Türkiye’de “Biz” Olmanın Ahlakî-Politik Kriterleri
Ülke-toplum, sağlıklı bir “Biz” oluşturamamaktan dolayı, iki terör örgütü (FETÖ-PKK) ve çeşitli Organize Suç Örgütleri (OSÖ/mafya) oluşturmuş ve ciddi bir düzeyde “seküler-muhafazakâr” ve “Kürt-Türk” olarak bölünmüş (“Biz”leşmiş) durumdadır. Çözüm, İslamî değerler ve “Medine Vesikası (ümmet)” ışığında –kimsenin verili kimliğini inkâr etmeden-, hakkaniyete dayalı bir “Toplum Sözleşmesi” oluşturmaktan geçiyor.
1. İslamî Bağlamda “Biz” Olmanın Dinî-Politik Kriterleri
Kur’an’da, “Biz” olmanın başlıca iki kriteri öne çıkar. Birincisi, “Ezelî Misak” (7/172) ve peygamberlerden alınan “Misak” bağlamında (3/81,13/20, 4/21…) mümin/müslim olmak yani “iman kardeşliği”(49/10), Hz. İbrahim’in ortaya koyduğu ahlakî değerlere inanan ve onları savunan insanlar topluluğu yani “Millet-i İbrahim” (3/130,6/161,22/78…)dir. İkincisi ise, sözleşme (ahit/akit) oluşturulan politik “Biz”dir. Bu biz, farklı inanç veya etnik kökenden oluşan insanların, ortak maslahatlar sâiki ile aynı yerde, toplumda veya komşu olarak adalet ilkesine bağlı ve hukukî bir çerçevede oluşur. Buna da Kur’an’da “Ümmet” denir (6/38). Ümmet, aynı zamanda “millet” anlamında da kullanılır. Bu ikinci oluşumun (söz-leşmenin) ahlakî-hukukî kriteri hakkında Kur’an şöyle der: “Anlaşma yaptığınızda, Allah’ı şahit tutarak verdiğiniz sözü yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak yaptığınız yeminlerinizi bozmayın. –Bir toplum, diğer toplumdan daha güçlü olsa da-, yaptığınız anlaşmayı hile ve fesat vesilesi yaparak, -ipliğini eğirip büktükten sonra onu tekrar çözen kadın gibi- bozmayın. Yaptığınız sözleşmeler ile denenmektesiniz. (Dini mevzularda) ayrılığa düştüğünüz konuları, Allah ahirette elbette size açıklayacaktır.” (16/91-92).
Toplumsal-politik bağlamda “Biz” ve “Öteki” veya “Dost” ve “Düşman” oluşturmanın kriteri, salt kabile/etnisite (ırk/kavim), dil, çıkar ve dini inanç olamaz. Esas alınan kriter adalet ve zulümdür: “Allah sizi din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adil davranmaktan men etmez. Şüphesiz Allah, adil davrananları sever. Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda/dini aidiyet ve kimliğinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.” (60/8-9).
Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra orada meskûn Yahudi, Müşrik ve Müslümanlar ile yapmış olduğu sözleşme, bu cinsten bir ahittir. Bu sözleşmeye Hz. Muhammed ve müminler sonuna kadar sadık kalmışlardır. Sözleşmeyi Yahudiler ve Müşrikler ihanet ederek bozmuşlardır. Hz. Muhammed’in Arap yarımadasında diğer kabileler ile de birçok politik sözleşme yaptığı bilinmektedir.
