Türkiye’deki Suriyeliler: 9 Yılın Kısa Muhasebesi
Türkiye’de devletin mülteciler konusunda yaptığı en büyük hata, insani hareketliliği ve kalıcılığı küçümsemesi, hatta yerleştirme planlaması yapmayı bile gereksiz görmesi oldu. Bunun dışında Türkiye’deki mülteciler için koruma, eğitim, sağlık başta olmak üzere pek çok imkanın başarı ile üstelik toplumsal destekteki tereddütlere rağmen sağlandığı söylenebilir.
Türkiye tam 9 senedir Suriye ve Suriyelileri konuşuyor. Suriye’de çıkan iç karışıklıklar kısa zamanda çok aktörlü bir iç savaşa dönüşünce, 29 Nisan 2011’de Türkiye’ye gelen ilk kafiledeki Suriyelileri milyonlarcası takip etti. Uluslararası göçler bakımından bir “transit ülke” olarak bilinen Türkiye’de 2011 yılında toplam uluslararası koruma sahibi olanların sayısı 58.018 iken, şimdilerde bu sayı 4 milyonu aştı. Türkiye Suriyeliler ile birlikte 2014’den bu yana hem dünyanın en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkesi hâline geldi hem de uluslararası düzensiz göçün hedef ülkelerinden birisine dönüştü.
İnsanlık tarihinin en ciddi insani krizlerinden birisi olan Suriye’deki savaş, Suriye’den sonra en fazla Türkiye’yi etkiledi. 9 yıllık süreçte çok önemli evreler, değişimler yaşandı. Değişmeyen ise Suriyeli ve diğer mültecilerin sayısındaki olağanüstü artış oldu. Bu süreçte Türkiye’yi yönetenlerin ilgisi de uzunca süre mülteciler değil, Şam’dı. Şam’daki yönetim değişikliği ile her şeyin çözüleceğine ve mültecilerin evlerine döneceklerine yönelik beklenti, özellikle 2014 sonrasında anlamını yitirse de, politik söylem -hatta muhalefet söylemi- içinde bu görüşün hâlâ varlığını koruduğu söylenebilir.
Mülteciler: AB-Türkiye İlişkilerinin Yeni Ekseni
Suriye ve Suriyeli mülteciler sorunu her ne kadar öncelikli olarak bir dış politika konusu olarak ele alınsa da, sosyal gerçeklik ve sorunun dışsallığı pek çok yeni durumlar ve ilişki biçimleri yarattı. Türkiye’nin Suriye olmasa da Suriyeli mülteciler politikası uluslararası alanda Türkiye’nin son beş senesinin en önemli “soft power” enstrümanı oldu.
Öte taraftan Batı’nın mültecileri mümkün olduğunca sınırlarından uzak tutma çabasının adresi de Türkiye idi. Özellikle 2014-2015’de yaşanan büyük akın sonrasında 1 milyonu aşkın kişi Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşınca, Türkiye AB için başka bir rol üstlenmiş oldu. Bu durum, zaten krizde olan Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir “eksen kayması” yarattı. Bu sefer ekseni kaydıran AB tarafı oldu. Türkiye Soğuk Savaş’taki Avrupa’yı koruyan “tampon” rolüne geri döndü. Onun için de, 16 Mart 2016 “Türkiye-AB Mutabakatı” son derece karmaşık soruna çok basit ama özellikle AB için işlevsel bir çözüm ortaya koydu: AB Türkiye’ye mültecilere harcanmak üzere para verecek –ki mutabakat 4 yılı ve toplamda 3+3 milyar Euro olmak üzere 6 milyar Euro desteği kapsıyordu-, Türkiye de mültecilerin Avrupa’ya geçişini engelleyecekti. Anılan mutabakat, mali desteğin yanı sıra Türkiye’ye yönelik bazı önemli siyasi destekleri de içermekteydi. Bu siyasi destek içinde AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, üyelik müzakereleri çerçevesinde yeni müzakere başlıklarının açılması ve oldukça çekici bir başlık olan T.C. vatandaşlarına AB ülkelerine vizesiz seyahat imkânı sağlanması hususları yer alıyordu.
Ancak bu hususular daha imzalar kurumadan, bir “iyi niyet beyanına” dönüştü. Dahası AB’yi kurumsal olarak bu taahhütler nedeni ile yükümlülük altına sokmamak için, diplomatik manevra devreye girdi ve mutabakatın Türkiye ile AB arasında değil, Türkiye ile “AB’ye üye ülkeler” arasında yapılması sağlandı. Yani AB’nin bu mutabakatın tarafı olmasından kaçınıldı. Böylece anılan mutabakat, taahhüt altına girmeksizin dışsallamanın çarpıcı bir örneği olarak tarihe geçti.
Adeta “insansızlaştırılmış” bu anlaşmaya göre; Türkiye’den Yunan adalarına ulaşan Suriyeliler geri gönderilecek, ama geri gönderilen sayıdaki Suriyeli Türkiye’den AB ülkelerine yerleştirilecekti (1’e 1 kuralı). Ama geçenler Suriyeli değilse, geri kabul anlaşması çerçevesinde derhal Türkiye’ye gönderilecekti. Bu tarihten sonra Türkiye-AB ilişkileri “dışsallama-araçsallaştırma” ikileminde ama temelde “mültecileri Türkiye’de tutma” eksenine yerleşti. Her ne kadar Türkiye’den zaman zaman “kapıların açılması” kozu dile getirilse de, bunun Türkiye için de yaratacağı riskler bilindiğinden, sözler tehdit aşamasında kaldı. Diğer konular, Türkiye’deki yeni siyasi havanın da etkisi ile iki taraf için de “teferruat” oldu.
