Türkiye Seçim Sath-ı-Mailine Girerken…
Her seçim ya iktidar olabilmek ya da iktidarda kalabilmek için halkı kazanma gayretidir. Oy verme psikolojisinde vatandaşlar kazanma ihtimali en yüksek ve kendilerine en yakın buldukları parti ve adayı desteklerler, yoksa en doğru ve en adil bulduklarını değil.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sembolik değeri kendinden menkul 14 Mayıs’ı (2023) işaret etmesiyle Türkiye artık kelimenin tam manasında seçim sath-ı-mailine girdi. Aslında “Ne zaman terk etti ki?” diye de sorulabilir, zira 17 Eylül 2021’deki “Erken Seçim Ne Kadar Erken?” başlıklı yazımda da belirttiğim üzere:
“Türkiye, 2002’den bu yana önceki 20 yıl ile kıyaslanamayacak kadar bir seçimler ve referandumlar ülkesi olmuştur. 1982-2002 arasındaki 20 yıllık dönemde beş genel seçim (1983, 1987, 1991, 1995, 1999), dört yerel seçim (1984, 1989, 1994, 1999), üç referandum (1982, 1987, 1988) ile toplam 12 kez sandık başına gidilmiştir. 2002-2021 arasındaki 19 yılda ise altı genel seçim (2002, 2007, 2011, 2015 Haziran, 2015 Kasım, 2018), dört yerel seçim (2004, 2009, 2014, 2019), üç referandum (2007, 2010, 2017) ve iki (2014, 2018) de halkın doğrudan katılımıyla Cumhurbaşkanlığı seçimi olmak üzere toplam 15 kez seçim sandıkları kurulmuştur. Böylece bir önceki 20 yıl ile kıyaslandığında toplam (yerel ve genel) seçim ve referandum sayısında dörtte bir oranında artış yaşanmıştır. İstanbul’daki Mart 2019 yerel seçimlerinin Haziran’daki zoraki ikinci turu, İstanbul’un 2019 itibarıyla ülke nüfusunun yüzde 18,66’ını oluşturmasının da etkisi ile bırakın tekrarlanan tek ilin yerel seçimi olmasını, genel seçim havasını da aşarak adeta tüm ülkenin nefesini tutup izlediği bir referanduma dönüşmüştür. 2002’den bu yana iktidar partisinin koltuğunu el-hak koruduğu ve bütün seçimleri ve referandumları kazandığı göz önüne alınırsa psikolojik olarak adeta her yılın seçim havasında geçtiği bile söylenebilir. Zaten 19 yılda 15 kez sandık başına gidildiği düşünülürse argümanımız matematiksel olarak da doğrulanmış olur.”
Seçimler, bir başka açıdan, bir paradokslar yumağıdır, çünkü ne zaman iktidarlar genel ve yerel seçimleri garantilemek için başta ekonomi olmak üzere tüm tuşlara basmaya başlasa piyasalar da bireysel ve kurumsal aktörleri aracılığıyla hem üretici hem de tüketici cephesinde frene basıp seçim sonunu işaret ederek “hele dur bakalım” çekerler. Başka bir paradoks da şudur: Seçimler bir yandan seçmene iktidarın bir önceki seçimden bu yana icraatlarını notlandırmak üzere fırsat sunarken öte yandan aynı seçmenin “Benim bir oyumla ne değişecek?” şeklinde sandıkla arasına en azından zihnen bir mesafe koymasına zemin hazırlar. Bir diğer paradoks da ister yerel ister genel isterse de referandum şeklinde olsun seçimlerin popülist siyasetçilerin söylemlerine hak ettiğinden fazla önem atfedilip liberal demokrasilerin vitrini olmaktan çok kendisi haline getirilerek bir tür içerden çürütülmesi hatta yok edilmesi şeklinde tecelli etmektedir. Bunun adı seçim demokrasisi (electoral democracy) olsa da dostlar alışverişte görsün kabilinden bir demokrasiye karşılık geldiğinden “seçimlik demokrasi” ifadesinin daha doğru bir tercüme olacağı kanaatindeyim. Çünkü liberal demokrasiler adı üstünde başta fikir, inanç ve teşebbüs özgürlüklerini koruyabildikleri ölçüde hayatiyetlerini ve hayatlarını sürdürebilirler. İktidarlar