Türkiye Ne Olsun?

Bir ülkenin birkaç on yılda bir başka bir yer olma endişesiyle yaşaması… Nedir burada açığa çıkan? Bir şey olmak isteyen ama kalıbını bulamayan bir halkın çaresizliği mi? Bir yere varmak isteyen ama pusulası olmayan bir devletin savrukluğu mu? Bizleri en çok düşündürmesi gereken belki de bu.

Türkiye Ne Olsun?

On yılların tekrar eden kalıbıdır bu: Türkiye … olur mu? Her on yılda bir yakın uzak bir yerlerde bizi yansıtacak kötü bir ayna bulmakta zorlanmıyoruz. 90’larda İran, 2000’lerde Malezya, şimdilerde ise Rusya ve Çin, Türkiye’nin müstakbel biçimi olarak kaygıların konusu oldular. Lakin ilk örneklerde söz konusu ülkeler birer karşı-model olarak hayaletleştirilirken, bugünkülere ciddi ciddi bir model olarak başvurmayı salık verenler var. Rusya’ya öykünen haller, Çin’i örnek gösteren söylemler izleyebiliyoruz iktidar sahiplerinde. Türkiye kendini bir kez daha başka diyarlarda arıyor.    

 

Her Derde Deva Çin İlacı

 

Çin devlet konseyi basın ofisi geçtiğimiz günlerde “Çin: İşleyen Bir Demokrasi” başlığını taşıyan bir kitapçık yayınladı. Onların tabiriyle bir “beyaz kitap” bu, Mao’nun Kırmızı Kitap’ı değil. Demokrasinin sürekli evrimleşen, gelişime açık bir tecrübe olduğunu; bağlama göre uyarlanabilen, kök saldığı yerin kültürüne intibak eden bir değer olduğunu vurgulayan kitapçık, demokrasiye giden tek bir yol olmadığını ekleyerek Çin’in kendine özgü bir demokrasi oluşturduğunu iddia ediyor. Demokrasi teori ve pratiğinin bildik bütün sorunlarını kendi içinde çözüp bağdaştıran sihirli bir modelden bahsedildiğini hissediyorsunuz. Hem süreç odaklı hem sonuç odaklı, hem şekilci hem özcü, hem dolaylı hem doğrudan bir demokrasi türünden söz ediliyor burada. “Halkın demokrasisi” ile “devletin iradesi”ni bütünleştirebilen bir demokrasi oluyormuş bu ayrıca. Demokrasi halkın ama irade devletin… Brecht’in “tüm yetki halktan gelir ama nereye gider?” sualine böyle yanıt veriyorlar demek. İlginç bir kurama varabilir bu gerçekten.

 

Demokrasi kuramındaki tartışmalara aşina olanlar bunların demokratik siyasetin hesaplaşmaya çalıştığı hemen bütün gerilim alanlarını sıralayan bir liste olduğunu fark edeceklerdir. Akla 1936 Sovyet Anayasası geliyor. İçinde zamanın bütün muteber referanslarını taşıyan, Stalin’in kağıt üstünde güzel duran anayasası. Çin devlet konseyinin hazırladığı bu beyaz kitap elbette içinde açık bir propaganda unsuru barındırıyor. Küresel rejimler mücadelesinde bütün kutuplar en iyi (en sahih manada demokratik) modelin kendilerinde olduğunu göstermek istiyorlar. Bizdeki “koşan, terleyen başkan” sloganını hatırlatan kitapçık başlığından bile sezilebiliyor bu propaganda boyutu: “işleyen demokrasi”. Kitapçığın Biden’ın demokrasi zirvesinden hemen önce piyasaya arz edilmesi de aynı niyeti teyit ediyor. İletişim stratejisinde iş gördüğü ölçüde demokrasi fikrine yer verebilen bir pragmatizm bu. Ne de olsa Çin bugünlere gelirken Deng Xiaoping’in sözleriyle yola çıkmıştı: “Ak ya da kara fark etmez, fareyi yakalayan iyi kedidir.” 70’lerin sonlarından itibaren kapitalizme karşı ideolojik rekabete son veren pragmatik dönüşün mottosu idi bu.