Göçmen ve Mültecilere Bakışın Küresel Çerçevesi
Dünyada mülteciler 2011 öncesinde de vardı, ne yazık ki 2020 sonrasında da olacak. Ama dünyadaki mültecilerin paylaşımı da en az mülteciliğe kaynaklık eden sorunlar gibi son derece adaletsizce. Hâlen dünyada 25.9 milyonu mülteci statüsünde olan 70 milyonun üzerinde zorla yerinden edilmiş insan yaşıyor. Peki, bunlar nerede yaşıyor diye bakıldığında durumun vahameti ve adaletsizliği de ortaya çıkıyor. 70 milyonu aşkın mülteci ve yerinden edilmiş kişinin %85’i krizlerin yaşandığı ülkelere komşu ülkelerde, yani istisnalar hariç hep başka “gariban” ülkede kendisine yer bulabiliyor. Dünyada en fazla mülteci barındıran ilk on ülke sayıldığında Türkiye birinci sırada yer alırken, ilk on ülke içinde sadece Almanya –ki o da son 2 yıldan bu yana böyle- gelişmiş bir ülke olarak yer alıyor. Diğer 9 ülke, Uganda, Kongo, Pakistan, İran, Lübnan, Etiyopya, Ürdün, Kenya gibi kapasitesi düşük ve siyasi kırılganlığı yüksek ülkelerden oluşuyor. Koparılan fırtınanın aksine, dünyadaki mültecilerin sadece %10-15’i gelişmiş ülkelere ulaşabiliyor.
Suriyeliler konusunda da aynı durum gerçekleşti. Adaletsiz dengesiz yük ve sorumluluk paylaşımı aynen tekrar edildi: Suriyelilerin sadece %15’i AB, Kanada, ABD gibi gelişmiş ülkelere ulaşabildi; % 85’i ise açık kapı politikası uygulamanın “mağduru” hâline gelen bölge ülkelerinde kaldı. Ülkesini terk eden 6,5 milyon Suriyelinin %80’inden fazlası komşu ülkelerde yaşıyor: Türkiye 3,6 milyon, Lübnan 1 milyon, Ürdün 600 bin ve Irak (Kuzey) 250 bin kişiye ev sahipliği ediyor. Türkiye 2014’den bu yana dünyada en fazla mülteci barındıran ülke hâline gelirken, bu “unvanını” da muhtemelen daha uzun yıllar taşıyacak gibi görünmektedir.
Suriyeli Mülteciler ve Türkiye’nin Üstlendiği Rol
Dokuzuncu yılını dolduran Suriye krizinin en büyük mağdurları kuşku yok ki Suriyeliler oldu. Savaştan, şiddetten ve eziyetten kaçarak hayatlarını kurtarmaya çalışan Suriyeliler, ya ülke içinde ya da ülke dışında kendilerine hayatlarını kurtaracak barınaklar arama derdine düştüler. Nüfusu 2011’de 22 milyon olan Suriye’de her 2 kişiden birisi evini terk etmek zorunda kaldı. IOM verilerine göre her dört kişiden birisi, yani 6,5 milyon Suriyeli ise ülkesini terk etti. Harabeye dönen ve geleceği kararan Suriye’de en az 500 bin kişi öldü, milyonlarca insan yaralandı, sakat kaldı, umudunu kaybetti.
Ne zaman biteceği belli olmayan bu acımasız-kirli savaş, aynı zamanda bölgede olağanüstü bir istikrarsızlık ve güvensizlik yarattı. Kriz sadece Suriye ile sınırlı kalmadı. Başta Türkiye olmak üzere özellikle komşu ülkeler, evlerini ülkelerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapmak durumunda kaldı. UNHCR, Suriye’yi aşan bu krizi “bölgesel” olarak tanımlayarak 3RP (Regional Refugee & Resilience Plan) ile farklı bir kriz yönetimine öncülük etti. Kuşku yok ki herkes bu süreci “geçici” bir kriz olarak gördü. Ama kriz her geçen gün derinleşti ve yaygınlaştı. En çok yaygınlaşan da bölgedeki umutsuzluk, nefret ve güvensizlik duygusu oldu. Krizin bir başka önemli gerçekliği de adaletsiz-vicdansız dünya düzeninin bütün çarpıklığı ile kendisini ortaya koyması oldu.
Türkiye, Nisan 2011 sonrasında ülkesinden canlarını kurtarmak amacıyla kaçanlar için en güvenli limanlardan birisi oldu. Suriyeliler için “açık kapı politikası” uygulayan Türkiye’ye gelenlerin sayısı 2016 sonrasında çok azalsa da, doğal nüfus artışı ile birlikte sayılar hep yükselme eğiliminde oldu. 20 Şubat 2020 itibarıyla, Türkiye’de biometric kayıt altına alınmış ve kendilerine geçici koruma statüsü verilmiş Suriyelilerin sayısı 3.587.566’dır. Bu sayı 82 milyonluk Türkiye nüfusunun %4,37’sine denk gelmektedir. Bu arada Suriyelilerin açtığı kapıyı aralayarak 2011 sonrasında Türkiye’ye gelen başta Afganlılar, Iraklılar ve İranlılar olmak üzere en az 500 bin mülteci/düzensiz göçmen hâlen Türkiye’de bulunuyor. Yani Türkiye’de 2020 itibarıyla en az 4 milyon mülteci bulunmaktadır.
