Türkiye’de Sanayileşme Politikalarının Temelleri
Serbestiyete ya da korumacılığa dayalı ekonomik modellerin hangisinin tercihe şayan olduğu sorusunun genel geçer bir cevabı yok. Zamanın şartları ve ülkenin spesifik yapısına göre özel bir şekilde dizayn edilmiş iktisadi politikaların daha yerinde olduğu açıktır. Burada aslında bu modellerden hangisinin uygulandığından çok, bir siyasi iradenin tutarlı bir şekilde bir modeli uygulamada sebat edebilmesi daha büyük bir önem taşıyor.
Türkiye’de son dönemlerde iktisadi büyüme modeli ve sanayileşme politikaları daha yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandı. Aslında konunun zaman ve bağlamı değişmiş olsa da, bu tartışmaya kaynaklık eden ana meseleyi yüzyılı aşkın bir süredir konuşuyoruz. Bu nedenle, bütün bu tartışmaların Türkiye’de başladığı ilk dönemlere gitmek meseleye hem tarihsel bir perspektif hem de derinlik kazandıracaktır. Kapitalizmin bu topraklara ilk kez giriş yaptığı dönem olan İkinci Meşrutiyet dönemi daha da özelde Birinci Cihan Harbi yılları bu temelleri tartışmak için çok kritik bir önem taşıyor.
Bu dönemde daha önceki iktisadi yaklaşımlara damgasını vuran serbestiyetçi liberal anlayışın dışında yeni bir iktisadi politika geliştirilmeye başlandı. Bu politikalar temelde iktisadi milliyetçilik ve korumacılığa dayalı olduğu için bu alanın uzmanı olan Zafer Toprak’ın klasik kitabını takip ederek bu yaklaşımı Milli İktisat olarak nitelendirebiliriz. Bu dönemdeki tecrübeler bundan sonraki iktisadi politikaların ve zihniyetin de şekillenmesinde çok ciddi rol oynadı. Bununla birlikte bu kısa harp dönemi bundan sonraki korumacı devlet politikaları için de bir laboratuvar vazifesini gördü.
Sanayileşmenin Tarihsel ve Siyasal Temelleri
Osmanlı Devleti’nin kendisine has sosyal ve siyasi yapısı ve bunun kaynaklık ettiği bir iktisadi sistemi vardı. Bu yapı temelde Osmanlı’daki merkez eliti ve taşradaki eşraf arasındaki bir güç dengesine dayanıyordu. Buna bağlı olarak iktisadi zihniyet de bu dengeleri yansıtıyordu. Mehmet Genç, Osmanlı iktisadi düşüncesinin kimliğini oluşturan üç temel ilkeden bahseder. Bunların ilki iaşecilik idi. Bu ilkenin temel gayesi ülkedeki toplam malların bol ve ucuz olmasını sağlayarak halkın ihtiyaçların karşılanması idi. Bu doğrultuda, başka ülkelerden ithalat ülkedeki toplam kaynak miktarını arttırdığı için olumlu görünürken, yine bu sebeple ihracat pek sıcak karşılanmıyordu. İktisadi düşüncenin ikinci temel direği fiskalizm idi. Buna göre temel amaç, hazinenin gelirlerinin olabildiğince arttırılması idi. Bunun yolunun da yine toplumun toplam refahını arttırmaktan geçtiği düşünülüyordu. Osmanlı iktisadi düşüncenin bütün bunları birleştiren üçüncü ilkesi ise gelenekçilik idi. Bu ilkenin hedefi toplumun sosyal ve ekonomik düzenin olabildiğince istikrarlı olması ve toplumsal değişimlerin olabildiğince engellenmesi idi.
Devlet, bütün bunların sonucu olarak herhangi bir ticari faaliyette kar oranlarının yüzde onu geçmemesi için piyasaya müdahale ediyordu. Böylece hem ihtiyaç ürünlerinin çok pahalılaşması ve de ekonomik eşitsizlik sonucu toplumsal yapının istikrarını bozulması engellenmiş oluyordu. Kar ürünlerinin düşük olması ticarete dayalı büyük sermaye birikimlerinin olmasının da önüne geçiyordu. Sistemde ciddi bir sermaye fazlasına sahip olabilecek tek sınıf olan bürokrasi sınıfının, bu birikimi miras yoluyla aktarmasına izin verilmiyordu. Sistemin amacı buradaki birikimi vakıflara kanalize ederek fazla sermaye gerektiren altyapı yaptırımlarının finanse edilebilmesini sağlamaktı.