 

İlim Çin’de Bile Olsa

 

Diğer yandan, şüpheci olduğumuz kadar hakkı da teslim etmeliyiz. Geçtiğimiz birkaç on yıl boyunca ortaya koyduğu atılım sürecinde Çin yalnızca iktisadi yöntemlerini değil, siyasi yönetim usullerini de artan bir ilginin konusu haline getirmeyi başardı. Deng, reformlarını “Çin tipi sosyalizm” diyerek açıklıyordu. Bugün önerilen de “Çin tipi demokrasi” olarak anlaşılabilir. Uzun süredir ihya etmeye çalıştıkları Konfüçyüsçü öğretiyle mayaladıkları bir tür meritokrasi, yani bir tür liyakat rejimi, tüm yapıyı ayakta tutan esas olarak gösteriliyor. Konuyu uluslararası gündeme en incelikli biçimde taşıyanlardan Daniel A. Bell’e göre evet, Çin Modeli bir “siyasi meritokrasi” ama demokrasiyle uyumlu kılınabilecek, hatta yerleşik demokrasilerin kimi bariz sıkıntılarını telafi edebilecek özelliklere sahip. Bell’in “dikey demokratik meritokrasi” olarak tarif ettiği bu modele göre alt idari düzeylerde daha iyi işleyen demokrasinin yönetim katlarında yükseldikçe yerini meritokrasiye bırakması gerekiyor. Yerel idarede siyasi katılım ve halkın yönetime iştiraki daha verimli sonuçlar verebilirken merkezi ve üst idari katmanlarda rollerin seçim yerine katı liyakat esaslarına göre belirlenmesi siyasi istikrar ve yönetimde yetkinlik açısından daha yapıcı bulunuyor. Öyleyse Çin demokratikleşmeli belki ama demokrasiler de Çin’in liyakat odaklı yönetim anlayışından bir şeyler öğrenebilmeli.

 

Voltaire’den beri Şark’ın liyakat esaslı düzenlerinden sitayişle bahseden Garplı düşünürler olmuştur. Hangi toplum katından gelirse gelsin hüner sahibi kişinin en yüksek rütbe ve makama erişebildiği bir düzen imgesini kendi tabakalı toplumlarının eleştirisi için yarayışlı buluyorlardı. (Osmanlı’dan “askeri demokrasi” diye söz ediyordu Voltaire mesela.) Lakin bugün meritokrasi idealinin kendisi de oluşan yeni tür bir tabakalı toplumu meşrulaştırmakla eleştiriliyor. Liyakat eskiden olduğu kadar açık bir konu değil artık. İlk kullanıldığında insanların becerilerine göre katı toplumsal kümelere bölündüğü bir kara ütopyayı anlatan meritokrasi sözcüğünün bugün bir yönüyle o ilk anlamına rücu ettiğini görüyoruz. Eskinin soya dayalı seçkinciliğine karşı nispeten eşitleyici bir ilke olarak başvurulan liyakat ilkesi, çağımızın öznellik arayışı yüksek bireyci toplumlarında, minnet duygusunu körelten, dayanışma hislerini tüketen kıyıcı bir tutuma evrilebiliyor. Kazandıysam kendim kazandım, başardıysam layık olduğum için başardım demeye gelen, hak bilir olmak ne demektir, kadirşinaslık nedir tanımayan bir benlik performansının adı oluyor meritokrasi. Ehliyet ve liyakat sezgilerimize yerleşmiş vazgeçilmez prensipler olsalar da bu yeni bağlamda “çift-değerli kavram”lara dönüşmüşlerdir artık. Tıpkı uzlaşma (yahut taviz) gibi ucu iyiye de kötüye de çıkabilen kavramlardır onlar. Liyakat rejimi fiiliyata dökülünce elleri kolları büyük servetlere uzanabilen görece kapalı bir siyasi klanın yolsuzluk çarkına da dönüşebiliyor. 

 

İşte bu iki yüzlü durumun (liyakatin bu Janus yüzlü işleyişinin) en iyi gözlenebildiği ortamlardan biridir bugün Çin. Çağdaş Çin edebiyatının yaşayan en önemli yazarlarından biri kabul edilen Yu Hua, Mao devrinden bugüne mukayeseli bakışlar sunduğu On Sözcükte Çin isimli kitabında bu “devasa eşitsizlikler ülkesi” için, “aynı sahnede, sahnenin bir yarısında komedi, diğer yarısında trajedi oynanan garip bir tiyatro…” diyor. Öyleyse ilim Çin’de bile olsa alalım doğru ama Lao Tzu’nun şu hikmetini de göz ardı etmeyelim: “Kendinden ne kadar uzaklaşırsan, o kadar az şey öğrenirsin.”