Sürecin En Çok Kullanılan ve Savrulan Kavramı: Geçicilik
Kuşku yok ki Suriyeli mülteciler hem Türkiye’yi yönetenler için hem de bizzat Suriyeliler için başlangıçta geçici bir durumu ifade ediyordu. “Arap Baharı” rüzgârı 2011’de Suriye’yi ziyaret etmiş, buna karşı direnen Esad Rejimi de şiddetle demokrasi, özgürlük taleplerini bastırmayı tercih etmişti. Şiddetten, çatışmadan kaçanların geldikleri komşu ülkeler Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Irak’tı. Ama Esad Rejiminin kendi halkına karşı şiddeti arttıkça, bir taraftan ülkeden kaçışlar artıyor, bir taraftan da Batı kamuoyunun da artık diktatör dediği Esad’ın kısa zamanda devrileceğine dair genel bir inanç kendini koruyordu. Onun için bütün öncelik Esad’ın en kısa zamanda yıkılmasına ve ona karşı mücadele eden muhaliflere verildi. Ülkeye gelen mülteciler konusu da “geçici” bir sıkıntı olarak nitelendi. 2011’de Türkiye’ye gelen Suriyeli sayısı sadece 14 bindi. Her ne kadar dönemin Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu, Ağustos 2012’de sayı 60 bin civarında iken “psikolojik sınır 100 bindir” dese de, Ekim 2012’de 100 bin sayısı aşıldı. 2013 sonunda sayı 224 bini aşmıştı.
Herkes Esad’ın devrilmesini, böylece sorunun çözülmesi ve mültecilerin geri gitmesini beklerken, yepyeni bir aktör süreci domine etmeye ve insan kaçışının astronomik sayılara çıkmasına neden oldu: Kendisine öncesinde Irak Şam İslam Devleti (IŞID), 2014 sonrasında da “İslam Devleti” adını veren DEAŞ, hem bölgedeki çatışma alanını genişletti hem de pek çok yeni aktörün devreye girmesine neden oldu. IŞID’in asıl sürpriz etkisi Esad’a yönelik dünyadaki genel olumsuz yaklaşımın en azından ertelenmesine yol açması oldu. Ama bütün bunlar Suriyelilerin ülkeden akın akın kaçmasını daha da tetikledi. 2014 bittiğinde Türkiye’de Suriyelilerin sayısı 1.5 milyonu aşmıştı. 2015 sonunda 2.5 milyona çıkan sayı, 2016 sonunda 2.8, 2017 sonunda 3.4, 2018 sonunda 3.6, 2019 sonunda ise 3.576.370 olarak gerçekleşti. [1]
Türkiye’de Süreç Yönetimi
Her ne kadar Türkiye’nin yöneticilerinin ilgisi ülkeye gelen mülteciler değil Şam’daki yönetim olsa da, 9 yıllık sürecin Türk toplumunun olağanüstü yüksek çabası ve kabulü ile büyük ölçüde sorunsuz geçtiği söylenebilir. Devlet için konu her yönü ile “geçicilik” üzerine bina edildiğinden, mülteciler için bir yerleştirme planlaması da yapılamadı. İlk gelenlerin zaman içinde sayıları 26’ya çıkan kamplara yerleştirilmesinden sonra, Suriyeliler tamamen kendi seçimleri ve çabaları ile Türkiye’ye dağılmaya başladılar. Sınır bölgelerinden ayrılan Suriyelilerin geri dönme eğilimlerini de temelden etkileyecek olan bu gelişme, Suriyelileri “kent mültecileri” hâline getirdi ve Suriyeliler Türk toplumu ile birlikte şehir merkezlerinde yaşamaya başladılar.
Suriyelilerin şehirlerdeki ve özellikle de ilçelerdeki dağılımı olağanüstü dengesiz gerçekleşti. Bir ara 270 bine kadar çıkan kamplarda kalan Suriyeli sayısı 2019’da 63 bine yani %1.7’ye düştü. Hâlen Türkiye’de en fazla Suriyeli İstanbul’da yaşarken, en çok Suriyeli olan ilk on il içinde sadece 4’ü sınır illeri olan Gaziantep, Hatay, Şanlıurfa ve Kilis’te yaşıyor.
Tarihinde hiç görmediği büyüklükteki mülteci sayıları ile çok kısa zamanda baş başa kalan Türk toplumunun başlangıçtaki reaksiyonu vicdani ve kültürel bir dayanışma olarak şekillendi. “Savaştan kaçan mazlum insanlar”a büyük destek veren toplumun kaygıları artsa da toplumsal kabul düzeyinin son derece yüksek olduğunu, itiraz ve endişelere rağmen Suriyelilere yönelik bir saldırının olmadığını, hatta bu konunun siyasete etkisinin de son derece sınırlı kaldığı bilinmektedir. Hatta Gaziantep, Şanlıurfa, Kilis gibi nüfuslarına göre en fazla Suriyeli yaşayan illerdeki siyasi tercihler neredeyse hiç değişmedi. Ancak bundan sonraki seçimlerde konunun biraz daha belirleyici olması beklenebilir.
