Türkiye Yüzyılı Derken

“Bugün bizim olsun yarın sizin” türünden söylemler, iktidarların geleceği ciro ederek bugünün piyasasına sürmesi veya karşılığı geleceğe güven olan birer senetten başka bir şey değildir. Bugün Türkiye’de otoyollar, köprüler ve savunma sanayiinin türlü ürünleriyle vizyona sokulan gelecek tasarımı, bir dünya devleti olma yolunda katlanmamız gereken maliyetin karşılıkları olarak gösteriliyor.

türkiye yüzyılı

Seçimlerin üzerinden hayli zaman geçti. Buna rağmen ana kütle ve özellikle muhalefet, hem kendileri hem de ülkenin içinde bulunduğu duruma anlamlı bir açıklama bulamadıkları gibi, bu duruma yasal yollardan hangi araçlarla karşı koyacakları konusunda da anlamlı bir seçenek geliştirebilmiş değiller.

 

Bir yanda demokratik yollarla işbaşına gelmiş meşru bir iktidar, diğer yanda ise toplumu anlama konusunda acze düşen bir okumuş yazmış kitlesi ve muhalefet seçkinleri. Bununla özellikle muhalefet partilerinin lider kadrosu ve yönetici elitleriyle âleme nizamat vermeye çalışan benim gibi okur-yazar ve gazeteci taifesini kastediyorum.

 

Geriye kalan kitlenin çoğu bu durumu büyük bir öfke içinde içine kapanma ve apolitik bir tavırla umutsuzluğun had safhasına dönüştürse de içlerinden bazıları, daha pragmatik bir tavırla mevcudu meşrulaştırma ve iktidara yanaşma yolunu tercih ediyor.

 

Bütün bunlar yaşanırken ülke, tarihinin en ağır ekonomik bunalımlarından birini daha yaşıyor ve burada da ekonomik kararlar rasyonel bir zeminde belirlenmek yerine 31 Mart 2024’te yapılacak seçim sath-ı mailinin beklentileriyle belirleniyor. Muhalif seçmenin durumu ise devasa devlet aygıtını ele geçirmiş örgütlü ve meşru bir iktidar karşısında, ellerinde hiçbir yaptırım gücü bulunmayan sahipsiz yetimlerin durumuna benziyor. 

 

Evet, bir şeyler yanlış gidiyor gitmesine de, ondan daha da kötü olan, yanlışı düzeltme yollarının kronik bir tıkanmışlık içinde bir görüntü vermesi. Bu tarz durumlarda sadece toplumsal konvansiyonlar çökmüyor, genel ahlâk da ciddi yaralar alıyor.

 

Yeni Vizyon

 

Cumhuriyetin 100’üncü yılını idrak ettiğimiz bu günlerde iktidar eskiden olduğu gibi şimdi de mevcut problemleri geriye atarak gündemi yeni anayasa gibi bambaşka şeyler ve 2053, 2071 gibi muhayyel gelecek vizyonlarıyla meşgul ediyor. 

 

Evet, bugün zorluk çekebilirsiniz ama hiç olmazsa gelecek bizim, yarınlar bizim söylemi üzerine kurulu bir vizyon bu. Gerçekten de “gelecek” her zaman efendilerin kölelere bıraktıkları biricik gönenç olmuştur. Gücünü Mesiyanik bir imandan alan bu çizgi, sadece bugünün değil, geçmiş deneyimlerin de enerji kaynağıdır. 

 

Sadece bugünün değil, bütün zamanların da mottosu olmuştur bu söylem. “Bugün bizim olsun yarın sizin” türünden söylemler, iktidarların geleceği ciro ederek bugünün piyasasına sürmesi veya karşılığı geleceğe güven olan birer senetten başka bir şey değildir. Nasıl kredi para “ödeme taahhüdünün” dolanıma girmesi ve finansal piyasaları genişletmesi gibi borca dayalı ilave bir satın alma gücü doğurursa, geleceğin ciro edilmesi ondan da kötü bir sonuç doğurur.