2. Müslüman İmparatorluklarda “Biz” Olmanın Kriteri
İmparatorluk dönemlerinde “Medine Sözleşmesi”nin ruhuna pek sadık kalındığı söylenemez. Örneğin, Emevî İmparatorluğunda “Arapçılık” yapılarak Arap Müslümanlar ve Arap olmayan Müslümanlar (Mevali) ayrımı yapıldığı gibi; Tevbe suresinin beşinci ayetinde bir “savaş durumunda” müşriklere uygulanacak yaptırımlar (savaş tazminatı vs), Emevî yönetimince, yanlış olarak normal durumlarda gayrimüslimlerin tümüne daimî olarak uygulanan bir “Zımmilik” statüsü geliştirilerek, Müslüman olmayan ahali, onursal olarak ve bazı haklar bakımından “ikinci sınıf” konumunda tutulmuştur. Gayrimüslimlerin temel insan hakları yani mal/mülkiyet, can, namus, din-dil hürriyetleri korunmuştur; ancak onur/şeref/haysiyet bakımından aşağılanmışlardır. Oysa Kur’an, bir toplumun, başka bir toplumu onursal olarak aşağılamasını kategorik olarak yasaklamıştır (49/11). Abbasî İmparatorluğu, Emeviler’e oranla daha kozmopolittir. Gayrimüslimlere bürokraside görevler verilmiştir ve Arapçılık yapılmamıştır. Endülüs Emevileri, Selçuklular, Osmanlılar ve diğer Beyliklerde de gayrimüslimlerin temel insan hakları korunmuş, onlara bürokraside görevler tevdi edilmiş ve fakat “zımmîlik” statüleri devam ettirilmiştir. Bu bakımdan çağı ile mukayese edildiğinde, Müslüman imparatorlukların diğerlerinden –kendinden olmayanlara muamele bakımından- daha iyi/adil durumda olduğu söylenebilir.
Klasik ulemadan bazıları mevcut Dünya’yı (Beşerî Coğrafya) “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-İcâbe=İslam’a icabet edecekler veya Dâru’d-Da’ve=İslam’a davet edilecekler” olarak ayırmışken; çoğunluğu, mevcut Dünyayı “Dâru’l-İslam ve Dâru’l-Harp” diye ayırarak; Kur’an’a ters olacak şekilde, gayrimüslimleri inançlarının farklılığından (müşrik-kâfir) dolayı “Daimî Düşman” ve onlar ile ilişkiyi de “Sürekli Savaş” olarak kodlamışlardır. Bu içtihat, fütuhatçı imparatorluk ekonomilerini bir yönü ile yağma/ganimet/gasp (çökme) durumlarına dönüştürmüştür. Bu tutumun savunması, genellikle -İslami değerler unutularak- “İmparatorluk”ların genetiğine (himayeye karşılık haraç) bağlanarak yapılır. Bence, halkların antropolojik-kültürel genetiği de diğeri kadar etkin bir nedendir. “Dâru’l-Harp” kavramı/teolojisi, çağdaş Müslümanların birçoğunda -ahlaki bir “karakter yapısı”na dönüşerek- halâ devam etmektedir. Vahiy alan veya ona inanan toplumların tarihsel, toplumsal, geleneksel, antropolojik, sosyal psikolojik habitusları, vahyin evrensel ahlaki mesajını/ufkunu çoğu zaman birçok noktadan -ihlal ederek- aşabilir-taşabilir. Kur’an, bunun örnek hikâyeleri (Kıssa) ile doludur: “Kurtuluş Tarih” aynı zamanda “Helâk Tarihi”dir de.
3. Türkiye’de “Biz” Olmanın Kriterleri
a) Osmanlı Dönemi
Osmanlı İmparatorluğunda ahali, Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan ve genel tesmiyesi “Osmanlı” olarak “Biz” idi. “İmparatorluk” raconu gereği, kurucu ve yönetici olmalarına rağmen Türklerin adı ve sanı çok da ön planda değildi, diğer halklar ile aynı durumda; hatta kimilerince aşağılanıyorlardı. Bu durumun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi M. Kemal’de ciddi bir içerleme yarattığı ve onun milliyetçiliğini motive ettiği söylenir. Devletin resmi dili, Türkçe ağırlıklı; Farsça ve Arapça kelime ve terkiplerden oluşan “Osmanlıca” idi. Milliyetçilik hareketleri başlayınca, gayrimüslimlerden Yunanlılar, Bulgarlar; Müslümanlardan ise Araplar, müstakil devletler olarak koptular. Hâmilerinin teşviki ile Ermeniler de devlet olarak kopmaya çalıştı, kopamadı; tehcir edildiler. Birinci Dünya savaşı akabinde Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslüman ahali Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. İttihat ve Terakki de, Anadolu’daki gayri müslimleri tehcire zorladı. Anadolu’da az sayıda Rum, Ermeni ve Yahudi kaldı (Azınlıklar). Bazı Rumlar da Cumhuriyet döneminde “mübadele” yolu ile ülkeden çıkarıldı ve Balkanlarda kalan Türkler, Türkiye’ye getirildi.