Türkiye’deki Suriyelilerin Demografisi
Türkiye’deki Suriyelilerin demografik yapısı oldukça çarpıcı verilere sahip. %45’in kadın, %55’in erkek ve 1.5 milyondan fazla 18 yaşın altında Suriyelinin 550 bini Türkiye’de doğmuştur. Sadece 2019 yılında Türkiye’de yaklaşık olarak 170 bin Suriyeli bebek doğdu. Türkiye’de günde ortalama 450-500 Suriyeli bebek dünyaya geliyor. Suriyeliler içinde okul çağındaki yani 5-17 yaş arasındaki çocuk sayısı 1 milyon 82 bindir. Bu çocukların %63’ü okullaştırılmıştır. Okul dışında kalan 400 bine yakın çocuğa, eğitimde yaşanan sorunlara ve yerel toplumun tepkilerine rağmen, bu son derece büyük bir başarıdır.
Daha da önemlisi 2016 sonrasında Suriyeli çocukların Türk devlet okullarında Türkçe eğitim almaları yönünde alınan radikal ve aslında kalıcılığın kabulü anlamına gelen karar nedeni ile bu çocuklar Türkçe eğitim almaya başladılar. 2016’da 291 bin olan Arapça eğitim alan çocukların sayısı 2020’de 10 bine düşmüştür. Eğitim alanındaki bir başka önemli veri de, Suriyeli gençlerin üniversitelere yerleştirilmeleri ile ilgilidir. Öncelikle Suriye’de üniversite eğitimi yarıda kalmış olanlara açılan kapı, Türkiye’de liseyi bitirip sınavla üniversiteye girenlerin eklenmesi ile önemli bir ivme kazandı. 2015’de 6 bin civarında olan Suriyeli üniversite öğrenci sayısı 2019-2020 öğretim yılında 33 bini aşmıştır. Bu sayı hem söz konusu gençlerin kariyerlerinin devamı, hem de Türkiye’deki uyum süreçlerine verecekleri katkılar bakımından son derece önemli bir kaynağa işaret etmektedir. [2]
Suriyelilerin Yaşam Kaynakları ve Kayıt Dışılık
Yüzde 98’inden fazlası kamp dışında Türk toplumu ile birlikte kentsel alanlarda yaşayan Suriyelilerin yaşamlarını idame ettirmeleri konusunda çalışmak dışında seçenekleri bulunmuyor. Her ne kadar AB’den gelen para ile 2017’den bu yana 1.4 milyon Suriyeliye ayda 120 TL ödeme yapılsa da, Suriyelilere düzenli ve yeterli bir mali destsek sağlanmamaktadır. Suriyeliler Barometresi çalışması, Türkiye’deki Suriyelilerin içinde %38 civarındakinin çalıştığını ortaya koymaktadır. Türkiye’de Ocak 2016’dan bu yana çalışma imkânı verilmiş olsa da, Suriyelilerin yaklaşık 30 bini çalışma izni ile çalışmakta, geri kalanı kayıt dışı ekonominin onlara sağladığı imkân ile kayıt dışı çalışmaktadır.
Ancak burada önemli bir hususun altının çizilmesi gerekmektedir. Kayıt dışılık sadece Suriyelilerin çalışma ortamı değildir ne yazık ki. Türkiye’nin en temel kronik sorunlarından birisi olan kayıt dışı ekonomi, TÜİK verilerine göre Ocak 2020 itibarıyla %33.8’dir. Hâlen yaklaşık 10 milyon T.C. Vatandaşının da kayıt dışı çalıştığı bu ekonomi içinde, Suriyeliler de kendi ayakları üzerinde durma şansına sahip olmuşlardır.
Kayıt dışı ekonomi sayesinde kendilerine ekonomide bir yer açan Suriyelilerin, T.C. Vatandaşlarına fazladan işsizlik üretmedikleri söylenebilir. Türkiye’nin istihdam yaratma kapasitesi dikkate alındığında, Suriyelilerin kayıtlı çalışması hâlinde, Türkler arasında etkisi hissedilen bir iş kaybının yaşanması sürpriz olmayacaktı. Suriyeliler Barometresi çalışmasının da gösterdiği üzere hâlen Türkiye’de en az 1 milyon Suriyelinin aktif olarak çalıştığı tahmin edilmektedir. Kayıt dışılık hem çalışanlar hem de Türk ekonomisi için doğallaştırılamaz, sürdürülemez ve meşrulaştırılamaz. Ama bu kadar sayıdaki mülteci için bir “ekonomik sığınma” alanı yarattığı da reddedilemez bir gerçektir.
Suriyeli Mültecilerin Maliyeti
Türkiye’deki Suriyelilerin yarattığı maliyet konusu sıklıkla tartışılan konulardan birisidir. Her ne kadar detayları açıklanmasa da Türkiye’deki yöneticiler, Suriyeliler için yapılan harcamanın 40 milyar USD’ı aştığını ifade etmektedirler. Mültecilerin yarattığı son derece önemli maliyetler olduğu açıktır. Sürecin uzun süre temel özelliği olan “Acil Durum Yönetimi” zaten maliyetli bir iştir. Güvenlik ve süreç yönetimi gibi çok yüksek maliyetli alanlar bir yana, sadece eğitim ve sağlık sektörü bile nasıl bir maliyet ile karşı karşıya kalındığına dair ipuçlarını vermektedir.