 

Bunların ne önü vardır ne arkası. Tamamen muhayyel bir kurguya dayanan soyut bir söz, bir güven üzerine kuruludur her şey. Bu hâliyle bakılınca her şey Sofistlerin tasvir ettiği şeye benzer ya da arkasında hiçbir güvencenin bulunmadığı kripto paralara.

 

“İnsan” der Camus, “dünya düzeninde, yarının bugünden daha iyi olacağına güvendi mi rahatça gönül eğlendirebilir”. Bizde işler öyle yürüyor. Aydınlanma sonrasının ortaya çıkardığı milliyetçilik akımlarının bir fırtına gibi her şeyi silip süpürdüğü çağlar neyse, bugün de aynı enerjinin bambaşka semboller ve yepyeni bir kurguyla her şeyi önüne katıp sürüklediği günümüz Türkiye’sinde de yaşanan aynı şeydir.

 

Bugün Türkiye’de otoyollar, köprüler, İHA’lar-SİHA’lar ve savunma sanayiinin türlü ürünleriyle vizyona sokulan gelecek tasarımı, bir dünya devleti olma yolunda katlanmamız gereken maliyetin karşılıkları olarak gösteriliyor. Hayat pahalılığı, kötü yönetim, adam kayırma, hukuksuzluk, insan hakları ihlalleri vb. eleştirilerin tamamı; büyük devlet olma yolunda atılan adımları sabote etme girişimi olarak bir anda çöpe atılabiliyor.

 

Nükseden Alışkanlıklar

 

İşin tuhaf yanı, ister seküler isterse dinî içerikli olsun Türkiye’deki büyük çoğunluğun bu tarz Mesiyanik kurgulara yatkın olması. Gerek Marksist gerek İnkılapçı gerekse İslamcı olsun Türkiye gerçeği, maalesef genel hatlarıyla bu tarz bir kurguyla malul. Kitle bu kurguya dünden teşne olduğu gibi “piyango birgün bana da çıkar” duygusuyla muhayyel olana kolaylıkla umut bağlayabiliyor.

 

Bugün İMKB’nin yükselmesi ve yatırımcı sayısındaki artışı bile, yatırım iştahındaki rasyonel bir artışla değil, gerçek hayattan ümidini kesenlerin yeni bir umut kapısı, yeni bir piyango bileti almak olarak görmek pekâlâ mümkün. Normal yollardan alın teriyle doğru dürüst bir meslek sahibi olarak hayatını kazanma değil de, normalin dışında muhayyel bir kurgu ve sürprizlerle hayatını kazanma eğilimi, eskiden olduğu gibi şimdi de gençleri ele geçirmiş gibi görünüyor.

 

Bir tür gerçeklikten kopma olarak görülebilecek bu tarz eğilimler, her şeyi dijital yollardan halletme kolaycılığı gibi gözükse de, temellerinde eski alışkanlıklar olan büyük bir geleneğin izlerini taşıyor olması bakımından hayli ilginç örnekler sunabiliyor. Orada da “kazanç” normal yollardan değil de “gayri iktisadî” yollardan kazanılan bir metadır.

 

“Mal ve servet ile içtimai paye ve mevki, öyle görünüyor ki, yan yana yürüyen, biri diğerini tamamlayan iki faktör vaziyetindedir. Refah seviyesi emek ve istihsal ölçüsü ile değil, belki muhtelif sınıf ve zümrelerin üst üste tabakalandıkları içtimaî ehramın kaide veya zirvesine yakın bir noktada yer almak suretiyle tayin edilir.

 

Anlaşılıyor ki, gündelik iş hayatının emek ve alın teri bahasına getirilebildiği basit, mütevazı kazançlardan yukarısı (istisnaları her zaman bulunabilir) birinci derecede siyasî-politik amillerin mahsulüdür. Şehirlerde bermutat sinsi ve uysal, taşraya açıldıkça o nispette kaba ve zorlu yollarla servet terakümü.”¹

 

Bizim günümüz için verdiğimiz İMKB örneği, yukarıda Ülgener’den yaptığımız alıntının, yine gayri iktisadî olan başka bir yönünü gösteriyor olsa da, bu da aynı şekilde emeksiz ve zahmetsiz, irrasyonel zihniyet biçimin tipik bir örneği. Bunun, umutsuzluğun yol açtığı muhayyel bir çıkış yolu olarak “hileli, hayali ve siyasi” yollardan ilk ikisine denk gelen bir şey olduğu söylense bile bu, kökleri çok eskilere dayanan bir alışkanlıktır. Orada da ‘göze girme, yanaşma, yüzsuyu dökme, el etek öpme vs.’ gibi uysal ve siyasi kazançlardan define arama, simya, sihir ve keramet gibi hileli-hayali” yollara kadar bir yığın yol, hayatın normali olarak nesillerin umutlarını sömürmüştür.  

