek Kutlu Kağan Dalkılıç’ın ifadesiyle kendi reaksiyoner-rövanşist merkezini inşa etmiştir. 2010 Anayasa değişikliği sonrasında ise bürokrasi, yargı, mülki idarede gücünü pekiştirmesiyle birlikte, inşa ettiği sosyolojiyi hızla siyasileştirme, hatta İslamileştirme atağına girişmiştir. Süreç, Ağırdır’ın tespitiyle merkez sağ sosyolojiyi de kapsayacak şekilde dönüşerek, önce AK Partilileştirme, kutuplaştırarak sabitleştirme, 2013 Gezi’den sonra “Erdoğancılaştırma” ve “kutuplaştırma” şeklinde işlemiştir.
AK Parti ve Erdoğan’ın kutuplaştırma stratejisi, partisine yönelik seçmen desteğinin kademeli olarak azalması ve ekonomik koşullardaki kötüleşmenin ardından krizin başlamasıyla eşzamanlı işlemiş, pandeminin başlangıcından itibaren ise şiddetlenmiştir. AK Parti’nin ekonomi politikalarında son yıllarda yaşanan başarısızlık, doğaldır ki sosyal tabanının da daralmasına yol açmaktadır. Türkiye’de iktisadi döngüde yaşananlar, partizan seçmenler dışındaki kitlelerin her zaman iktidar partisinden desteğini kademeli olarak çekmeleriyle sonuçlanmaktadır. Ülkemiz örneğinde bu ekonomik döngü ile seçim sonuçları ilişkisi 1965 seçimlerinden günümüze sürmektedir. Kutuplaşmanın Türkiye siyasetine en önemli olumsuz etkisi ise 2000’lerin başında zayıflayan merkez siyasetin ayağa kalkmakta zorlanmasıdır ki bu özellikle merkez sağ için daha belirgindir. Oysaki merkez sağın uzağına yerleşen AK Parti nedeniyle bugün merkez sağda güçlü bir partiye ihtiyaç vardır. İYİ Parti merkez sağda oluşan bu boşluğu doldurmak için 2017’de MHP’den ayrılan bir grubun öncülüğünde, Meral Akşener’in genel başkanlığında siyasal hayata dahil olmuştur.
Merkez Sağın Geleceği İYİ Parti’de mi?
Bugün Türkiye parti sisteminde partinin kendisini topluma sunma biçimi, partiyi toplumun ve partinin kendisinin nasıl gördüğü şeklindeki ölçütler bağlamında bakıldığında, programatik metinleri, lider ve elitlerinin söylemleri, politik değerleri, ideolojik referansları bağlamında merkez sağ parti ya da merkez sağda konumlanmaya çalışan partiler olarak tanımlanmayı hak eden İYİ Parti ve Demokrat Parti (DP) bulunmaktadır. DP’nin kitlesel desteğinin zayıflığı, büyümesinin önündeki yapısal engeller nedeniyle merkez sağda var olabilecek İYİ Parti rakipsiz konumdadır.
İYİ Parti, kuruluş ve gelişme sürecinde siyasi kimliğinin omurgasını Türk milliyetçiliği, sekülerizm, liberalizm, Atatürkçülük, ılımlı muhafazakârlık referansları üzerine oturtmuştur. Partinin programından Türkiye’nin politik, toplumsal ve kültürel sorunlarını tanımlayan, çözüm önerisi geliştiren, program, bildirge, liderinin söyleminde merkezle örtüşen bir kimlik dikkat çekse de, merkeze oturtulmaya çalışılan kimliğin merkez sağla ilişkisinin beklendiği anlamda kurulduğu söylenemez. İYİ Parti’nin merkez sağ bir partiye dönüşebilmesi için, en temel sorunlarından biri olan siyasal kimliğinin muğlaklığını çözmesi gerekmektedir. Kurucularının bir kısmı seküler milliyetçi olan partinin kamuoyundaki kimlik bulanıklığını berraklaştırması, merkez sağa oturacak bir kimlik inşa etmesi gerekir. Bu da ancak merkez siyasete içkin değerlerin, siyaset tarzının öne çıkarılmasıyla mümkündür.
Bu parti gerek lideri, siyasete kattığı yeni elitlerinin nitelikleri, gerekse zaman zaman sapmalar olsa da uzlaşıyı merkeze alan makul söylemiyle seçmeni kendine çekme potansiyeli en yüksek parti olarak dikkat çekmektedir. İYİ Parti’nin kuruluşunun ilk yıllarındaki kimlik arayışı, partinin ideolojik yelpazede kendisini konumlandırmak istediği yer ve hedef, seçmen sosyolojisi anlamında halen ikilem yaşamasına yol açmış durumdadır. Bu durum büyük ölçüde partinin MHP’den ayrılan elitlerin öncülüğünde kurulmasının neden olduğu, geleneksel ideolojik referansına katı biçimde sadık kalıp kalmama kararsızlığıyla ilgilidir. İYİ Parti’nin tercih ettiği değerleri ılımlılaştırma stratejisi, AP, ANAP, DYP karışımı bir merkez sağ parti olarak sistemde konumlanma arayışı halen sürmektedir. Kendisinin makul merkeze yerleşme yolunda benimsediği değer, ilkeler ve siyaset tarzı, bu konudaki ısrarı sadece kendisinin değil, Türkiye parti siyasetinde merkez sağın geleceğini de yakından ilgilendirmektedir. İYİ Parti’nin ANAP pragmatizmi ile Doğru Yol gelenekselciliğine yaklaşma becerisi, merkez sağın süreç içinde boşalan içinin doldurulmasına katkı yapabilir. Bu başarılamazsa, merkez sağ önümüzdeki süreçte AK Parti çözülse de dirilme imkânı bulma potansiyeline sahip olamaz.