b) Devrim ve Tek Parti dönemi
Mustafa Kemal ve arkadaşları, geçen yüzyılın başında (1924) yeni kurdukları devlette “Milliyetçi” bir tez ile Türklere “seküler-Müslüman” bir kimlik oluşturmaya girişti. Etnik olarak Türk olmayan (Gürcü, Çerkez, Laz, Kürt, Arnavut, Boşnak, Arap…) Müslüman ahaliye ve gayrimüslim-gayri “Türk” ahaliye (Ermeni/Hıristiyan-Yahudi) “Vatandaş” anlamında “Türk” dendi. Avrupa’da olduğu gibi fazla sek/sert olmayan, bir “Türkleştirme” politikası izlendi. Göçmenler, bu politikayı, iskân-ikâmet etme ve yurt-yuva bulma karşılığı kolayca kabullendi. Anadolu’da mukim Kürtler, kabullenmede zorlandı.
Türkiye Cumhuriyeti kültürel ve politik bir “Devrim” ile kurulmuş bir “Ulus-Devlet”tir. Kültürel hafızasının donması felaketine maruz kalan toplumumuz, yönetici elitler tarafından radikal bir reddin ve unutuşun krizine yuvarlanmıştır. Geçmişin koşulsuz-sürekli yüceltilmesi, radikal ve travmatik bir redde ve zorla bastırılmaya dönüşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun “Biz” kriterleri ile “Türkiye Cumhuriyeti’nin “Biz” kriterleri büyük ölçüde değişmiştir. Kültürel olarak dinsel “Kimlik Teknolojileri”nden (M. Foucault) yani Amentü-İslam’ın Beş Şartı, Şeriat, Hilafet, Tarikattan; milliyetçi-seküler (çağdaş) kimlik teknolojilerine geçiş yapılmıştır (Altı Ok, Nutuk, Onuncu Yıl Marşı, Andımız). Şeriat, Hilafet ve Tarikatlar ilga edilerek, yerine Cumhuriyet rejimi ve seküler/milliyetçi bir kimlik politikası benimsenmiştir. Osmanlıdaki “Millet Sistemi”ne dayalı çok dinli ve çok dilli bir toplumdan -“Meşrutiyet” ve “İttihat ve Terakki” deneyimi ile- tek dinli (İslam-Hanefi) ve tek dilli (Türkçe), eşit- Anayasal vatandaşlığa dayalı, “Türk” isimli bir “Biz” oluşturulmuştur. Dillerinin-etnik kökenlerinin ve dinlerinin farklılığına bakılmaksızın herkese “Türk” ismi ıtlak olunmuş ve “Türkçe” resmi dil olarak benimsenmiştir. Bu süreçte “İstiklal Marşı”, seküler kesim ile muhafazakârları/dindarları birleştiren tek “Kanon” niteliği kazanmıştır. Ancak bu kimlik politikası, dindar ve Kürt vatandaşların bir bölümünde bariz bir memnuniyetsizlik ve içerleme-uçuklama yaratmıştır. Cumhuriyet ve Demokrasi ise, bütün toplum kesimleri tarafından kolayca benimsenip içselleştirilmiştir.
c) 1950-2000 (Menderes-Özal) Dönemi
1950 sonrasında çok partili döneme geçildiğinde, muhafazakâr halk yığınları kültürel/kimliksel rahatsızlıklarını DP, AP, MHP, MSP, ANAP aracılığı ile ifade etmişlerdir. Alevî vatandaşlar, mezhebi/kimlik mağduriyetlerini dernekler yoluyla dile getirmeye çalışmışlardır. 1980’lerden itibaren de Kürtlerin bir bölümü, memnuniyetsizliklerini büyük ölçüde illegal-terör (PKK) dominasyonu ile ifade etmişlerdir. 1950 sonrası politik yaşamı kontrol altına alan askerî bürokrasi (ordu/vesayet sistemi), kuruluş felsefesinden bu tarz ideolojik-politik “sapma”ları, Darbeler (1961, 1971, 1980, 28 Şubat/1997) ile “düzeltme”ye çalışmıştır. 1970-80 arasında yaşanan “Sol-Sağ” ve “Alevî-Sünnî” gerilimi, seksen darbesinden sonra ortadan kalkarken; Kürt sorunu, PKK olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Hâsılı, Tek Parti döneminde yaratılmaya çalışılan seküler-milliyetçi “Biz” kimlik teknolojileri, hukukî eşitlik söylemine rağmen, fiiliyatta halkın bir kesimi nezdinde pek tatmin edici olamamıştır.