da bu temel ilkeleri muhafaza edip geliştirdikleri kadar meşrudurlar. Liberal demokrasilerde muhalefet ne “majestelerinin muhalefeti” ne de iktidarın şamar oğlanıdır (ne kadar cinsiyetçi bir ifade değil mi feministler?), zira muhalefet potansiyel iktidar anlamına geldiğinden mevcut iktidarı örneğin gölge kabine ile yürütme alanında, soru önergeleriyle yasama alanında ve gerekmesi durumunda Anayasa Mahkemesi’ne başvuru kanallarıyla da yargı alanında iktidarı denetlemek için vardır. Serbest piyasanın, hür düşüncenin filizlenip kök salabilmesinin, özgür medyanın ve kişilerin saçmalamak da dahil her türlü fikri özgürlüğünün yasalarca teminat altına alınması yetmez, bunun pratiği olarak kişiler şiddete bulaşmadıkları sürece fikirlerini ve inançlarını can tehlikesi olmadan kamuoyuyla paylaşmak ve yaygınlaştırmak hakkına sahiptirler. Eğer bu dediklerimi fazla kitabi buluyorsanız bunların pratikte işlemediği bir yapı, etiketinde bal yazan turşu kavanozu kadar liberal demokrasi görünümlü otoriter/totaliter hatta kısaca faşist rejimlerdir. Seçimler işte sadece varlıklarıyla bile en azından bir nebze liberal demokrasi meltemi estirebildikleri için elbette değerlidirler. Peki öyleyse seçimler ne içindir?
Her Seçim Aslında İktidarın Sınandığı Bir Referandumdur
İster genel ister yerel seçim isterse de referandum olsun her seçim iktidarın sınandığı bir referandumdur. Düşünün elinizde sadece bir adet “evet” mührü var. Elinizdeki bu mühürle yine sadece bir partiyi veya adayı olumlamak üzere geçerli oy olarak kullanabiliyorsunuz. İşin özü, bileşik kaplar gibi, sadece birine evet derken diğerlerine hayır diyorsunuz. Bu kadar kısıtlı bir seçenek karşısında toplumun iktidardan beklentileri alelusul karşılanıyorsa ya da bıçak kemiğe dayanmadığı sürece seçimlerde oy iktidar lehine kullanılır. Aslında bir bakıma o “evet” mührü de zımnen “İktidarın geçen seçimden bu yana icraatlarını onaylıyor musun?” sorusuna cevaptır.
Muhalefete verilen oy ise iktidarın icraatlarının onaylamamak ve muhalefetin artık iktidar olmasını onaylamaktır. Örneğin bir seçime 10 parti/aday katılsaydı ve bu sıralamada oy değil de iktidarda hangi partiyi/adayı görmek istediğinizi sıralayınız minvalinde bir seçim sistemi olsaydı ve birinci sıradakine 10 puandan başlayarak birer puan aşağı düşürülse ve toplam puana göre de en çok puanı alan parti/aday seçimi kazansaydı daha adil olmaz mıydı? Bu önerim için “yok daha neler” diyenler, acaba ülke ve bölge barajlarının demokratik konsolidasyona daha mı çok harç taşıdıklarını düşünüyorlar? Kısacası, liberal demokrasilerin seçim sistemleriyle kısıtlanan mekanizmaların sonucunda aşındığını ve bunların da etkisiyle küresel irtifa kaybını fark etmemiz gerekiyor. Dahası, göreceli başarılı demokrasilerde bile seçimlere kayıtsızlığın sandığa gitme oranlarına yansımasıyla liberal demokrasiler ciddi travmalarla karşı karşıyadır. Bunda küreselleşmenin iç siyaset ve dış politika arasındaki ayrımı giderek flulaştırmasıyla her ikisine birden artan umursamazlığın yükselişi de katkı sağlamıştır. Yine paradoksal bir şekilde bu kayıtsızlık kitle partileri arasındaki sağ-sol gibi tüm ideolojik ayrımların giderek ortadan kalkması ve vatandaşların da bu benzeşme karşısında siyasal aktivizme en azından oy kullanıcısı olarak bile duyarsızlaşmasıyla sonuçlanmıştır. Peki seçimler bu manzarada nereye düşmektedir?