Türkiye’de ortalama bir ilköğretim öğrencisi yılda bin Euro’ya mal olmaktadır. Sadece 1 yılda 675 bin çocuğun eğitim maliyetinin bile 675 milyon Euro olduğu rahatlıkla hesaplanabilir. Bunun 10 yıllık maliyeti 6 milyar Euro anlamına gelir. Eğitim gibi bütünüyle devlet tarafından finanse edilen sağlık ve ilaç gibi harcamaların maliyeti de büyük bir rakama tekabül etmektedir. Üstelik bu harcamalar konusunda Türkiye’ye dışarıdan gelen kaynağın da oldukça sınırlı olduğu bilinmektedir. En büyük destek AB tarafından gelse de, bunun yılda 1.5 milyar Euro civarında olduğu yani bir Suriyeli için verilen desteğin yıllık 416 Euro, aylık desteğin ise 35 Euro olduğunu ifade etmek gerekir. Burada Suriyeli olmayan mülteciler hesaba dahil edildiğinde yıllık destek 300 Euro civarına inmektedir. Oysa Alman Köln Üniversitesi, 1 mültecinin Almanya’ya 15 bin Euro’ya mal olduğunu hesaplamaktadır. Eğer Türkiye’deki Suriyeliler Avrupa’da olsa bunun mali yükü 250 milyar Euro’dan fazla olacaktı. Üstelik sorunun sadece mali olmadığı da açıktır. Mültecilerden çekinilmesinin temel nedeni; yarattığı sosyal, siyasal ve ekonomik risklerdir. Bunu çarpıcı bir öneri ile test edebiliriz: Türkiye AB’ye yılda 20 milyar Euro önerse ve bunu 10 yıllığına garanti etse, ama bunun karşılığında mültecilerin yarısının, yani 2 milyonunun alınmasını istese, bunu Avrupa’da kabul edecek bir ülke olabilir mi? Hayır! O halde mülteci konusunun paradan daha fazla bir şey olduğu göz ardı edilemez.
Dışsallama ile Araçsallaştırma Arasında Mülteciler
Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkisi 2014 sonrasında büyük ölçüde mülteciler üzerinden şekillenmektedir. Tipik bir dışsallama siyaseti olarak Türkiye’nin mültecilerin Avrupa’ya geçişini engelleyecek bir tampon alan olarak belirlenmesi ve bunun karşılığında sınırlı mali destek sağlanması, Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri de derinden etkilemektedir. Güvenliğin, maliyetin ve hatta uyum çalışmalarının topluca “dışsallaştırılması” politikasına Türkiye’nin “araçsallaştırma” politikası ile karşılık verdiği söylenebilir. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’nin büyük ölçüde başarılı sayılabilecek mülteci politikası, son yıllarda dış politikada yaşanan yalnızlaşma sürecindeki en önemli “soft-power” unsuru hâline gelmiştir.
Kuşku yok ki “açık kapı politikası”nın kurbanı hâline gelen bütün komşu ülkeler gibi Türkiye de Suriyeliler konusunda ne kadar destek alırsa alsın, asıl yükü taşıyan ülke olacaktır. Bu konuda küresel bağlamda yapılan “Mülteciler Üzerine Küresel Mutabakat” gibi yeni çalışmalar da uluslararası toplumun desteğinin çok sınırlı kalacağına dair kuşkuları ortadan kaldırmaktan uzaktır.
Ensar-Muhacir’den Geri Göndermeye Söylem Değişikliği
Türkiye’deki Suriyeliler konusu, uzunca bir süre Suriye’deki gelişmelerle ilişkilendirilmiş, toplumsal kabul ise başta “ensar-muhacir” olmak üzere duygusal söylemler üzerine bina edilmiştir. Ensar söylemi “Ensarın takatinin tükenmesi” nedeniyle zaman içinde kuşku ile karşılansa da, sürecin öngörüldüğü gibi gitmediğinin siyaset tarafından kabul edilmesi oldukça zaman aldı. Hatta Erdoğan’ın 3 Temmuz 2016’da “Suriyeli kardeşlerimize vatandaşlık vereceğiz” sözlerine gelen tepkilerin de etkisi ile, Ocak 2018’de başlayan Afrin Operasyonu ile birlikte Türkiye’de önemli bir söylem değişikliği gündeme geldi. Afrin Operasyonu terörle mücadele kadar Suriyelilerin evlerine dönmesine imkân sağlayacak bir politika olarak lanse edildi ve ilk kez en üst düzeyde Suriyelilerin dönüşü konusu gündeme getirildi. Toplumun bu beklentisi nedeni ile Hükümetten zaman zaman yapılan açıklamalarda da 350 binden fazla Suriyelinin bu operasyonlar sayesinde Suriye’ye geri döndüğü ifade edilmektedir.
Ancak Türkiye’deki Suriyelilerin geri dönüşünü anlamlı kılacak bir ortamın Suriye’de oluşmadığı BM kurumları dahil pek çok aktör tarafından ifade edilmektedir. UNHCR’ın verdiği sayılar, son 4 yılda Türkiye’den 55 bin Suriyelinin ayrıldığını göstermektedir.[3]
Türkiye’de Suriyelilerin 110 binden fazlası vatandaşlığa alınmasına ve geri dönüş iddiasına rağmen sayıların sürekli artması da dikkat çekmektedir. Bu artışta doğal nüfus artışı önemli bir rol oynasa da, geri dönüşlerin beklenen ölçüde gerçekleşmediği açıktır. Bunun en önemli nedeninin Suriye’deki kaotik, güvensiz durum ve neredeyse bütünüyle tahrip olmuş altyapı olduğu söylenebilir. Suriye rejiminin geriye dönenlere nasıl bir işlem yapacağı, Suriye’de kalan Suriyelilerin 7-8 senedir ülkede olmayan Suriyeliler ile bir araya gelmeye ne kadar sıcak bakacağı da ayrı bir sorundur. Ancak burada en önemli husus, Suriye’deki yoğun çatışma ortamının devam ediyor olması ve daha ne kadar devam edeceğine dair iyimser öngörülerin çok da güçlü olmamasıdır.