18. yüzyılda art arda gelen askeri yenilgiler çeşitli reform denemelerini tetiklese de bu denemelerin ekonomik alana tesirleri çok sınırlı olmuştur. Reformlar askeriye ve bununla yakından ilişkili olan maliye sahasında yaşandı. Ekonomik yapıyı ciddi anlamda değiştiren en önemli gelişme 1838’de imzalanan Baltalimanı Anlaşması ile İngiltere’ye ve daha sonra diğer büyük devletlere verilen kapitülasyonlar ile yaşandı. Bu Osmanlı’yı dışa açarken, Osmanlı’da ziraatın ticarileşmesine sebep oldu. Direk ihracat için üretim yapan toprak ağaları bundan fayda sağladı. Fakat Batı dünyasına kıyasla, çok büyük arazi sahiplerinin Türkiye’de bulunmaması nedeni ile buradaki birikim çok kayda değer bir seviye çıkamadı. Batı ile ticari ilişkilerin çok gelişmesi bu ilişkilerde genellikle aracılık yapan gayrimüslim sınıfa yaradı. Ayrıca, sanayileşen Batılı devletlerin çok ucuza ürettiği mallar Osmanlı’da var olan küçük sanayinin çok büyük hasar almasına neden oldu. Bu durumu değiştirmek için denemeler yapılsa da siyasi anlamda üstünlüğü ele geçiren zamanın büyük devletleri tarafından veto edildi.
Milli İktisat
Bu durumun değişmesi Zafer Toprak’ın Milli İktisat kitabında belgelediği üzere Balkan Savaşlarından sonra oldu. Alman tarih ekolünden etkilenen Yusuf Akçura, Tekin Alp gibi kişiler Osmanlı’nın korumacı politikaları izleyerek sanayileşmesi gerektiğini savunmaya başladılar. Balkan Savaşından sonra güçlenen milliyetçilik düşüncesine uygun iktisadi milliyetçilik anlamına gelen Milli İktisat anlayışı her yönden güç kazanmaya başladı. 1911’den sonra İttihat ve Terakki Fırkası da bu düşünceyi benimsedi ve uygulamaya başladı. 1911’den 1914’e kadar olan süreçte bu fikir basın-yayın alanında çok etkili oldu. Osmanlı’nın o zamana kadar olan burjuvasını oluşturan gayrimüslim sınıfa karşı boykotların başlaması bu etkinin en önemli göstergelerinden sayılabilir. Müslüman-Türk kesimin ticaret ve sanayi alanında daha aktif olması gerekliliği bir çok gazetede işlenmeye başladı. Bu konuda meşhur gazete manşeti zaten durumu özetliyor: Ey Türk! Zengin Ol![1]
Müslüman Türk tüccarın zenginleşmesinin önündeki temel engelin sermaye yokluğu olduğunu fark eden İttihat Terakki, bu sorunu aşmak için ilk kez Müslüman-Türk kesimin sermayesine dayalı banka kurulması için girişimlerde bulundu. Bu konuda ilk akla gelen adres olan vakıfların sermayesinin kullanılmasına yönelik Evkaf Bankası ve Osmanlı İtibar-ı Milli Bankası bu girişimlerin başlıcalarıdır.
Makbul Zengin Yaratma Politikasının Temelleri
Fakat asıl gelişme Cihan Harbinin patlak verdiği 1914 yılında oldu. Savaş şartlarının getirdiği olağanüstü hal ile İttihat ve Terakki ilk iş olarak kapitülasyonların tek taraflı olarak kaldırıldığını açıkladı. Böylece yüzyıla yakın bir dönem sonrasında ilk defa Osmanlı Devleti’nin bağımsız bir ekonomi politikası takip etmeye başladı. Hükümet gümrük vergilerini yükselterek bebeklik çağında olan sanayinin korunması için önlemler aldı.
Bu gelişmelerin yanında, savaşın ekonomiye olan olumsuz etkisi gittikçe ağırlaşmaya başladı. Tarımsal üretim çok ciddi bir şekilde düşerken şehirlerde iaşe sorunu baş gösterdi. Yüzde 400’lere varan enflasyonla halk çok ciddi bir şekilde fakirleşti. İttihat ve Terakki bir taraftan bu sorunu çözmek için piyasaya müdahale ederken diğer taraftan kendisine yakın olan tüccarların ortaya çıkan kar fırsatlarından faydalanmasına olanak sağladı. Savaş fırsatçıları, stokçular olarak toplum nezdinde çok negatif bir şekilde görülseler de bu kişiler ciddi bir rant elde ettiler. Bu durum aslında yüzyıl boyunca hep tekrar edecek devletin makbul zenginini yaratma sürecinin ilk nüvesini oluşturdu.
Korumacılık mı Yoksa Serbestiyet mi?
