Türkiye – Rusya İlişkilerinin Değişen Seyri
Birbirlerine güvenmemek için tarihsel açıdan yeterli seviyede deneyime sahip iki ülkenin bölgesel ve küresel dengeleri belirleme isteklerinin, tarafları zorunlu ama kırılgan bir birlikteliğe açıkça zorladığı görülüyor.
Türkiye ile Rusya’nın 2016 sonlarından itibaren Suriye odaklı biçimde başlayan yakınlaşması, Suriye’de sona doğru ilerlenirken denkleme Libya’nın da girmesiyle yeniden sorgulanmaya başladı. Her iki bölgede farklı tarafları destekleyen Türkiye ve Rusya’nın gelişmeler karşısında nasıl davranacakları, ikilinin hassas dengeler üzerine kurulu ilişkilerinin nasıl seyredeceği, hatta iki tarafın farklı cephelerde savaşıp savaşmayacakları gibi çeşitli sorular gündemi meşgul ediyor. Bu değerlendirme gündemi meşgul eden sorulara, ikili ilişkilerin doğasına ve buna ek olarak son dönemde yaşanan gelişmeler karşısında geliştirilen hareket tarzlarına bakarak cevap aramaya çalışmaktadır.
Suriye ve Libya’da Güncel Gelişmeler
Silahlı çatışmaların ağır etkisi altındaki Suriye ve Libya, Arap Baharı’nın hala çözümlenemeyen iki kanlı sahnesi durumunda. Suriye’de Esad yönetiminin, Rusya ve İran’ın desteğiyle, ülkenin tamamını kontrol altına alamamış olmakla birlikte kontrolü sağlamada nispeten ‘başarılı’ olduğu söylenebilir. Bu başarı ya da istikrarın sağlanmasında, ironik bir biçimde, rejim karşıtı söylem ve yaklaşımına rağmen sahadaki operasyonel faaliyetleri ve Astana Süreci’ne katkıları bağlamında Türkiye’nin de belirleyici rolünün olduğu ileri sürülebilir. Hayatın uzun süredir ağır koşullarda devam ettiği Suriye’de yeni uygulamaya giren yeni yaptırımlarının Esad yönetimini zorlayacak bir takım siyasi sonuçlar doğurması bekleniyor.
ABD Başkanı Donald Trump tarafından geçen yıl onaylanan bu yaptırımlar geçtiğimiz günlerde Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası adı altında devreye girdi. Esad yönetimini, sivillere yönelik acımasızca saldırılarını durdurmaya ve barışçıl bir siyasi geçiş sürecine zorlamaya yönelik yaptırımlar aslında Suriye rejimi ile ilişkisi olan veya ilişki geliştirmek isteyen ülkeleri ve şirketleri hedef alıyor. Bu Suriye’de rejimi zorlamanın ötesinde başta İran ve Rusya gibi rejime yakın ülkeleri ve Suriye’nin yeniden yapılandırılması sürecine tek taraflı müdahil olmak isteyen diğer aktörleri doğrudan hedef almak anlamına da geliyor. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde Suriye’de hızla kötüleşmeye başlayan ekonomik durumun daha da derinleşebileceği ve muhalif sokak gösterilerinin artabileceği tahmin ediliyor. Nitekim Suveyda ve Dera gibi güneydeki kentlerde artan rahatsızlığın, sokak gösterilerinin ötesine geçerek bir isyana yol açıp açmayacağı da tartışılmakta. Sonuçta Suriye’de Astana Süreci ve Soçi Mutabakatının Cenevre’de bir çözüme dönüşerek nihai normalleşmeyi sağlayıp sağlayamayacağını muhtemelen önümüzdeki birkaç aylık zaman gösterecek.