Tükenen Geri Dönüş Eğilimleri
Bu arada, ortalama 4.5-5 yıldır Türkiye’de olan ve yeni bir hayat kuran Suriyelilerin Türkiye’den ayrılmaya da artık çok sıcak bakmadıkları bilinmektedir. Türkiye’de 550 binden fazla çocuğu dünyaya gelen, sadece sınır bölgesinde değil, bütün Türkiye’de kentsel alanlarda yaşamlarını sürdüren, 1 milyondan fazlası çalışan ve 670 binden fazla çocuğun Türkçe eğitim veren okullarda öğrenim gördüğü Suriyeliler için Türkiye yeni bir vatan hâline dönüşmüştür. Artık Suriye’de ne olacağının Türkiye’deki Suriyelileri ilgilendiren bir husus olmaktan çıktığı söylenebilir.
Suriyeliler Barometresi araştırması verilerine göre de, açık biçimde gözlendiği üzere Türkiye’de kendilerini daha mutlu, daha güvende ve yerleşik hisseden Suriyelilerin geriye dönme eğilimleri büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Suriyelilerin yukarıda ifade edilen pek çok nedenle gönüllü geri dönüşü beklenmemelidir. Zorla göndermenin ise hem fiziken kolay olmadığı, hem de Türkiye’nin bu şekilde bir eyleme girişmesinin ciddi bir dış politika enstrümanını kaybetmesi anlamına geleceği açıktır. Türkiye’deki Suriyeliler çok büyük ölçüde stabilize olmuştur. Avrupa’ya gitme arzusu içinde olan Suriyelilerin sayısı da oldukça düşüktür. Bu bağlamda zaman zaman gündeme gelen “kapıları açarız” söyleminin, Suriyelilerin pek çoğu için çok anlamlı olmadığını da ifade etmek gerekir.
Suriyeli Olmayan Mülteciler ve Düzensiz Göçmenler
Türkiye ve yakın gelecekte Avrupa’da daha fazla gündeme gelecek olan husus; özellikle 2014 sonrasında yoğunlaşan Suriyeli olmayan sığınmacı ve düzensiz göçmenlerin varlığıdır. 2011 yılında 58 bin olan uluslararası koruma altındaki kişilerin sayısı –Suriyeliler hariç- 500 bin civarındadır. Bu dev sayılar kadar dikkat çekici olan düzensiz göçmenlerdir. Çok büyük bölümü Afgan ve Iraklılardan oluşan yakalanmış düzensiz göçmenlerin sayısı 2017’de 175 bin, 2018’de 268 bin, 2019’da ise 454 bine çıkmıştır. Hâlen Türkiye’de yakalanmış ve gönderilmesi söz konusu olan düzensiz göçmen sayısı 1 milyonu aşmıştır.
Yakalanan düzensiz göçmenlerin en fazla %20’si ülkelerine geri gönderilebilmektedir. Düzensiz göçmenler sayısındaki artışın başında sınırların yeterince korunamaması gelmektedir. Türkiye’de yapılan dünyanın en uzun duvarına rağmen, günde ortalama 1500 kişi Türkiye’ye girmeyi başarmaktadır. Girişler çoğunlukla İran ve Irak sınırlarından gerçekleşmektedir. Bu akın Türkiye’yi aynı zamanda bir hedef ülke hâline de getirmiştir. Gelenlerin Türkiye tarafından “düzensiz göçmen” ve hatta “illegal göçmen” olarak nitelenmesi ve iade edileceğinin duyurulması kayıt dışında kalanların sayısını yükseltmekte, aynı zamanda bu kişilerin Avrupa’ya geçme çabalarını artırmaktadır. Türkiye-AB Mutabakatında “Suriyeli olmayanlar Türkiye’nin konusudur” gibi son derece basit bir çerçeve oluşturulmuştu. Ama artık yeni bir anlaşmaya ve Suriyeli olmayan mülteci ve düzensiz göçmenleri değerlendirmeye ihtiyaç olduğu açıktır.
Süreç Yönetiminde Değişimler
Türkiye’deki Suriyeliler konusunda devlet hatta muhalefet konsantrasyonu mültecilere değil, Şam rejimine vermiştir. Yani Hükümet için “Şam’daki değişim,” muhalefet için ise “Şam ile uzlaşma” soruna kalıcı çözüm olarak düşünülmektedir. Siyasetin bu yaklaşımı, sosyolojik alanda yaşananın göz ardı edildiğini de göstermektedir. 9 yılını dolduran süreç, Türkiye’deki Suriyelilerin pek çoğu için artık Suriye’de olup bitenden bağımsızlaşmıştır. Suriyeli mülteciler Türkiye’deki yaşamlarına ve geleceklerine, Şam’daki değişimden daha fazla önem vermektedirler. Bu durum aslında akademiya ve bürokratların da farkında olduğu bir gerçekliktir. Bunun için adı konulmamış bir uyum süreci yaşanmaktadır.