 

Bugün aynısı veya bir benzeri devlet kapısında (memuriyet) veya devlet kapısından (iş-ihale) bir şey devşiremeyip de dışarıda kalanların tuttuğu ikinci bir yoldur.

 

Ütopya

 

Ütopya Tanrı’nın yerini geleceğe verir. Böylece gelecekle erdem aynîleştirilir ve gelecek biricik değer haline getirilir. Lider de bir anda geleceği gören Şaman ya da Peygambere dönüştürülür. Lider olmazsa, bu sefer de Marksizm ve Hegelcilikte olduğu gibi geleceği “bilimsel bir temelde” açıklayan (!) saf ideoloji ve sözüm ona bilimle açıklanır her şey ve gelecek.

 

Marx, aşkınlıktan yoksun bir dinin politika olduğunu anlamıştı ve karşı çıktığı din de o dindi. Yoksa din Marx için iç çeken dünyanın nefes alması, ruhsuz varlığın bir anda anlamlı birer muhatap haline getirilmesini sağlayan araçtı. Ama Kilise’nin dini, iktidara ve mevcut düzene gerekçe olmaktı. İtirazı bunaydı ve daha iyi bir araç bularak bu sömürüye bir son vereceği inancıyla yola çıkmıştı. İnancı buydu.

 

Her şeyin temeline emeği koyarak “emeğin haksız yere alçaltılışına” olan isyanı ve her şeyin temeline “emeğin derin onurunu” yerleştirme ülküsünü dile getirirken bu amaçla yola çıkmıştı. Bu amaç da insan soyu için onu bir dolap beygiri konumundan çıkartarak “ilave boş zaman yaratmak”, bu türden bir refah, “serbest zaman” yaratmak olan bir kaygıdan ibaretti. Fakat Marks’ın kendisinden sonra gelenlerin girdiği yol; bu hedefi bir kenara koyarak herkesi 5 yıllık kalkınma planlarının nesnesi, her şeyi de tarihsel ve ezelî bir yazgı ve bu yazgının görünür tezahürü haline getirmekten başka bir işe yaramadı. Bu da mevcut durum ve iktidarı bu yazgının sorgulanamaz ve bilimsel (!) bir parçası, uyulması zorunlu olan yegâne seçenek haline getirdi.

 

Böylece tarih bu sefer de tersinden üretilerek kaldığı yerden ilerlemeye başladı. Bu sefer de dinin yerine ideoloji, iktidarı sürdürme ve insanı köle yapmanın bir aracı haline getirildi. Tıpkı din gibi o da politikaya kurban edildi. 

 

Türkiye bugün tam olarak böyle olmasa bile iktidarın “usta işi” yeni bir kurgusuyla karşı karşıya. Gerçi hayatta her şey bir kurgu, bir tasarımla başlar. Saf sanat ve bilim de bir kurgu, bir hakikat arayışıdır. Fakat işin içine politika girince iktidar olmak ve iktidarda kalmak arzusu saf olana her zaman başka amaçlar da karıştırdığı için işin rengi değişebiliyor.

 

Bugün de muhatap olduğumuz şey aynı. Bu kurgu gerçekten de yepyeni bir Türkiye tasarımına mı dayanıyor, yoksa politikacıların iktidarı ve kendilerini destekleyen kitleyi konsolide etmek için buldukları bir araç mı veya her ikisi birden mi? Bulunduğumuz yerden bunu tam olarak bilme imkânımız yok. Ancak işin içinde politika olunca, olan biten her şeyin saf ülke hayrına niyetlerle değil, içinde şahsi ihtirasların da bulunduğu eğilimlerle kirlendiğini pekâlâ söyleyebiliriz.