Libya’da ise farklı gruplar arasında 2011’den bu güne farklı şekil ve yoğunlukta devam eden iç savaşın son dönemde özellikle Türkiye, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır gibi dış faktörlerin de artan müdahaleleriyle kronikleşen bir çatışma sürecine doğru evrildiği görülüyor. Türkiye, 27 Kasım 2019’da Trablus merkezli ve uluslararası tanınırlığı olan Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile yaptığı anlaşmalar kapsamında Libya’daki çatışmaların belirleyici bir parçası haline geldi.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin donanım, danışmanlık ve eğitim desteği verdiği UMH’nin son dönemdeki başarıları, Libya iç savaşındaki dengeleri değiştirdi. Eski adıyla Özgür Suriye Ordusu yeni adıyla Suriye Milli Ordusu savaşçıları da Türkiye’nin desteğinde Libya’da savaşıyorlar. Rusya ise 2018 sonundan itibaren Kremlin’e yakınlığı ile bilinen özel güvenlik şirketi Wagner Grubu’nun Libya’ya paralı asker göndermesiyle devreye girdi. Kremlin her ne kadar bu konuyla resmi bağlantısı olmadığını ileri sürse de BM raporları, Wagner grubunun binden fazla paralı askeri ile tüm silah kapasitesi Rus kökenli olan General Halife Hafter güçlerini 2018 sonundan bu yana desteklediğini kaydediyor. Türkiye’nin desteklediği Trablus hükümetini masada Hafter’le anlaşmaya zorlayan Rusya, Suriyeli paralı milislerin yanı sıra yeni hava savunma sistemlerini ve Suriye’deki Hmeymim Üssü’nden en az 6 Mig-29 ve 2 Su-24 savaş uçağını Libya’ya taşıdı. Rus ordusunun son günlerde Hafter’e BAE kanalıyla gönderdiği Pantsir hava savunma sistemlerinden 15 tanesinin geçtiğimiz ay Türk SİHA’larınca imha edilmesinin ardından bu kez bölgeye ‘insansız hava araçlarını vurmak için güncellenmiş model’ denilen Pantsir-S1’lerden 6 adet daha sevk etti.
Her iki iç savaş ve genel olarak yaşanan siyasi gelişmeler son dönemde özellikle Libya’da farklı tarafları destekleyen Türkiye ve Rusya’nın nasıl davranacakları, ikilinin hassas dengeler üzerine kurulu ilişkilerinin nasıl seyredeceği, hatta iki tarafın farklı cephelerde savaşıp savaşmayacakları gibi çeşitli soruları gündeme getirdi. Bu sorulara ikili ilişkilerin doğasına ve buna ek olarak son dönemde yaşanan gelişmeler karşısında geliştirilen hareket tarzlarına bakılarak cevap verilebilir.
Rusya ve Türkiye’nin Başarısı
İlk olarak ikili, Suriye’de farklı beklenti ve çıkarlarla hareket etmelerine, sürecin genelinde farklı tarafları desteklemelerine rağmen çoğunlukla ortak zeminde buluşmayı başardılar. 2015’te yaşanan uçak düşürme olayı sonrasına hâkim olan soğukluk sonrasında anlaşmazlıklarını kenara koyarak ortak hareket zemini yaratabildiler. İkili arasındaki konuları kompartımanlara ayırarak sorunlu konulara mümkün olduğunca dokunmadan ilerlemeye dayanan bu ilişki tarzı işledi. Bu tarzın ikili arasında asimetrik seyreden ilişkilerde dengenin çoğunlukla Rusya’dan yana olması nedeniyle Rusya’ya avantaj sağladığı düşünülebilir. Fakat bu ilişkinin Türkiye’nin son dönemdeki özellikle terörle mücadele ve Suriye’de etkin olma gibi konulara sabitlenen güvenlik politikalarına hizmet ettiği de belirtilebilir. Dolayısıyla ilk aşamada Suriye tecrübesinin ikilinin iletişim becerilerini geliştirdiği ve tarafların birbirlerinin zafiyet ve hareket tarzları konusunda daha bir bilgili oldukları ileri sürülebilir. Bu durum aslında uçak düşürme olayı sonrasında gündeme gelen yeni bir yaklaşım değildi.
Soğuk Savaş sonrası dönemin başındaki rekabetin yıkıcı etkileri tarafları 1990’ların ortalarından itibaren tavır değişikliğine zorlamıştı. Bu değişikliğin gelişen ticari ilişkilerin yapıcı ve şekillendirici etkisi altında olumlu sonuçlar doğurması ise ‘başarı’ algısının gelişmesiyle neticelendi. Bu durum 1990’larda ticari ve ekonomik odaklı gelişen ilişkilerin günümüzde siyasi ve güvenlik boyutunda yeni ortaklıklar ya da işbirlikleri yarattığı belirtilebilir. Taraflar her ne kadar stratejik denilebilecek bir ittifak kurma aşamasına ulaşamasalar da taktik boyutu aşan bir işbirliği mekanizmasının geliştiği iddia edilebilir. Bu denkleme bir de iki tarafta iktidarı ellerinde tutan iki güçlü liderin varlığı eklenmelidir. İki lider aşağı yukarı aynı dönemde elde ettikleri iktidarı bir yandan perçinlerken, diğer yandan birbirlerine verdikleri desteğin karşılıklı fayda sağladığın gördüler. Batılı aktörlerin her iki ülkeye yönelik olumsuz ve dışlayıcı yaklaşımları bağlamında uluslararası konjonktürün de iki tarafı birbirine iteklediği belirtilmelidir.