d) 2000 Sonrası (AK Parti Dönemi): “Biz”in Semantik-Politik-Ahlakî Dönüşümleri
AK Parti, “Milli Görüş” hareketinin dinî-ahlakî politik-ideolojik içeriğinden “gömlek değiştirerek”, yani yoğunlaşan dünyevî-iktisadî sâikler ile “mücahit” imgesi giderek “muhafazakâr”laşmış bir yapıdır. 2003’te iktidara gelen AK Parti, Fetullah Gülen’in önderliğindeki “Hizmet Hareketi/The Cemaat” ile birlikte, 2015 tarihine kadar “Muhafazakâr Demokrat” adı altında “Alnı Secde Görenler” ilkesi bağlamında politik-ideolojik bir “Biz” yaratmıştı. Bu süreçte Tek Parti dönemi ve Askeri vesayet rejiminin oluşturmuş olduğu seküler ideoloji/kimlik teknolojileri, -“Sessiz Devrim” kavramı ile ifade edildiği gibi-, hukukî reformlar, AB uyum yasaları ile birlikte Kürtlerin ve muhafazakârların üzerindeki milliyetçi-seküler/ideolojik kimlik baskısı kaldırıldı. The Cemaat ise, “kumpas”lar ile bu sürece destek verdi. 2010’lardan itibaren The Cemaat’ın –ABD (CIA) destekli- politik taleplerinin artması sonucu hükümetin karşı atraksiyona geçmesi, “15 Temmuz Darbe Girişimi” ile sonuçlandı ve Cemaat, “FETÖ” olarak kodlanarak tasfiye edildi. “Biz”in parçası olmaktan çıkarıldı.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
AK Parti, başlangıçta “İhvan (Filistin-Mısır)” ile birlikte “Ümmetçi (Din Kardeşliği)” bir politika izlerken; “Rabia” işareti ile bu gönüldaşlık (“Gönül Coğrafyası”) vurgulanırken; içerde 15 Temmuz ve PKK’nın giriştiği “Çukur Eylemleri”; dışarda “Mavi Marmara”, “Sisi Darbesi” ve “Suriye Bataklığı”ndan sonra, “Rabia”nın semantik anlamı, bu kez “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak ve Tek Vatan” olarak ulus devlet/milliyetçilik muhtevasına dönüştü. Emevî Camiinde Cuma namazı kılmaya niyetlenirken (Dimyata pirince giderken); evdeki bulgurdan (bütünlük) oluyorduk. Bu dönüşümde MHP ile kurulan “Cumhur İttifakı”nın rolü küçümsenemez. Cumhur İttifakı, -makbul “Biz” olarak- “Türk”, “İslam” ve “Yerlilik” kavramlarının “Sembolik/Kültürel Kapital” değerlerine (P. Bourdieu) sonuna kadar başvurdu. Bu ittifaka karşı oluşan Millet İttifakı/Muhalefet ise “Zillet İttifakı”, Şer Ekseni”, “İşbirlikçi” yani “İç-Öteki” haline dönüştürüldü.
