Türkiye’de Artan Göç Dalgası: Afganlar
Bütün dünya ülkelerinin göç ile ilgili teyakkuzda olması boşuna değil. Çünkü göç eden topluluklar arasında geri dönüş hemen hemen hiç karşılaşılmamış bir durum. Suriye’de yaşanan savaşın ve göçün üzerinden tam 10 yıl geçti ve her akıllı insanın “Suriyeliler geri dönecek mi?” sorusuna yanıtı “Hayır” olacaktır.
Türkiye, Suriye’de yaklaşık on yıldır süren savaştan kaçan mülteciler için açık kapı politikası uyguluyor. Dolayısıyla Türkiye’nin göç alması artık alışılmadık bir tablo değil. Ancak son zamanlarda artan göç artık bambaşka bir boyuta ulaştı. Son göçlerle beraber Türkiye en çok göçmen barındıran ülkelerden biri haline geldi. Ocak 2021 verilerine göre Türkiye’de “geçici koruma” kapsamındaki Suriyeli sayısı 3 milyon 700 bine ulaşmış durumda. Bunun haricinde farklı uyruklardan 1 milyonu aşkın yabancı bulunuyor. Emniyet kayıtlarında belirlenebildiği kadarıyla 300 bin kayıt dışı Afgan’ın yer aldığını da düşünürsek tablonun giderek korkutucu olmaya başladığını söyleyebiliriz. Suriyelileri Türkiye’deki göçmen nüfusunda Afganistan, Pakistan, Özbekistan, Irak, Türkmenistan, Bangladeş, İran, Somali ve Filistin uyruklular takip ediyor.
Yasal yollarla gelenler de olmakla beraber Türkiye’ye gelen Afganların büyük bir bölümünün yasadışı yollarla sınırı geçip ülkeye girdiğini görüyoruz. Bunun için önce Pakistan’a, sonra İran’a, oradan da Türkiye’ye uzanan ya da doğrudan İran’a ve buradan da Türkiye’ye uzanan rotalar kullanılıyor. Türkiye’ye geçişin en fazla yaşandığı yer İran ile yaklaşık 300 kilometrelik sınırı olan Van’dır. Van’ın dışında Ağrı, Hakkâri, Iğdır ve Kars illeri de geçiş yaşanan illerimiz arasında yer alıyor.
Rejim değişiklikleri toplumsal hayatı derinden etkilediğinde; beslenme, barınma ve güvenlik tehdidi ile karşı karşıya kalındığında toplumlar için göç kaçınılmaz hale gelebilmektedir. Bu sorunun basit bir şekilde engellenmesi de pek olanaklı değildir. Bununla birlikte Afganistan’daki göç meselesi esasen Suriye Savaşı’nın çok daha öncesine dayanıyor. Hem siyasi baskı hem de toplumsal hayattaki zorluklar ve ekonomik sıkıntılar sebebiyle halihazırda zaten bir Afgan göçü mevcuttu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNCHR) verilerine göre dünya genelinde 2 milyon 600 bin Afgan göçmen bulunuyor. Son dönemde yaşanan rejim değişikliği sebebiyle bu göç yoğunluğunun giderek şiddetleneceği öngörülüyor. Çünkü bu son Taliban rejimi değişikliği ile birlikte Afganistan’da toplumun belirli bir kesimi için ülkelerinde kalmaya devam etmek hayatlarını doğrudan riske atmak anlamına geliyor. Özellikle kadınların çok büyük bir kesiminin bu durumdan endişe duyduğu konuşuluyor.
Peki, Afgan göçmenler neden erkek yoğunluklu? Bu yalnızca Afganistan’dan Türkiye’ye göç yolunda görülen bir durum değil. Düzensiz göç yolunda genç erkeklerin ağırlıkta olması Orta Amerika’dan Kuzey Amerika’ya göçlerde de görülüyor. Göçmenler kaçak bir şekilde sınır dışına çıkarken deniz, hava ve kara yollarında belirli ve güvenli rotalarla seyahat eden yolcular değillerdir. Ne yazık ki hemen her gün medyadan takip ettiğimiz gibi ölümlerle, yaralanmalarla, tacizlerle ve soygunlarla sonuçlanan yolculuklar yapıyorlar. Bir ümitle çıktıkları yolculuklarda, aslında gidecekleri yerlerde belirli bir birikim gerçekleştirdikten sonra ailelerini de yanlarına alma amacını taşıyorlar. Ani ve büyük bir riskle karşılaşıldığında ailecek göçler de olmaktadır ancak bunun için çok yüklü bir finansal giderin karşılanması gerekiyor. Son dönemde göçün artmasıyla birlikte insan kaçakçılarının kişi başına talep ettiği ücret de artmış durumda.