ABD ve AB’nin kendi iç gündemlerine dönmeleri ikilinin yakın çevrelerinde birer güç olarak öne çıkmalarına imkân tanıdı. Sınırlı kapasite ve işbirliğinin Karadeniz örneğinde olduğu gibi nüfuz alanları yarattığının görülmesi ise ikili işbirliğinin her iki ülkenin kamuoylarına olumlu bir başarı hikâyesi olarak sunulmasıyla neticelendi. Sonuçta ikilinin her iki liderin yönetiminde, elbette iki tarafın karşı karşıya kaldığı sorun ve sınırlılıkların çokluğunun farkında olarak pragmatik bir işbirliği geliştirdikleri görülüyor. Kısacası, pragmatik işbirliğini tanımlayan belli başlı kavramlar istikrarsızlık, küresel ve bölgesel gelişmelerin kaçınılmaz baskısı ve her iki ülkede de siyasal hayatın neredeyse her veçhesini kontrol altında tutan güçlü liderlerin kişisel beklenti ve ilişkilerinin gölgesi şeklinde sıralanabilir.
Ya Karşılaşılan Sınırlılıklar?
İkili ilişkileri anlamaya çalışırken dikkate alınması gereken ikinci başlık jeopolitik ve tarihsel rekabetin mirası olarak iki tarafta güçlü şekilde hissedilen karşılıklı güvensizliktir. Bu güvensizliğin etkisiyle, tarafların bölgesel ve küresel meselelere yönelik kalıcı bir ortak bakış açısı geliştirmeleri mümkün olmadı. Ortak bir bakış açısının ortaya çıkamamasının en önde gelen belirleyeni ikilinin Avrupa-Atlantik dünyası ile kurdukları dengesiz ilişkilerdir. Her iki tarafın da Avrupa-Atlantik dünyası ile kendi beklenti ve çıkarlarına odaklı bir bağ kurma önceliği, bu dünyadan bağımsız, farklı bir bölgesel/küresel vizyona dayalı ikili ilişkilerin ortaya çıkmasına imkân tanımamıştır. Karadeniz’den Kafkasya’ya, Orta Asya’dan Orta Doğu’ya her iki ülkenin yakın çevresi olarak tanımlayabileceğimiz geniş coğrafyadan başlayarak neredeyse Avrasya’nın tamamını etkisi altına alan bu ikilinin ilişkilerine, tam da bu nedenle aslında sadece ikili ilişkiler çerçevesinde bakılamaz. Türk-Rus ikili ilişkilerinin kapsamlı bir değerlendirmesi ancak küresel ve bölgesel gelişmelerin ışığında ve tarihsel bir okuma yapmakla mümkündür.
Nitekim son dönemde gerek Rusya’nın gerekse Türkiye’nin beka odaklı olarak şekillenen güvenlikçi ve askeri güce dayalı yaklaşımları her iki ülkenin Batılı aktörlerle olan ilişkilerinin yapısının yanı sıra, ikilinin dış ve güvenlik politikalarının şekillendirilmesinde de belirgin bir rol oynuyor. Rusya karşı karşıya kaldığı tehdit algısının ve güvenlik alanını koruma altına almak adına Kırım ve Ukrayna’da askeri operasyonlar yürütüp, geleneksel uluslararası sistemi zorlamayı seçti. Türkiye’nin de terörle mücadeleyi Batı ile birlikte hareket ederek barışçıl ve demokratik yollardan yürütme ve sonlandırma politikalarından vazgeçtiği görülmekte. Ülke içinde artan mücadelenin Suriye ve Irak’a yayılması ise iç ve dış politikanın güvenlik odaklı olarak birleşmesi ve yeniden yorumlanması anlamına geliyor. Bunun ikili ilişkilere yönelik görünür yansıması ise Türk-Rus ilişkilerinde gözlemlenen belirgin iniş ve çıkışlardır.