AK Parti’nin 2010’lardan itibaren tamamen Tayyip Erdoğan’ın karizmasının kontrolüne geçmesi ve 2016’dan itibaren “Başkanlık Sistemi” ile de devletin onun tarafından kontrolü ile birlikte, partinin yönetici kadrosunda ve bürokraside, Karadenizlilerin dışındakiler, pasifleştirilerek, ekonomiden (ihale ve emlak rant’ından) uzak tutularak değişik kademelerde -örneğin “sözcü” olarak- istihdam edilmiştir. Partinin yönetici kadrosu yani bakan, milletvekili, Belediye başkanı, Belediye meclis üyesi, il başkanı, ilçe başkanı ve bürokrasinin ağırlıklı bir bölümü, partiyi ve dolayısı ile devleti akrabaları-hemşehrileri ve örgütlü çevreleri (tarikat-cemaat) için bir “iş bulma kurumu” veya anonim “şirket” olarak görürken; Holdingler oluştururken, sıradan seçmen tabanı, partiyi dini/mukaddes bir “Sakarya/Dava” olarak görmektedir. “Partili Biz”in bu ikili semantik katmanına dikkat etmek gerekir. Partinin şefler kadrosunun bir bölümü, bu tabanı gerektiğinde “oy verecek” ve “ölecek (şehit olacak)” bir “kitle” olarak görmektedir.
4-Sonuç
İmparatorluk dönemlerinde, sınırlar dâhilindeki (Dâru’l-İslam) “millet-ümmet-din kardeşliği” makbul “Biz” olarak görülüp gayrimüslimler, “zımmî” statüsünde makbul olmayan ahali olarak algılanırken; sınırların ötesindeki gayrimüslimler (müşrik-kâfir) “Dâru’l-Harp” kavramı ile ebedi “öteki” ve daimi “düşman” olarak algılandılar. Bundan dolayı da “Fütuhat” a çıkıldı. Oysa Kur’an’da: “savaşma izni, “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için, yurtlarından haksız yere çıkarılan ve zulme uğrayan müminlere verilmiş”; ve gerekçesi de: “Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler, zorbalar tarafından yıkılmasın (veya zapt edenlerce başka bir mabede dönüştürülmesin- İG)” (23/39-40) diye açıklanmıştır. Müminlerin egemen, yönetici, iktidar, devlet (temekkün) olduğu toplumun misyonu da: “salatı (salih amel) ikame, zekâtı verme (gelir dağılımını düzeltme), toplumsal güvenliğin/düzenin sağlanması ve dinin başkalarına tebliğ edilmesi (emr-i bi’l-maruf ve nahyi ani’l-munker)” olarak tavsif edilmişti (22/41).
Milliyetçi bir Ulus Devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde gayrimüslimler, -büyük ölçüde- “tehcir” edilerek ve “mübadele” ile değiştirilerek dilleri farklı, fakat kahir ekseriyeti Müslüman olan imparatorluk bakiyesi halk, “Türk Vatandaşı” olarak “Biz”leştirildi. Devletin seküler yapısı ve ideolojisi, dindar halkta bir içerleme-uçuklama yaratırken; dilin tekleştirilmesi politikaları (“Vatandaş Türkçe konuş”), gayri Türk unsurlardan -özellikle Kürtlerde- içerleme-uçuklama yarattı. “Milliyetçilik” kültürel bağlamda bir aile/kavim/kimlik davası olması gerekirken; bu bağlamda meşru iken (hamiyet duygusu); politik düzlemde politik bir ideoloji olarak ulus devletin, farklı kabile/kavim, dil ve dinleri (kimlikleri), devletin “ideolojik aygıtları” (A. Gramsci) olan eğitim, okul, üniversite, hapishane, kışla, hastane, çekirdek aile… ile torna ve tesviyeden geçirerek “tekleştirme” ideolojisi (“Hayali Cemaat”) olmuştur. Marxist anlamda gerçek yaşam sürecini (praksis) büken, tersyüz edebilen ideoloji, Ricoeur’un dediği gibi toplumsal yaşamı gizleme (dissumulation), gerekçelendirme (justification) ve bütünleştirme (integration) işlevlerine sahiptir (S.Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül.İst.2021. s 194).
Bir yönü ile mecburen/tarihî şartların zorlaması ile bir “Ulus Devlet” olarak kurulan “Türkiye”de resmî dilin “Türkçe” olması, burada meskûn herkesin maslahatı gereğidir. Bunun ötesinde “asimilasyon” çabalarının, İslamî açıdan gayr-i ahlakî olduğu (30/22), herkesçe müsellemdir.