Bir diğer sebep ise erkeklerin Taliban askeri olmak istememesidir. Genç erkekler öncelikli olarak kendilerini bu girdabın içerisinden kurtarmayı hedefliyor. Bunu fırsata çeviren insan kaçakçıları kişi başına belli bir ücret talebinde bulunuyor. Öyle ki aralarında üst taşeron ve alt taşeron grupları bile oluşmuş vaziyette. İran sınırında olduğu gibi her sınırda kaçakçılardan prim alan, onlara yardım eden yetkililer var. Kaçakçılar kişi başı 1000 dolar gibi bir ücret talep ediyor. Dahası, zaman zaman 400-600 TL gibi ücretlerle kısa mesafeleri atlatmalarına eşlik eden köylüler ve sınırda çobanlık yapanlar da bu işin içine girebiliyor. Bunlar düşünüldüğünde göçmenler için hem maddi hem de fiziksel koşullar açısından zorlayıcı bir tablo ortaya çıkıyor.
Afganistan’ın Sosyo-dinamik Yapısı ve Göç
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Afganistan’dan ülke dışına göç hiç de yeni bir olgu değil. Bu göç hareketi 1970’lerin sonundan itibaren çatışmalarla, siyasi ve ekonomik sorunlar gibi nedenlerle sürüyor. Suriye krizi başlamadan önce dünyaya en fazla mülteci ve sığınmacı veren ülke Afganistan’dı. Farklı bölgelere dağılmış 2,6 milyon Afgan mültecinin 1 milyon 450 bini Pakistan’da, 780 bini İran’da yaşıyor (Kaynak: UNHCR). Yani çeşitli sorunlarla ülkesinden ayrılan Afganların büyük bölümü bugün İran ve Pakistan’da yaşıyor. Türkiye de yıllardır Afganların hem yaşamak için hem de transit ülke olarak gelmeyi tercih ettikleri ülkelerden biri.
Tarihi boyunca istikrarsızlıklarla boğuşmuş bir ülke Afganistan. Bu istikrarsızlıkların toplumsal yapıyı etkilediği bir gerçektir. Klan, aile ve feodal yapıların çok güçlü durumda olduğu Afgan kültürünü anlamak için 1979’daki Sovyet işgalinin ardından büyük ölçüde Pakistan’a sığınan Afganları ve işgal sonrası gelişmeleri değerlendirmek oldukça önemli. Afganistan’da 1978’de yaşanan “Nisan Devrimi” ile muhalif solcular tarafından demokratik cumhuriyet ilan edilmişti. Ancak iktidarı oluşturan sol liderler güç mücadelesine tutuşunca Sovyet Rusya ile yakın temas içinde olan yönetim adeta kendi sonunu hazırlamıştı. Sosyalist yönetimin kısmen bağımsız bir tavır sergilemeye çalışması Sovyet Rusya’nın rahatsızlığı ile sonuçlandı. Sovyet Rusya, yönetimdeki Hafızullah Amin’in CIA ajanı olduğunu öne sürerek 1979’da Afganistan’ı işgal etmişti.
Afganistan’da Rusya yanlısı siyasilerin iktidara gelmesi ve halk karşıtı gelişmelerin yaşanması sorunlara neden olmuştu. 10 yıl süren bu işgalde insanlık dışı katliamlar yaşandı. 1,5 milyon Afgan’ın hayatını kaybettiği tahmin edilen işgalde 5 milyon Afgan da mülteci kamplarına sığınmıştı. Bölgedeki Sovyet hakimiyetine karşı ABD tarafından silah ve maddi yardımla desteklenen radikal İslamcı mücahitlerin güçlenmesiyle ülkede çok ciddi ayrılıklar yaşanmış ve iç savaşın eşiğine gelinmişti. Cihatçı ve İslamcı gruplarla ortak hareket eden Amerika güçlü bir direniş başlattı ve bu grupları keskinleştirerek besledi. Bunun sonucunda “cihat” politikası adı altında irili ufaklı silahlı örgütlerin oluşması, süregelen iç çatışmalar ve istikrarsızlık Afgan toplumunun kaçınılmaz kaderi haline geldi.
Pakistan Büyük Afgan Göç Dalgasından Nasıl Etkilendi?