Uluslararası kurumların da önemli katkısı ile Türkiye’de bu konuda çok hızlı bir kapasite artışı ve süreç yönetiminin gerçekleştirildiği açıktır. Başlangıçta konuyu bir “afet” ve “acil durum yönetimi” şeklinde değerlendiren Türkiye, sorumluluğu Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığına (AFAD) vermişti. AB ile üyelik müzakereleri öncesinde başlayan ortak sınır ve göç yönetimi felsefesine uygun hazırlanan yasa tam da bu dönemde çıkarıldı. 2013’de çıkan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Yasası her ne kadar Cenevre Konvansiyonu’ndaki “mülteci” tanımını yine coğrafi çekince ile sınırlandırma esasını kabul etse de, son derece önemli bir değişim anlamına gelmektedir. Yasanın kurmasını öngördüğü Göç İdaresi Genel Müdürlüğü (GİGM) ise Nisan 2014’te kuruldu. Kurulduğunda Türkiye’de 1 milyonu aşkın mülteci olmasına ve akın akın girişler devam etmesine rağmen, kısa sürede ciddi bir kapasite geliştiren ve başta kayıtlama olmak üzere koruma alanına yoğunlaşan GİGM, 2015’den sonra taşra teşkilatının da oturması ile birlikte sürecin en önemli aktörü haline geldi.
2019 yılında ilgili yasada özellikle düzensiz göç ile mücadele bağlamında yapılan ve insan hakları savunucularından eleştiriler alan değişikliklere yakın zamanda –güvenliği ve kontrolü önceleyen, mültecileri ve düzensiz göçmenlere yönelik kısıtları daha da artıran- başka değişikliklerin de eklenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. İlginç olan, zaman zaman temel hak ihlallerine kadar varan bu tür sıkı yasal düzenleme ve uygulamalara Avrupa’nın da destek vermesi, en azından itiraz etmemesidir.
Projeler Ülkesi Türkiye
Türkiye’de devletin mülteciler konusunda yaptığı en büyük hata, insani hareketliliği ve kalıcılığı küçümsemesi, hatta yerleştirme planlaması yapmayı bile gereksiz görmesi oldu. Bunun dışında Türkiye’deki mülteciler için koruma, eğitim, sağlık başta olmak üzere pek çok imkânın başarı ile üstelik toplumsal destekteki tereddütlere rağmen sağlandığı söylenebilir.
Ancak devletin asıl sorunu stratejik bir kararlılık sergileyememesi oldu. Bu durum Türkiye’yi öncülüğünü ve kaynağını uluslararası kurumların verdiği bir “projeler ülkesine” dönüştürdü. Bu dönemde Türkiye’de çok ciddi operasyonlar yürüten BM kurumları, Uluslararası NGO’lar ve Almanya’nın GIZ’i gibi bazı devlet kurumları Türkiye’ye önemli bir kapasite getirdiler. Yabancı kurum ve kuruluşlar özellikle koruma programlarının geliştirilmesinde ve mali kaynaklar getirilmesinde ciddi katkılar sağladılar.
Ancak Türkiye’nin geçicilik konusunda artık gerçekliğini yitiren beklentisi, stratejinin ortaya konulamamasında en önemli faktör oldu. Bu da, ülkenin birbirinden kopuk bir projeler ülkesine dönüştüğüne dair eleştirileri beraberinde getirdi. Kuşku yok ki Suriyelilerin Türkiye’de kalıcı olduğu ve gitmeyeceklerine dair bir söylemin siyasi maliyetinin de bu kararsızlıkta etkili olduğu söylenebilir. Bu kararsızlık soruna yabancılaşmayı da beraberinde getirdi. Bugün bile hükümet Esad giderse, muhalefet ise Esad ile barışılırsa sorunun çözüleceğini iddia ediyor. Oysa bu iki alternatif de Türkiye’deki Suriyelilerin geri dönüşünü artık sağlamaktan uzak kalmaktadır.
Ancak vurgulamak gerekir ki; Türkiye’de bürokrasi konuyu daha fazla ciddiye aldı ve kısıtlı kapasite, tecrübe ve elemana rağmen uluslararası hukuk ilkeleri çerçevesinde üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmeye çaba gösterdi. Türkiye’deki Suriyeliler için tanımlanan “Geçici Koruma” temel statü olmakla birlikte, Suriyelilere son üç yılda 110 binden fazla sayıda vatandaşlık verilmiştir. Bu süreç toplumdan gelen yoğun itirazlar nedeni ile yavaşlasa da devam etmektedir.
