Türkiye’de İşçi Sınıfı Tartışması
1 Mayıs’lar, eskinin anılması, övülmesi ya da ona üzülmek yerine yeni nesil emekçi kitlelerin bu mücadeleye, düşen ama hâlâ devam eden dirence katılımını sağlamakla canlı tutulabilir. Sadece çalışma ilişkilerinin değil yeni bir hayatı birlikte kurmanın siyasetini örgütleyebilmek için gelecek nesillerin bugünkü deneyimlerinin dikkate alınması gerekiyor.
Türkiye’de işçi sınıfı var mı? Tabii ki var. Genellikle 1 Mayıs bahsi açıldığında Türkiye’de bir işçi sınıfının olmadığı, bağlantılı olarak burjuvanın da olmadığına dair yapılan ön kabuller yersizdir. Osmanlı’nın son dönemlerinden beri, başta tütün ve pamuk olmak üzere tarlalarda, tekstil atölyelerinde, demiryollarında, madenlerde, fabrikalarda emeğiyle geçinenlerin varlığı ve çokluğu sayısal ve toplumsal bir gerçektir. Emeğiyle geçinen, ücretli, üretim araçlarına sahip olmayan her çalışanı bu kategoriye almak mümkündür. İşçiliğin bu geniş ifadesi, olası bir toplumsal dönüşümün de geniş kesimlerin işbirliğine dayanması gerektiğini ifade eder.
Sorun işçi sınıfının varlığından ziyade örgütlenme biçimidir ki bu durum da çoğunlukla ülkenin kapitalizme eklemlenme sürecindeki sorunla ilgilidir. Konu büyük oranda devlet kontrolündeki siyaset, ekonomi ve kurumlar ve ona karşı gelişen süreçlerin de sadece devleti ve iktidarı kontrol etme çabasıyla ilgilidir. Hayatın kendisini, üretim alanlarını ve toplumsal ilişkileri kontrol edebilmek başarısı gösteremeyen işçi sınıfı, devrimci bir dönüşüm gerçekleştiremezken yönetilen bir nesne haline gelmiştir. Tabii ki bu sorun sadece Türkiye’yle sınırlı bir sorun da ilgili değildir. Ancak sendikaların denetim altında olduğu bir ülkede en azından grev silahını iyi kullanamayan, hatta hiç kullanamayan işçi sınıfının belirleyici bir gücü olduğundan bahsetmek mümkün değildir. Bu durumun dolaylı etkisi demokrasi kalitemizden kurumsallaşma pratiklerimize kadar pek çok yere yansır.
Toplumsal hareketlerin genel özelliğinde olduğu gibi emekçi kitlelerin hareketlerinde de bir taban hareketine dayanmak, bireysel taleplerin örgütlü güce dönüşümünü sağlamak önemlidir. Örgütlenme ve hak taleplerini birbirine ekleyebilmek, bu süreçte ortak duyuyu geliştirebilmek, bir hareketin başarısında öne çıkar. Söz konusu taleplerin kısa süreli, belirgin somut konulara odaklanması zaman içinde daha geniş taleplere dönüşmüştür. Un ya da ekmek fiyatlarının ucuzlamasından daha düşük vergi talebine ve temel ücretlerin yerleşmesine, iş saatinin düşürülmesi talebinden 8 saatlik çalışma süresine, kadınların eşit işe eşit ücret mücadelesine kadar bu çabaların halka halka birbiriyle ilişkili olduğu açıktır. Bugün için ulaşılması zor hedefler, bazı temel somut kazanımların elde edilmesiyle ilgilidir. Türkiye için bu adımları birbirine ekleyememek, olası dönüşümlerin önünü tıkamıştır.
Bu bağlamda üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanların ilişkilerinde, çalışan kitlelerin taleplerinin düzenlenmesi işinde devletin aracı rolü devreye girer. 19’uncu yüzyılda zirvesine ulaşan kontrolsüz kapitalizmin imparatorlukların yeni gelişen hukuki yapıları içinde denetlenmeye çalışıldığını görüyoruz. Çalışma yasaları, iş hukuku imparatorluklardan ulus-devlete geçişte el atılan ilk ve en temel yasal çerçeveler arasındadır. Fransız Devrimi’nden bu yana önce çalışanlar, sonra işçiler olarak adlandırılan ve sayıları gittikçe artan bu grubun talepleri de söz konusu hukuki sınırların şekillenmesinde etkili olmuştur. Kısacası, hak verilmemiş alınmıştır; talepler yasal düzenlemeleri doğurmuş ve mücadele önemli ölçüde sosyal politikalar başlığı altında ve sosyal demokrasinin siyasi liderliğinde sisteme eklemlenmeye başlamıştır.