Sovyet rejimi sırasında resmi rakamlara göre yaklaşık 4,5 milyon Afgan, Hayber geçidini kullanarak Pakistan’a göç etti. 1979’da başlayan bu göç dalgası, 1980’lerin ortasına kadar gelişmelere bağlı olarak devam etmişti. 1979’daki işgalle beraber Amerika kendisine bu bölgede direnişte kullanacağı enstrümanlar aradı. El-Kaide ve Hizb-i İslami örgütlerini bu enstrümanlar arasında sayabiliriz. Amerika’nın bu örgütlere altyapı ve silah yardımında bulunmasıyla birlikte giderek büyümesini istediği isyanın militan ihtiyacı da arttı. Yakınları ve anne-babası savaşta ölmüş, göç etmiş Afgan gençler Amerika’nın projesine dahil olmakta gecikmedi. Bu gençlerin Pakistan’daki medreselerde katı bir cihat politikasıyla beslenip tekrar Afganistan savunmasına katılmaları sağlandı ve tersine bir göç başlatıldı. Taliban’ın doğuşu da bu şekilde oluştu diyebiliriz. Medreseler bu nedenle Pakistan için çok büyük bir öneme sahiptir. Sayıca çok fazla olan bu medreselerin vergi ve öşürleri aynı zamanda önemli bir gelir kaynağıdır.
Peki Afganistan-Pakistan sınırının belirsizliği ile bölgede etkinliği artan Afganlar Pakistan’ı nasıl etkiledi? Burada göçün toplumsal, ekonomik ve stratejik anlamda çeşitli boyutlarından söz edilebilir. Afgan mülteciler kendileriyle birlikte Pakistan’a radikalizm, yasa ihlalleri, kaçakçılık, uyuşturucu ve silah getirdi. Bu durum bölgedeki suç oranını ciddi şekilde artırdı.
ABD dünyaya bir yandan “Radikal İslam” bombası bırakırken diğer yandan da “İslamofobiyi” beslemiştir. 11 Eylül’deki ikiz kuleler saldırısını gerçekleştiren El-Kaide terör örgütünün güçlenmesini sağlayanın yine ABD’nin kendisi olduğu bugün herkesçe bilinen gerçeklerden biri. Bu durumu, El-Kaide’nin Rusya’ya ve ABD’ye karşı yönelttiği söylemlerinin olduğu dönemin gazetelerinde de okumak mümkün. Bugün cihatçı örgütlerin Pakistan tarafından aynı şekilde araçsallaştırılması söz konusudur.
Kültür ve dil olarak birbirlerine benzer yapıda oldukları için Afganlar kısa sürede Pakistan’da yerleşik konuma geçti. Kalıcı oldukları anlaşıldıktan sonra Afganlar, Pakistan iç siyasetinin de konusu olmaya başladı. Dolayısıyla artık Afgan sığınmacı konusu da siyasi olarak araçsallaştırılmış durumda. Siyasi partilerin; göçmenlerin geri gönderilmeleri, kalmaları ya da entegrasyonları konusu üzerinden oy talep etmeleri gündeme geliyor. Belli bir süre sonra vatandaşlık alan Afganlar da belli gruplar için potansiyel oy gruplarını temsil ediyor.
Göç Dalgası Karşısında Türkiye Ne Durumda?
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı göç dalgası hem toplumsal ilişkileri değiştirdi hem de ekonomik yapıya etkisi oldu. En çok da sosyal hayatta yerel nüfus için bazı endişeler öne çıktı. Türkiye’deki düzensiz göçmenlerin artma ihtimalinin Afganistan’da yaşanan Taliban Devrimi sonrası daha çok yükselen bir tehdit olarak ortaya çıkmasıyla maalesef Türkiye’deki mültecilerin hedef haline gelmesi söz konusu. Sosyolojik açıdan artan göçün doğuracağı ekonomik sıkıntılar, işsizliğin artması gibi sorunların göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığını beslemesi oldukça mümkün. Yerel nüfusta böyle bir duygunun var olmasını yadsımak ve ayıplamak çözüm olmamakla birlikte Türkiye’nin geçici gündemlerle oyalanması yerine kalıcı, uzun vadede belirli bir yaklaşım içeren politikalar belirlemesi, sosyo-ekonomik açıdan gittikçe daha da yükselen tehdidin önüne geçmesi açısından elzem.
Göçün ne şekilde yaşanacağında uluslararası bir görev paylaşımı gerekiyor. Ancak son dönemdeki açıklamalara bakıldığında ortak sesin Afgan göçü karşıtlığı ve mültecileri sınırlardan geri itmek şeklinde ortaya çıktığını görüyoruz. Suriye göçüyle birlikte sınırların mültecilere karşı korunması ve itme politikası uygulanması, Avrupa Birliği ve Amerika’nın göç karşıtlığı yeni bir durum değil. Son beş altı yıldır her türlü diplomatik girişimde beliren “göçü yerinde durdurmak” argümanının aslında göçmenleri sınırlardan püskürtmek şeklinde uygulamaya konulmaktan öteye geçemediği bir durum var.