 

Moskov Olmak

 

Önümüzdeki yıl başında Ukrayna’yı işgale hazırlandığına dair iddialar olan Rusya, Soğuk Savaş’ın hemen ertesinde yaşadığı belirsizliklerin ardından Putin idaresinde yeni çağın revizyonist güçlerinden biri olarak sahnedeki yerini almayı başardı. Rusya da Çin gibi uluslararası dengeler üzerinde dönüştürücü etkilerde bulunabiliyor. Lakin bu etkiyi Çin’in yaptığı gibi dünyaya önerebileceği alternatif bir model fikri ile destekleyemiyor. Daha çok fark ettiği jeopolitik boşluk alanlarına askeri pazılarıyla dalarak nüfuz alanını genişletmek isteyen, bu arada Türkiye’yi de kuzeyden ve güneyden çevreleyen bir yayılım stratejisi izleyen bir güç Rusya. Fakat bir model vadetmese de özellikle Asya’da yaygınlaşan bir yönetim tarzının en güçlü ve tipik örneği olarak sivriliyor. Kimileri bu yönetim biçimini “patron siyaseti” yahut “patroncu siyaset” olarak isimlendiriyor.

 

90’lı yıllarda Rusya’nın piyasa ekonomisine geçiş sürecinde ne büyük çözülmeler yaşadığını hatırlıyoruz. İyi yönetilemeyen o zorlu süreç, Rusya’yı piyasalara açılan bir ekonomiye değil, ortak varlıklarını oligarklara kaptıran bir ülkeye çevirmişti. Türkiye’de yer yer kurulan Rus pazarlarında malını, emeğini, ürününü satmak için coğrafyamıza akın etmiş eski Sovyet uyruklu insan gruplarıyla karşılaşıyorduk. Putin 99’da yönetimi devraldığında güç temerküzünü sağlayarak devlet kapasitesini yeniden inşa etmeyi vadetmişti. Neticede söz verdiği gibi oldu, iktidarı tahkim etmeyi başardı ama bunu Rusya’yı bir patron(lar) rejimine dönüştürmek pahasına yaptı. Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in 2014 yapımı çarpıcı filmi Leviathan’da izlediğimiz, küçük bir kasabanın sıradan yaşantısına bile rant uğruna sızıp musallat olan yoz bir iktidar şebekesi ortaya çıktı.    

 

Kişi ve gruplar arası çıkar mübadelesine dayanan, güçlü hamilerin patronajı altında yapılanan, iktidar ve servet ağlarından oluşan bir rejimden söz ediyoruz. Yönetimin normlar ya da kurumlar üzerinden değil de kişisel nüfuz ve bağlantılara göre şekil alabildiği, yolsuzluğu millileştiren, ideolojisiz bir otoriterlik piramidi bu. Piramidin tepe noktasında bulunan Putin’e baktığımızda bildiğimiz anlamda bir devlet başkanı ya da başbakan figürünün çok dışında bir örnekle karşılaşıyoruz. Başkandan çok bir patronu andırıyor gerçekten o. Ya da Putin’in de aslında geniş bir elit konsorsiyumun, yani bir oligarşinin görünen yüzü olduğunu söyleyenlere itibar edersek, bir CEO’ya benzetebiliriz onu. Hissedarların kâr marjını yüksek tutmaya çalışan bir yürütücü.

 

Türkiye bir Çin değil ve olamaz belki ama bir Rusya ile gayet benzeşen özellikler sergilediği aşikâr: Başta bir patron, nüfuz ağlarına ram olmuş bir ekonomi ve hukuk düzeni, demokratik kurumları otoriter bir eksene oturtmak isteyen melez bir rejim, bazı imtiyazlı işletmelere ülkeyi ihale eden bir ahbap-çavuş kapitalizmi. Her ne kadar ideoloji görünümlü kimi yamalar oluşturup örtmeye çalışsalar da Türkiye’de iktidar sahiplerinin aklındaki düzen Asya’da örneklerine çok rastladığımız bir “ideolojisiz otoriterlik” biçimidir.

 

Peki böyle mi devam edeceğiz? Tarihin kimseye özel bir vaadi yoktur. Çarkıfelek ne getirir kestiremeyiz. Yine de umut ve niyetimizi beyan için Namık Kemal’i tekrar edebiliriz: “Billahi, vallahi, tallahi Moskov olmayacağız.”      

 

Kendini Tanı

 

Bütün bunlardan insanlarımızı sürükleyecek, yarınlara taşıyacak bir Türkiye muhayyilesi çıkarabiliyor musunuz? Olmak isteyeceğimiz ülkeye dair bir resim veriyor mu bunlar? Sanmıyorum. Bir ülkenin birkaç on yılda bir başka bir yer olma endişesiyle yaşaması… Nedir burada açığa çıkan? Bir şey olmak isteyen ama kalıbını bulamayan bir halkın çaresizliği mi? Bir yere varmak isteyen ama pusulası olmayan bir devletin savrukluğu mu? Bizleri en çok düşündürmesi gereken belki de bu. İşte “devlet aklı” ya da “derin devlet” gibi tabirlerle devlete öyle kolayca bir akıl yahut bir derinlik atfederken, bir de bu perişan istikametsizliği düşünerek konuşmakta fayda var.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.