Marx ise burada farklı bir hat çizip sayıca fazla olan ve sömürülen bu grubu proletarya olarak tanımlarken çoğunluğun iktidarının yolunu analiz etmiştir. Onun devrimci dönüşümü, tarihin akışının getirdiği bir zorunluluktu. Bilindiği gibi Marx ve takipçileri, sömürüye karşı örgütlenme, bilinçlenme, partileşme, sınıf iktidarı ve devamında toplumsal dönüşüme giden, komünizmde nihayete erecek tarihsel bir çizgi öngörmüştür. Ama sorun işçi sınıfının bu zorunlu görülen hattı gerçekleştir(e)memesidir. İktidarı ele geçirerek hayatı yukarıdan dönüştürmek hedefi, Lenin ve SSCB ile başka bir yol geliştirse de bunun “tek yol” olup olmadığı teori içinde çokça tartışıldı. Avrupa’da ise sistem içinde kalan emekçi kitleler, çeşitli haklarına erişse de ekonomik ve toplumsal dönüşümü son kerteye ulaştıramadı. Bu konudaki siyasi ve pratik çabaların kayda değer alternatifler yaratmadığını da söyleyemeyiz. Liberal ekolün anlattığı baskıcı Doğu Bloku yoksulluğu hikâyesi dışında sanat, estetik, bilim ve temel hizmetlere ücretsiz erişim konusunda sosyalizm deneyiminde önemli kazanımlar elde edilmiştir. Neoliberalizmin tetiklediği küreselleşme döneminde bu kazanımlardan geri gitmenin daha iyi bir dünya yaratmadığını hepimiz yaşayarak deneyimliyoruz.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte önce örgütlü işçilerin daha belirgin olduğu Balkanlar’ın kaybı, 10 yıllar süren uzun savaşlarla kaybedilen insan sayısı, yeni devletin oluşumu evresinde Avrupa’da yükselen faşizm, 50 yıl içerisinde çalışma hayatına büyük darbeler vuran köşe taşlarıydı. Sonrasında hem Doğu Bloku sosyalizminde hem de Türkiye işçi sınıfı hareketinde partinin bürokratik yapısının, devletin merkezi özne olmasının ve toplamda yeni bir hayat yerine yeni bir hiyerarşi yaratılmasının sonuçlarını doğrudan ve dolaylı olarak yaşadık. Lider takibi, örgütsel ağların belirleyiciliği, kısa süreli kazanımların uzun süreli dönüşümlere yol açmaması sorunların temelini oluşturdu.
Sosyal Refah Devleti
Oysaki 1960’lar öğrenci ve gençlik hareketlerinin verdiği yeni ivmeyle sosyal hakların öne çıktığı yeni bir dönem yarattı. Biz de 1961 Anayasası ile bütün dünyadaki bu dalgaya ayak uydurduk. Sosyal haklar anayasal hak olarak sistemin temelini oluşturmaya başlarken, 1948 tarihli BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ve 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yankıları duyulmaya başlandı. Temel vatandaşlık hakları, bireysel özgürlük ve doğuştan getirilen negatif özgürlüğün yanında artık pozitif özgürlüğün önemi ortaya çıktı. Bunu gerçekleştirecek ana güç, devlete yüklenen sorumluluklar bürokrasiyi büyüttü. Sağlık, ekonomi, eğitim, ulaşım alanlarında sosyal refah devletinin rolü, 1970’lere kadar savaş sonrası dünyayı şekillendirdi. Liberalizmin sosyal hedeflerle yakınlaştığı bu sürecin kitleleri sosyalizme götürebileceği ihtimali muhafazakârları ürküttü. Hayek’in 1940’larda öngördüğü “kölelik yolu”nun yakınlaştığını varsayan görüşler tepkisini yükseltti. Devletin ve bürokrasinin gelişim için ihtiyaç duyduğu emek gücünü kontrol altında tutarak denetlemesi, kontrol altındaki sendikalarla gerçekleşti. Yoğun çalışmaya yüklenen anlam özgürlük taleplerini gölgeledi. Yeni arayışlar, neoliberallerin güneşinin doğuşunu simgeliyordu. Refah, devlet aracılığıyla değil piyasa aracılığıyla sağlanabilirdi. Sonrasını yaşadık ve biliyoruz.