Seçimler İç Siyaset ve Dış Politikanın Kesiştiği Yeni Umursamazlık Noktasıdır
Genel olarak halkın ilgilenmediği dış politika, bu nedenle âli siyaset (high politics) olarak adlandırılır ve bu yüceliği vehmetmemizi sağlayan da dış politikanın ya sırça köşklerde ya da fildişi kulelerde yapılıyor olmasıdır. Bu anlayış halkın umursamazlığını beslerken dış politika okuryazarlığı zafiyeti halkı dış politika üzerinden gelişen iç siyaset manipülasyonlarına daha açık hale getirir. Tabii şu da sorulabilir: Bu halk da nereye yetişsin? Medya okuryazarı mı olsun, finans okuryazarı mı olsun, siyaset okuryazarı mı olsun? Daha ne olsun? İşte, her an hem artıp hem yoğunlaşarak bizi bilgi toplumunun parçası kılan bu yöneliş öte yandan hepimizi birçok konuda cehaletimizle yüz yüze bıraktığından herhangi bir konunun uzmanı bilimsel, idari ve/ya siyasal otoriteler karşısında giderek kırılganlaşıyoruz. Gündemde popüler bir konu olmasından hareketle “İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği karşısında Türkiye’nin tutumu ne olmalı” şeklinde bir referandum yapılsa, genel seçimlere benzeyen bir havada geçeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliriz ve bilgi merkezli bir oy kullanmayla da karşılaşmayacağımız aşikârdır. Bu durumun Türkiye’ye özel olduğunu iddia etmiyorum, zira AB Anayasası ile ilgili referandumlarda ülkelerdeki iç siyasetin ulusaşırı bölgesel siyaseti fazlasıyla belirleyebildiğini o dönem gördük hatta Brexit de benzer bir havada şekillendi ve sonuçlandı. Kısacası, dış politika konusundaki umarsızlık bir anda iç siyasetin kıvılcımıyla alevlenebilir ama iç siyaset için.
Bir başka örnek de göreceli demokratik devletlerin Westphalian egemenlik ilkesinin arkasına sığınarak diğer devletlerin içişlerine karışmadıkları argümanıyla diktatörlüklerle iş birliği yapabilmeleridir. Zira onların demokratik yönetimleri kendi toplumları içindir ve başka ülkeleri zorla demokratik kılmak çok zahmetli ve masraflı bir politikadır. İşte bir diktatör rejimi altındaki halkın tutumu ile göreceli demokratik devletlerin tutumu bir kesişim kümesinde buluşur. Sıradan insanlar, yani hemen hepimiz için devletten temel beklentilerimiz olan güvenlik ve adalet başta olmak üzere bayındırlık, sağlık ve eğitim hizmetleri sağlandığı ve başarısız devlet (failed state) konumuna gelinmediği sürece bizi yönetenlerin ne kadar otoriter/totaliter/faşist olduğu çok da birincil sorun değildir.
Benim kuşağım ve benden önceki kuşaklar bugünkü Z kuşağının fantastik bulduğu otoriter babaların elinde büyüdüğümüz için bizi koruduğu ve eve ekmek getirdiği sürece ne kadar azarladıkları çok da mühim değildi, zira bir kulağımızdan girip öbür kulağa ulaşmadan havaya karışıyordu. Elbette ne kadar duygusal olursak olalım o azarlar, hatta nush ile uslanmadığımız için sonraki aşama da bizleri dayak arsızı yaptığından çok da demokrasiyi içselleştirebilen bir kuşak olamadık. Belki de bu yüzden tüm dünyadaki genel seçimlerde otoriter yönelimlerin artan başarısını Stockholm sendromu veya Stalin’in tavuğu metaforuyla açıklamak da başka tür bir indirgemecilik gibi geliyor bana.