Türk karar alıcılar için Rusya, bir yandan Türkiye’nin bölgesel önceliklerinin gerçekleştirilmesinde, özellikle Batılı aktörler karşısında bir dengeleyici ve itici güç olarak görülürken diğer yandan da bir rakip ya da engel olarak kabul ediliyor. Benzer biçimde Rus tarafı için de Türkiye, belirli şartlar altında işbirliği yapılabilecek bir ortak ama çoğunlukla Rusya’nın yakın çevresindeki öncelik ve çıkarların gerçekleştirilmesinin önünde bir engel olarak kabul ediliyor. Küresel politikalar açısından ise Batı güvenlik ve ittifakının kırılması adına bir fırsat olarak belirginleşiyor. İkilinin kısa sayılabilecek süreler içerisinde müttefik olmaktan uçak düşürmeye, yaptırımlardan yeniden yakınlaşmaya, Astana’dan Libya’ya savrulmaları belki de bu açısıyla analiz edilebilir.
Güvensiz ve Vizyonsuz İşbirliği
Sonuçta son dönem Suriye ve muhtemel Libya odaklı gelişmelerin seyrine bakıldığında, ikili işbirliğinin uzun vadeli, kurumsal, rasyonel ve gerçekçi yaklaşımlar tarafından şekillendirildiği söylenemez. Genelde belirleyici olan Batı dünyasına yönelik olarak duyulan kuşkuların biçimlendirdiği, karşılıklı güvensizliğin sürekli olarak kendini hatırlattığı ideolojik, duygusal ve sınırlı ulusal mülahazalardır. İki tarafın da kendi mesellerini kendi beklentileri çerçevesinde ve kimseye güvenmeme prensibi çerçevesinde çözme girişimleri kapasitelerini sonuna kadar kullanma, tıkanılan noktalarda işbirliğine gitme pratiklerini yaratmakta. Bu durum tarafların davranış kalıplarının bir türlü tahmin edilebilir ve kalıcı sonuçlar yaratan bir yapıya dönüşememesinin de sebebi olarak görülebilir. Nitekim ikili ilişkiler tam da bu nedenle bir türlü kurumsallaşamamakta. Bunun nedeni, her bir aktörün geleneksel içyapılarının ve bürokratik/toplumsal hafızasının diğerini öteki olarak tanımlaması ve kabul etmesinde aranmalıdır.
Kurumsallaşmanın gerçekleştirilememesi de ikili ilişkilerin kaderini liderlerin eğilim ve beklentilerine bağımlı kılmakta. Bu, zaman zaman liderlerin bürokratik yapıların sınırlamalarını ve çatışmalarını kolaylıkla aşarak sonuç almalarını sağlasa da ikilinin Soğuk Savaş’ın bitiminden bugüne Kafkasya ve Orta Asya’da yaşanan rekabetin olumsuz sonuçlarını ortaklaşa bir bakış açısıyla ve kalıcı bir biçimde giderememelerinin de edenidir. Tarafların yakın çevrelerini tasarlama ve inşa etme konusunda ortaklaşa bir vizyon ya da tahayyüllerinin olamaması bu yaklaşımla açıklanabilir.
Bu bakış açısıyla dikkati çeken bir diğer konu ise iki tarafın vizyoner, kalıcı ve istikrarlı bir ilişki kurmalarının önüne geçen ve rekabete sebep olan konu başlıklarının, ironik bir biçimde, tarafları işbirliğine zorlayan ana başlıklar olarak da karşımıza çıkmasıdır. Jeopolitik rekabetin yarattığı bölgesel ve küresel gelişmeler, Batılı ülkelerle yaşanan anlaşmazlıkların da etkisi altında iki tarafı kalıcı bir siyasi ilişkiye ve diplomatik birlikteliğe zorluyor.
Birbirlerine güvenmemek için tarihsel açıdan yeterli seviyede deneyime sahip iki ülkenin bölgesel ve küresel dengeleri belirleme isteklerinin, tarafları zorunlu ama kırılgan bir birlikteliğe açıkça zorladığı görülüyor. Nitekim Suriye’de yaşanan gelişmelerin Türkiye ile Rusya arasındaki ikili ilişkilere farklı bir taktik hatta belki de stratejik boyut kazandırdığı bir vakıadır. Tarafların, İran’la birlikte Astana Üçlüsü adı altında, temelden farklılaşan çıkar ve beklentilere rağmen ortak bir hareket alanı yakalamaları önemlidir. Kısacası ikili işbirliği öyle ya da böyle her iki aktörü de Ortadoğu’da ve bu coğrafyanın bir parçası olarak görülebilecek Doğu Akdeniz’de görünür ve belirleyici iki ana aktöre dönüştürdü.
Libya ve Suriye’de Ortak İşbirliği Zemini Olur mu?