Türkiye açısından önce TÜRK-İŞ ve sonrasında ona tepki olarak DİSK’in kuruluşu, 1961’de sendikacıların çabasıyla TİP’in kuruluşuyla emekçilerin kendi sözünü söyleme ihtimali güçlendi. Hem sendikalı sayısı hem eylem çeşitleri hem de grev sayısı hızla arttı. Saraçhane Mitingi’nden 15-16 Haziran grevlerine, Meclis’teki TİP’li 15 vekilden kültür-sanat ve edebiyat alanında yükselen sesler, o günkü “yeni Türkiye”nin devletin değil halkın Türkiye’si olma ihtimalini belirginleştirdi. Demokratik kitle örgütleri, Anayasa’nın verdiği hakları en iyi şekilde kullandı. Futbolculardan polislere, sinema emekçilerinden mühendislere kadar herkes örgütlendi. TİP propaganda konuşmalarında ilk kez emekçilerden bahsederken, bugünkü tabirle “yeni bir hikâye” yaratıyordu. “Kapitalist olmayan kalkınma yolu” önerisi, her şeyin Batı tarzı ekonomik ilerlemeye endekslendiği dönemde farklı olanı sembolize ediyordu. Bir taraftan da Türkiye’nin burjuva toplumu mu yoksa Asyatik üretim biçimine mi yakın olduğuna dair tarihsel ve teorik tartışmalar yükseldi. Dergilerin, üniversitelerin, akademisyenlerin önemi, siyasal tartışmayı düşünsel zenginlikle birleştirdi. Türkiye 1960’ların sonu itibarıyla yeni olasılıkları gündemine aldı.
Ancak burada yeniden devletin gücü, ordunun merkeziliği eliyle halkın üretici gücünün önüne geçti. Müesses nizam, yeniyi değil geleneği önemsiyordu. Eski iyiydi. “Kökü dışarıda olan ideolojilere” karşı işçi sınıfının devrimci rolü engellendi. Öte yandan Avrupa ortak bir pazar haline gelirken, bizim içeride kendi gücümüze yaslanarak üretim yapmamız, ithal ikameci ekonomi, bir yandan pahalı bir yandan da örgütlenmeden gelen güçlerle beraber tehlikeli olmaya başlamıştı. Avrupa’da güçlü sendikaların kazanımı grev silahı her zaman devredeyken Türkiye’de kalkınmanın işçi sınıfının siyasal ve sendikal gücünden arındırılmış bir şekilde olması beklendi.
12 Eylül Sonrası
Tarımsal endüstriden sanayi endüstrisine geçişin sorunsuz olması için yine devlet eliyle kontrolün sağlandığını görüyoruz. Özal’la başlayan serbestleşme süreci bu dönüşümü kolaylaştırdı. 24 Ocak 1980 kararlarının, 1970’lerin örgütlü Türkiye’sinde uygulanması mümkün değildi. 12 Eylül 1980’nin aracı olduğu güvenlikçi devlet, ekonomik ama demokratik olmayan serbestleşmeyi hızlandırdı. Böylece güdük bir kapitalizm, ailelerin, yerel aşiretlerin, feodal bağların kontrolünden çıkamamış, hak taleplerini ve demokratik gücü ikincil, paranın dolaşımını tek değer gören, bunu da liberalizm zanneden bir siyasal görüş Türkiye’de hâkim oldu. Buna rağmen daha 12 Eylül etkisini yitirmeden gelişen Zonguldak işçi yürüyüşünden bugünün yeni Türkiye’sinin arifesindeki SEKA ve TEKEL işçilerinin direnişlerine uzanan bir direnç hattı hâlâ var. Avrupa’da sosyal demokrasinin üçüncü yolla neoliberalizme eklenmesiyle kitlelerin ekonomik talepleri rafa kalkarken Türkiye’de merkez solun tek gündemi laiklikle sınırlı kaldı. Ancak artık dinî değerler hayata tutunma çabasında daha öne çıkmış durumda; cemaatlerin örgütlülüğü daha yatay ve işçiye temas ediyor. Milliyetçilik gibi eski ve belirleyici bir güç her zaman devrede.