Özellikle pandemide aralıklı olarak 1,5 yıl boyunca dışarı çıkma yasaklarıyla kapatılmış toplumlar haline gelenler kendilerine tutunacak bir dal aradıklarından otoriter eğilimler de bit pazarına yağan bu nurdan nasiplendiler. Genelde sosyal bilimciler özelde siyaset bilimcilerin siyasetçilere göre toplumu okumakta zorlandıkları nokta, yaptıkları iş gereği sosyal bilimcilerin ispatlanabilir, sınanabilir ve güvenilir verilerle çalışmak zorunda olmalarıdır. Ama siyasetçilerin böyle bir zorunluluğu olmadığı gibi siyaseti duygusal olarak okuyup öyle de yönlendirebilirler, zira kitlelerde rasyonaliteden ziyade sürü psikolojisi daha aktif olduğundan provokasyona ve manipülasyonlarına daha açık haldedirler. Sosyal bilimci, bireyden topluma her düzeyde aradığı soruların cevaplarını hep neden-sonuç ilişkisi üzerine oturtmak zorundadır ve cevapları da rasyonel olmalıdır. Lakin ister iktidar ister muhalefet hiçbir siyasetçinin sırtında ne eylemlerini ne söylemlerini rasyonalize etmek için yumurta küfesi vardır, belki bunları rasyonelmiş gibi göstermek hatta buna bile zahmet etmeden duygusal ve hamasi bir üslupla kâh ağlayarak kâh gülerek kâh öfkelenerek kitleleri yaptıklarına inandırmak kâfi gelebilir. O yüzden sosyal bilimcileri toplumu anlamamakla suçlamak da başka bir tür kolaycılık haline gelmektedir. Çünkü bireysel ve/ya toplumsa hayat hiçbir anlamda Weberyen ideal tipler sunmadığı gibi sadece bir bağımsız değişkeni ceteris paribus kıvamında kontrol altında tutamayacağımız kadar da karışıktır.
Her seçim ya iktidar olabilmek ya da iktidarda kalabilmek için halkı kazanma gayretidir. Oy verme psikolojisinde vatandaşlar kazanma ihtimali en yüksek ve kendilerine en yakın buldukları parti ve adayı desteklerler, yoksa en doğru ve en adil bulduklarını değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başarısı tam da burada gizlidir: 20 yıldır neredeyse aralıksız yönettiği topluma ta en başında Millî Görüş gömleğini çıkarıp yoluna devam edebilme pragmatizminde olduğunu ispatlayabilmesi ve İslamcılığını folklorik bir temaya dönüştürebilmesidir. Nihayetinde halk için ideolojiler Çin atasözündeki kadar muteberdir: “Fareyi yakaladığı sürece kedinin ak ya da kara olması fark etmez.” Sıradan insanlar için de devlet gemisinin kaptan köşkündeki kaptan ve tayfasından müteşekkil bakanlar kurulundakilerin ideolojileri de pek öyle mühim değildir. Demokrasi her ne kadar Adam Przeworski’nin ifadesiyle “kasabadaki yegâne oyun” (the only game in town) olsa da nihai kertede bir rakam oyunudur ve oyların çoğunu alan iktidarı alır. Hangi seçim sistemi olursa olsun kabaca bu mantık geçerli olduğundan iktidara seçim bölgelerini kendisi için en avantajlı olacak şekilde stratejik taksimat (gerrymandering) hakkı verir. İşte seçimler oyun devam ederken bile oyunun kurallarını ve sınırlarını belirleme yetkisi verdiğinden oyunun değil, oyun inşasının bizatihi kendisidir.