Korumacılık ve serbestiyet arasındaki bir tartışmanın temellerinin atıldığı bu dönem bundan sonrasındaki tartışmanın fay hatlarını belirledi. Osmanlı Devleti elitlerinde uzun bir süre ticaret serbestisini savunan görüşler hakimdi. Bunun en temel sebeplerinden biri o zamanların ekonomi biliminin liberal düşünce üzerine kurulu olması ve dış ticarette tamamen serbestiyetin ülkenin kalkınmasına daha olumlu etki edeceğinin düşünülmesidir. Mülkiye Mektebinde iktisat dersleri veren Sakızlı Ohannes Paşa ve İttihat ve Terakki’nin önde gelen Maliye Nazırı Cavit Bey bu fikrin ateşli savunucuları idi. Onlara göre Osmanlı’nın karşılıklı üstünlüğünün (comperative advantage) ziraatte olması tarım ürünlerini ihracaata dayalı bir büyüme modelini ve bu da dış ticaret serbestiyetini gerektiriyordu.
Buna karşın, Milli İktisat anlayışı milliyetçilik akımının iktisadi sonucu olarak ortaya çıktı. Daha kozmopolit bir bakış açısına sahip olan Osmanlıcılık düşüncesinin iflası bu düşüncenin gelişmesinde çok etkili oldu. Uygulanan ekonomi politikalarının gayrimüslimlerde sermaye birikiminin oluşmasına yol açtığını söylemiştik. Fakat zamanla, bu zengin sınıfın Osmanlı Devletine karşı bir sadakat beslemediği düşüncesi filizlenmeye başladı. Yükselen milliyetçilik duygusu ile bazı gayrimüslimlerin bağımsızlıklarını kazanan Balkan Devletlerine destek vermesi Osmanlı elitinde ciddi bir travmaya yol açtı. Bunun en çarpıcı örneği zenginliğini Mısır’da kazanan Rum tüccar Averof’un kendi malını vakfetmesi sonucu Yunanistan’ın aldığı son teknoloji zırhlının –Averof Zırhlısı’nın– İstanbul’u uzun süre ablukaya almasıdır. Bu durum Osmanlı elitini Müslüman-Türk bir burjuva sınıfı oluşturmanın elzem olduğu fikrine ikna etti.
Temelde her iki görüşün de dayandığı bir ekonomik büyüme modeli olduğu söylenebilir. Bu iki modelin temelde ayrıldığı husus ise, daha önce hiçbir birikimi olmayan bir devlette sermaye birikimini sağlamak için farklı stratejiler önermeleri. Serbestiyete dayalı modelde piyasaların uluslararası ticarete açılmasından kaynaklanan bir kazanç söz konusu. Nihayetinde bu model , sanayi üretiminin hammaddesi olan zirai ürünleri ihracat etmekten kaynaklanan bir sermaye birikimini öngörüyor. Fakat Osmanlı’da Batılı devletlerde olduğu gibi büyük toprak sahiplerinin yer almaması, ziraatın çoğunlukla 4-6 kişilik küçük aile işletmelerine dayanması, bu modelin istenen seviyede bir sermaye birikimini oluşturmasına engel oldu.
Korumacılığa dayanan modele göre, devlet bazı tüccarlara olanak sağlayan politikalar izleyerek bu tüccarların sermaye birikimi oluşturmasını sağlıyor. Bu sermayeyi oluşturan tüccarların sanayiye yatırım yapması ve bir süre sonra dışarı ile rekabet eden bir sanayinin oluşmasına öncülük etmesi bekleniyordu. Fakat bu istenileni sağlamak için doğru teşvik sistemlerinin oluşturulması ve devletin özel sektörü uzun vadede refah getirecek faaliyetlere yönlendirmesi çok kolay gerçekleşmiyor. Korumacı politikaların sonucunda sadece rant ile beslenmeye alışmış bir burjuva sınıfının oluşma ihtimali bu modelin zayıf noktasını oluşturuyor.
Sonrasındaki serencamdaki birçok fikrin, kurumun ve mevzuatın iskeletini oluşturan bir dönemi ele aldık. Osmanlı Devletinin son yüzyılında ilk kez tam bağımsız olarak iktisadi politikasını oluşturduğu bu dönemde günümüz için çıkarılabilecek birçok dersler var.
İlk akla gelen soru bu iki modelden hangisinin tercihe şayan olduğudur. Fakat benim görüşüme göre bu sorunun genel geçer bir cevabı yok. Zamanın şartları ve ülkenin spesifik yapısına göre özel bir şekilde dizayn edilmiş iktisadi politikaların daha yerinde olduğu açıktır. Özellikle 1990’lı yıllarda Washington Konsensüsü ile tekrardan gündeme gelen neoliberal anlayışın her ülkeye aynı reçete sunmasının yanlış olduğu konusunda genel bir kabul ortaya çıktı.
Burada aslında bu modellerden hangisinin uygulandığından çok, bir siyasi iradenin tutarlı bir şekilde bir modeli uygulamada sebat edebilmesi daha büyük bir önem taşıyor. İktisadi anlamda yaşadığımız krizlerin birçoğu modelin yanlışlığından değil de siyasi iktidarın kısa vadeli ihtiyaçlarını seçilen iktisat modelinin önerdiği politikaya öncelemesinden kaynaklanıyor.
[1] İkdam, 29 Kanun-ı evvel 1916, s.1.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.