Hayatın İçinde, Siyasetin Dışında
Günümüzde sosyalizm hedefinden uzaklaşan Avrupa’da da işçi sınıfının bir kısmı, yabancı düşmanı, Avrupa Birliği karşıtı partilere oy veriyor. Küreselleşmenin yarattığı ekonomik krizler orada da dışarıya karşı fazlasıyla bir tepki yaratmış durumda. Ama en azından sendikaları aracılığıyla hayatı zaman zaman durdurma gücüne sahipler. Ulaşımı, sağlığı, eğitimi dönem dönem kontrol ediyor ya da en azından değişime karşı sesini çıkarıyor. Örgütlü gücünü siyasi dönüşüme çeviremese de varlığını hissettiriyor. Türkiye’de ise siyasi ve ekonomik tartışmaların gündeminde işçiler, emekçiler yok. Hayatın içinde ama siyasetin dışındalar. Seçim dönemlerinde gençler ya da emekliler kadar gündem olamıyorlar. Son dönemde DİSK öncülüğünde “Geçinemiyoruz” eylemlerinin yarattığı yeni slogan, vergi dilimlerine dair gündem ses getirebiliyor ama işçilerin gücünü doğrudan göremiyoruz. Neoliberal dönemde parçalanan ve güçsüzleşen sektörlerin sembolik sendikaları bu işi yerine getiremiyor. Buna rağmen bu güçsüz sendikalara üye oldukları için işten atılan yüzlerce çalışan var. Anayasal bir hak olan sendika üyeliği işten atılmanın gerekçesi olabiliyor. Bu durum hukuk sisteminin çalışma ilişkilerini düzenlemedeki yetersizliğini ve tarafgirliğini göstermekte.
Burada bir kez daha ‘biz bilirizci’, ‘bizi takip edinci’ hiyerarşik dilin artık hiçbir ilerleme kaydetmediğinin altını çizmek gerekli. Hizmet sektörünün belirlediği üretim/tüketim ilişkilerinin içinde örgütsüz emekçilerin, kuryelerin, çağrı merkezi çalışanlarının, turizm sektörünün mevsimlik çalışanlarının, kafe ve restoranda yarı-zamanlı çalışan öğrencilerin dertlerini birbirine kesiştirecek bir söylem ve eylem birlikteliği gerekiyor. 21’inci yüzyılın ilk yarısına giderken 1 Mayıs’lar, eskinin anılması, övülmesi ya da ona üzülmek yerine yeni nesil emekçi kitlelerin bu mücadeleye, düşen ama hâlâ devam eden dirence katılımını sağlamakla canlı tutulabilir. Sadece çalışma ilişkilerinin değil yeni bir hayatı birlikte kurmanın siyasetini örgütleyebilmek için gelecek nesillerin bugünkü deneyimlerinin dikkate alınması gerekiyor. Türkiye’de işçi sınıfının dönüşümü, kurumsal engeller kadar, emekçiler arasında bu kuşaklar arası bağ kuramamakla da ilgili biçimde güdük kaldı.
Yazarken Yararlanılan Okuma Önerileri:
Akkaya, Y. (2004). Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve Sendikacılık, Neo Liberalizmin Tahribatı içinde, (Ed: N. Balkan ve S. Savran), Metis Yayınları, İstanbul.
Koçak, H., & Çelik, A. (2016). Türkiye İşçi Sınıfının Ayağa Kalktığı Gün: Saraçhane Mitingi. Çalışma ve Toplum, 2(49), 647-678.
Makal, Ahmet (2002). Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
Şahin, H. Ç. (2010). Türkiye’de İşçi Sınıfının Gelişim Süreci ve Geçmişten Günümüze İşçi Hareketi. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (7), 21-30.