Son dönemde Libya’da yaşanan gelişmeler ikilinin Doğu Akdeniz’in Batı sınırını oluşturan Libya özelinde nüfuz alanlarını geliştiren bir işbirliğine mi gidecekleri yoksa Libya’nın ikili ilişkilerin gerçekten de sınırı olarak mı karşımıza çıkacağı sorusunu akıllara getiriyor. Gelişmeler her iki aktörün de ister birbirinden bağımsız bir biçimde isterse koordinasyon içinde Suriye ve Libya arasında bağlantı kurma ve böylece Doğu Akdeniz’in iki önemli uç noktasında (ve elbette arada kalan sahada) söz sahibi olma amacında olduğuna işaret ediyor.
İkilinin şimdilik birbirinden bağımsız bir biçimde ve rekabet içinde geliştiği düşünülen ‘Akdeniz’de önemli bir güç haline gelme’ stratejileri hızla dönüşerek şekilleniyor. Batılı aktörlerin de özellikle Rusya’nın etkinliğini öne çıkartarak rahatsızlıklarını ve geleceğe ilişkin kaygılarını dillendirmeleri de ikilinin tarihsel olarak Batıya odaklı politika geliştirme alışkanlıkları ile uyumlu. Bu aşamada gelişmelerin seyrinde tarafların birbirleri ile yürüttükleri müzakereler kadar Avrupa-Atlantik dünyasıyla olan ilişkileri de belirleyici olacak. Diğer yandan Suriye’de siyasi beklentiler bağlamında karşıt taraflarda olmalarına karşın diyalog kanallarını hiç kapatmayan, Astana ve Soçi mutabakatları gibi önemli uzlaşılara imza atan Ankara ve Moskova’nın aynı yöntemi Libya’da da izleme kapasitesine sahip oldukları görülüyor. Nitekim taraflar sonuç alınamasa da Ocak ayında Trablus ve Tobruk yönetimlerini Moskova’da buluşturdular ve 19 Ocak’ta toplanan uluslararası Berlin Konferansı’nda önemli rol oynadılar. İkili bu adımları atarken farklı taraflara askeri destek vermeye de devam ediyorlardı.
Son dönemin diplomatik trafiğine bakıldığında iki liderin Libya odaklı görüşmeleri artırdıkları görülüyor. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun geçtiğimiz günlerde Ankara’ya yapmayı planladıkları ve Libya ile Suriye’deki gelişmelerin ele alınmasının beklendiği ziyaretin iptal edilmesi taraflar arasında önemli anlaşmazlıklar olduğunun bir işareti olarak görüldü. Rusya Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada iki ülke bakanlarının “Libya’da çözümü desteklemek için aktif olarak çalıştıkları” belirtildi. Açıklamada, her iki ülkenin bakanlıklarında görevli uzmanlar düzeyinde Libya’da en kısa sürede ateşkes sağlanması ve Libya’da taraflar arasındaki müzakere sürecinin ilerleyebilmesi için çalışmaları sürdüğü belirtildi. Siyasi ve ekonomik çözümün Birleşmiş Milletler himayesinde ve Berlin’de Ocak ayında düzenlenen Libya Konferansı’nda alınan kararlarla uyum içinde olması gerektiğinin de altı çizildi. Bu durum ikili arasında bürokratik tıkanmaların yaşandığı durumlarda liderlerin bir araya gelerek sorunu çözmeleri tecrübesi ile uyumlu bir sürece işaret ediyor.
Sonuç
Sonuçta Libya’da birbirleriyle savaşabilecekleri düşünülen ikilinin aynı Suriye’de olduğu gibi beklenilmeyen bir işbirliği zemini yakalayarak ikili işbirliğini Doğu Akdeniz’in geneline yaymaları da olası bir senaryo olarak karşımıza çıkıyor. Bu türde bir gelişme, birçok konuda zaman zaman temelden farklılaşan çıkarlar çevresinde artan biçimde süreç odaklı olarak gelişen ikili ilişkilerin önümüzdeki dönemde sonuç odaklı ve vizyoner bir birlikteliğe doğru evrilmesini mümkün kılacak şartların oluşmasına yol açabilir mi sorusunu akıllara getiriyor. Her halükarda Libya’da yaşananlar ve Suriye’deki durum Türk-Rus ilişkilerinin önümüzdeki dönemde hassas ve kırılgan bir seyir izleyeceğine ve Avrupa-Atlantik dünyasını da kendi istek ve beklentilerinden bağımsız bir biçimde içine çekeceğine işaret ediyor.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.