Cumhuriyet döneminde CHP’nin seküler-sek milliyetçiliğine karşı MHP, mukaddesatçı-muhafazakâr bir milliyetçilik ideolojisi geliştirdi. Necmettin Erbakan’ın öncülüğündeki “Milli Görüş” hareketi, nam-ı diğer “İslamcılık” ise, dindar Türkler ve bazı “Gayri-Türk” unsurlar tarafından seküler milliyetçiliğe karşı bir “muhalefet ideolojisi” olarak kristalleşti (Bkz. Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 158). İslamcılığın ekonomi-politiği ise, periferide bırakılmış ve ekonomik/sınıfsal olarak zayıf ve ağırlıklı olarak da Orta, Karadeniz, Doğu Anadolu’da yaşayanların, devlet merkezli ekonomik imkânlardan –İsmet Özel’in deyimi ile- “biraz da biz ölelim” beklentisidir.
Başkanlık sistemine geçildikten sonra oluşturulan “Cumhur İttifakı”, ülkenin karşı karşıya kaldığı iç ve dış tehlikeler karşısında (“Beka Davası”) İslam (AK Parti) ve Muhafazakâr Milliyetçilik (MHP)’in, “Yerlilik” ortak paydasında fenomenolojik olarak yenilenmiş “Rabia (Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak-Tek Devlet)” kavramı ile istihdamıdır. Seküler milliyetçiler, Alevîler ve Kürtlerin ağırlıkta olduğu ittifak ise, “Millet İttifakı”dır.
Hâsılı, ülke-toplum, sağlıklı bir “Biz” oluşturamamaktan dolayı, iki terör örgütü (FETÖ-PKK) ve çeşitli Organize Suç Örgütleri (OSÖ/mafya) oluşturmuş ve ciddi bir düzeyde “seküler-muhafazakâr” ve “Kürt-Türk” olarak bölünmüş (“Biz”leşmiş) durumdadır. Sistem-kurum, uzmanlık, ehliyet/liyakat üzerine bir yönetim/bürokrasi kurma yerine; ağırlıklı olarak sekülerlik-dindarlık, mezhepçilik, kabilecilik, hemşehricilik, tarikat, cemaat, akraba, mafyöz ilişkiler, tanıdık, yandaşlık, kayırma üzerine bir yönetim oluştu. Aidiyetin, hafızanın, geleneğin “sadakat” habitusuna eleştirinin, vicdanın/ahlakın hakikati yeterince eklemlenememiştir.
Başa dönersek, çözüm, İslamî değerler ve “Medine Vesikası (ümmet)” ışığında –kimsenin verili kimliğini inkâr etmeden-, hakkaniyete dayalı bir “Toplum Sözleşmesi” oluşturmaktan geçiyor. Ben, buna “Rahmani Siyaset” demiştim. Bu sözleşmenin, -bizim gibi çoğul toplumlarda- salt ırk/etnik köken-dil, din ve zümre çıkarı gibi kimlik kriterlerine değil; ahlaki bağlamda adalet-zulüm ayrımına/hukuka, ortak toplumsal hafızaya/tarihe ve ortak toplumsal sembollere dayanması gerekir. Eğer toplumsal ideoloji veya ütopya, mevcut toplumsal “gerçeklikten çok uzaklaşırsa, dönüştürmek istediği toplumdan gereğinden fazla koparsa, baskıya dönüşebilecek radikal bir kırılma riski ortaya çıkar. Bu nedenle Ricoeur, gerçekleşmesi için şartlar üretmeden statik bir gelecek yansıtan tehlikeli bir şizofrenik ütopya söylemine karşı uyarıda bulunur. Buradaki hata, yeni olasılıklar açan geleceğin, geçmişin imkânlarından tamamen kopabileceğini hayal etmektir. Bu nedenle H. Marcuse’nin hatırlattığı gibi ütopya, kolektif hafızaya bağlıdır. Çünkü bütün otantik ütopyalar, kolektif hafızanın ürünüdür. Fakat bununla birlikte, yenileşme bu şekilde başladığından dolayı, ütopyaların yeni başlangıç umutları, toplumlar için elzemdir” (S. Varlık, Paul Ricoeur’de Temellük ve Tahayyül. s.202).