 

Tezin Antitezi

 

Tez buysa antitezin de olması gerekir. Oysa Türkiye uzun süredir antitezin yokluğuyla mustarip durumda. İktidarın kurgusu hangi motiflerle olursa olsun ortada ve açık. Muhalif kesim ise tam anlamıyla bir dağınıklık ve tutarsızlık içinde ne kendi yaptığını biliyor ne de başkalarına yol gösterecek durumda.

 

Bir yanda iktidarın elinde tuttuğu kamu kaynakları ve iletişim imkânları, diğer yandaysa her şeyi güncellenmiş araçlarla desteklenen “millî ve yerli”, yeni bir milliyetçilik anlayışıyla kurgulanmış bir gelecek vizyonu. Öyle bir vizyon ki hem bugünü hem de geleceği anlamlandırıyor ve makul gerekçeler sunabiliyor.

 

Burada kurguya uymayan ve onu sekteye uğratan tek şey hukuk ve insan haklarıyla dış politika ve ekonomik göstergelerdeki sürdürülebilir olmayan kronik durum. İktidarın buna bulduğu cevap da aynı kurguda gizli: Büyük Devlet Olmanın Bedeli. 

 

Muhalefet işte buna, bu duruma, karşıt bir çözüm üretemiyor. Bir yanda insan hakları vs. gibi ana kitlenin pek de umurunda olmayan söylemlerle demokrasi talebini dile getiren CHP, diğer yandaysa ana kitlenin eğilimlerine aynı gelenekten geldiği iktidardan farklı bir tavır ve söylem geliştiremeyen İYİ Parti ve diğerleri.

 

Bütün bunlara hem seçim öncesi hem de sonrasında yaşanan ikircikli tavırlar eklenince muhalifler tam bir terk edilmişlik ve çaresizlik duygusuyla karşı karşıya kalmış bulunuyor. Çünkü burada da iktidara karşı direnme ve muhalefet etmenin sonuca ulaştıracak yegâne etkin ve en güçlü iki aracından biri olan siyasal partiler, lider ve örgüt tarafından ele geçirilirken; işçi ve işveren örgütlenmeleri başta olmak üzere diğer sivil toplum örgütleri de ya iktidar tarafından devşirilmiş ya da etkisiz hâle getirilmiş bulunuyor. 

 

Bu durumda iktidar karşısındaki muhalif kitle, tüm meşru direnme ve baskı araçları ellerinden alınmış organize güçler karşısındaki sivillere benziyor. Basından yargı ve muhalif siyasal aygıtlara kadar her şeyin dışında kalmış örgütsüz bir toplumda demokrasi bir isim ve yafta olmanın ötesine gidemediği için huzursuzluklar baskıyla sindiriliyor.

 

Örgütlü sivil toplumun yeterince gelişmediği, olanların da dolaylı veya dolaysız biçimde iktidar veya muhalefete eklemlendiği bir toplum görüntüsü veren ülke, yeterli demokratik araç ve geleneklere sahip olamayışının sancılarını yaşıyor. Durum şayet böyle değil de farklı olsaydı, iktidar, sadece ve mutlak olarak belli bir süreyle iktidarı devralan partilerin gücü/devleti dilediği gibi kullanma ve temellük etme aracı olarak değil, geçici bir araç olarak kullanılırdı. 

 

Bizde tam olarak böyle kullanılmasının nedeni, karşı tarafı onu değiştirecek araç ve gereçlerden, tek kelimeyle sermaye mallarından mahrum bırakmanın verdiği özgüvendir. Sermaye mallarıyla kastettiğim ise gelenekleri olan anayasal kurumlarla örgütlü sivil toplumdur. Bizde iktidar olmak, tümüyle bunların hepsini temellük anlamına geldiği için, iktidar değişimleri kolay olmuyor.

 

__

¹Ülgener, S.F. (1991), İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası: Fikir ve Sanat Tarihi Boyu Akisleri ile Bir Portre Denemesi, Der Yayınları, İstanbul, s. 177, 179.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.