Taliban rejimi ile Türkiye’nin nasıl bir ilişki kuracağı bu konuda Türkiye açısından çok önemli. Halihazırda yakın bir tarihte Taliban’ın kitlesel göçe izin vermediğini, güvenlik tehlikesinin söz konusu olmadığı Afganistan tarafından açıklanan beyanlar arasında yer alıyor. ABD’nin çekilmesi sonrası Türkiye’nin ilk etaptaki planı daha etkin bir şekilde yer alabilmek ve bunun üzerinden uluslararası alandaki ilişkilerini belirlemek üzerine kuruluydu. Ancak Afganistan’ın yerel koşullarının bunu değiştirdiğini gördük. Bundan sonra nelerle karşılaşılacağı, ne şekilde ilerleneceği yalnızca Türkiye’nin tek başına belirleyeceği politikalara bağlı değil. Bu aynı zamanda Taliban yönetiminin ne tür bir konum alacağı ve uluslararası kamuoyunun buna nasıl tepki vereceğine de bağlı. Taliban’ın izleyeceği yola göre uzlaşı söz konusu olabilir. Hükümet de durumu izleyip ona göre bir konum alma yönünde tavır izlemek istiyor gibi görünüyor. Fakat bu durumda Türkiye’nin yalnızca Afganistan yönetimiyle değil; Avrupa Birliği, ABD ve İngiltere ile ilişkileri de değerlendirerek geçerli bir politika belirlemesi lazım.
Türkiye’deki Düzensiz Göçmenlerle İlgili Durum Ne?
Yasadışı giriş, giriş koşullarının ihlali, vizenin geçerlilik tarihinin sona ermesi, izinsiz çalışma veya yasadışı çıkış nedenleriyle bulundukları ülkede hukuki statüden yoksun olan kişilere düzensiz göçmen deniyor. Türkiye’ye gelen Afganların önemli bir bölümünün ya ülkeye girdikten sonra hiç durmadan ya da belirli bir süre ülkede yaşadıktan sonra Batılı ülkelere gitmek istediği anlaşılıyor. Ancak unutmamak gerekiyor ki Suriyeli mülteciler de aynı sebeplerle Türkiye’ye doğru yol almışlardı. Mülteci meselesi sadece maddi değil, güvenlik ve ekonomik riskler bakımından da maliyet gerektiriyor. Bütün dünya ülkelerinin göç ile ilgili teyakkuzda olması boşuna değil. Çünkü göç eden topluluklar arasında geri dönüş hemen hemen hiç karşılaşılmamış bir durum. Suriye’de yaşanan savaşın ve göçün üzerinden tam 10 yıl geçti ve her akıllı insanın “Suriyeliler geri dönecek mi?” sorusuna yanıtı “Hayır” olacaktır. Türkiye’de bir düzen kuran, iyi kötü bir iş bulan, çocuklarını okula yazdıran insanlar kolaylıkla geri dönmek istemeyecektir ki yapılan anket araştırmaları da bunu doğruluyor. Bir kritik durum daha var. Bir ülkeye göç başladıysa, yaptırım uygulanmadığı takdirde, ilk gelen akının devamı da gelmektedir. Çünkü yerleşenlerin eşleri, akrabaları, akrabaların tanıdıkları gibi bağlar daha sonraki akınları getirecektir. Bu da gösteriyor ki mülteciler ancak oturma izinleri kaldırıldığı takdirde ülkeyi terk etmek durumunda kalacaklardır.
Sonuç olarak maalesef bu durum çoktan Türkiye’nin tek başına müdahale edebileceği bir durum olmaktan çıktı. Ne yapılabilir sorusuna gelince: Avrupa ülkelerinin ve genel olarak Batının kendi sınırlarını korumak ve mültecileri kendi sınırlarından itmek politikası dışında bir siyaset geliştirdiğini söylemek mümkün değil. Burada yapılacak şey ABD başta olmak üzere diğer Avrupa ülkeleriyle, sınır komşularımız İran ve Irak hükümetleriyle masaya oturmak ve çeşitli anlaşmaların üretilmesi. Aksi halde bugün sıkıntısı yaşanan ve pandemi ile tırmanan enflasyon, işsizlik, konut krizi, pazarda ve marketlerde yaşanan fahiş fiyatlandırmalar ve bunların sonucunda her alanda hissedilen genel ekonomik krizin faturası artan göçmen nüfusa yönelebilir. Bu durum demokratik yapılarda istenmeyen toplumsal ayrılıklara sebep olabilir.