Statü konusunda “geçici koruma”dan “vatandaşlık”a geçişin radikalliği eleştirilmektedir. Bu konuda Suriyelilere “ikamet müsaadesi” verilmesi gündeme gelebilir. Ayrıca geçici koruma statüsü gerekli kayıtlı oldukları iller ile sınırlı olan seyahat özgürlüklerinin de artık yeniden gözden geçirilmesi ve hatta bu kısıtın kaldırılması gerektiği söylenebilir. IOM tarafından yapılan çalışmada, Suriyelilerin çalışmak ve kendi toplumsal ağlarına yakın olmak amacıyla ciddi yer değişiklikleri yaptığı ortaya konulmuştur. Buna göre sınır bölgelerinde, özellikle de Hayat, Gaziantep, Şanlıurfa ve Kilis’te kayıtlı Suriyelilerin yaklaşık 500 bini İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul’da kayıtlı Suriyeli sayısı Göç İdaresi verilerine göre 485 bin iken, IOM diğer illerde kayıtlı olup İstanbul’da yaşayanlar ile kayıtsızları bir araya getirdiği hesaplamasında sayıyı 963 bin olarak vermektedir.[13] Ancak başından bir yerleştirme planlaması yapılmadığı için, kentler, ilçeler ve hatta mahalleler arasındaki büyük dengesizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik yeni bir yerleştirme planlaması yapmanın hem teknik hem de iç politik gerekçelerle artık mümkün olmadığını da ifade etmek gerekiyor. Buradaki temel sorun, yerel yönetimlerin bir anda karşı karşıya kaldığı ve nüfusunun % 90’ı ile % 5’i arasındaki mülteci nüfusuna hizmet vermekte yaşadığı sıkıntılardır. Yerel uyum süreçlerinin geliştirilmesi için belediyelere AB tarafından mülteci sayısına göre proje bazlı mali destek verilmesi önemli bir katkı olacaktır. Bu tür bir destek, sosyal uyum süreçleri için de oldukça önemlidir. [4]
Yerel Uyum Süreçleri
Suriyeliler konusunda en ciddi handikap dengesiz dağılım ve sürecin yönetilmesinde temel aktör olması gereken yerel yönetimlerin oldukça kısıtlı yetki ve imkânlara sahip olmasıdır. Oysa merkezi yerleştirme gerçekleştirilemediği ve son derece dengesiz bir dağılım ortaya çıktığı için yerel uyum süreçlerinin daha da güçlendirilmesi ve bu bağlamda yerel yönetimlere daha fazla güç ve inisiyatif verilmesi gerekmektedir.
Türkiye’deki Suriyelilerin geri dönme eğilim ve imkânları son derece azalmıştır. Bu günden sonra Suriye’deki gelişmelerin ne yönde olacağı Türkiye’deki Suriyelilerin durumunu değiştirmeyecek ve Suriyelilerin en az % 80’i Türkiye’de kalmaya devam edecek görünmektedir. Türk toplumunun bu konuda çok ciddi tedirginliği ve itirazı olduğu açıktır. Ancak Suriyeliler konusunda süreç başka yönde ilerlemektedir. Türk toplumunda vatandaşlar her ne kadar Suriyelilere yönelik ciddi bir sosyal mesafe ortaya koymuş olsa ve gitmelerini arzu etse de, birlikte yaşam kaçınılmazlaşmaktadır.
Bu durumda, kaçınılmaz ortak geleceği huzur ve onur içinde karşılamak için uyum çalışmalarına ağırlık vermek gerekmektedir. Ama sürecin asıl önemli boyutu “toplumsal kabul” ile ilişkilidir. Her ne kadar Türk toplumunda çok ciddi kaygılar olsa da, “toplumsal kabul” (buna “tahammül” de denilebilir) seviyesi hâlâ son derece yüksektir. [5] Bu durum Suriyelilerin kendilerini mutlu ve güvende hissetmelerinden, belirgin biçimde ayrımcılığa uğramadıklarını ifade etmelerinden de anlaşılmaktadır. Yani Türk toplumu huzursuz olsa da, istemese de bunu Suriyelilere yansıtmamaktadır.
Ancak konunun bir başka önemli boyutu da Suriyelilerin sayısal büyüklüğünün getirdiği bir özgüven duygusudur. Uyum süreçlerinde benzer kültür yapılarına sahip toplumların avantajlı olacağı öngörülür. Ancak bunun başlangıçta olumlu bir rol oynasa da sonrasında duygusallığın yerini çıkarların aldığı gözlenmektedir. Neticede uyum süreçlerinde asıl belirleyici olanın sayısal büyüklükler olduğu söylenebilir. Sayısal büyüklük yeni gelenlere güven ve kendi içinde dayanışma imkânı vermekte, yerel toplumu ise daha fazla tedirgin etmektedir. 3.5 milyonu aşan sayıdaki Suriyelinin kendisini Türkiye’de güvende ve mutlu hissetmesinin önemli sebeplerinden birisi “sayısal büyüklük ve kendiliğinden yerleşime dayalı güven ağları” olduğu söylenebilir. Ancak Suriyelilerin orta ve uzun vadede önemli toplumsal kırılganlık alanları yaratma olasılığı dikkate alınarak ve uyum çalışmalarının bu risklerin farkında olunarak güçlendirilmesi gerekmektedir.
Riskler, Tercihler ve Tehditler Arasındaki Uyum Politikaları
Dokuz yılın sonunda Türkiye’nin toplumu ve devleti ile mülteciler konusunda büyük bir dayanıklılık, çaba ve fedakârlık ortaya koyduğu söylenebilir. Ancak konu artık gelen mültecilere sağlanan hizmetleri aşmış ve etkisi yıllar boyunca devam edecek olan istemsiz ortak yaşam dinamikleri olmuştur. Türk toplumu tedirginliği ve reddiyesine, Suriyelilere karşı koyduğu toplumsal mesafeye rağmen, Suriyeliler ile yaşamın kaçınılmazlığının farkındadır. Burada siyaset mekanizması hâlâ gerçeklikle yüzleşmekten kaçınmaktadır. Ancak yakın gelecekte Suriyeliler Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasının kronik sorun alanlarından birisi olarak varlığını sürdürecek gibi görünmektedir.
Bu durum Türkiye’de siyasi ve sosyal ortama ilave kırılganlıklar taşıyabilir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık temelli milliyetçi söylem, toplumdaki nefret duygusunu daha da keskinleştirebilir. Bu konuları ciddiye almak, duygusallıktan uzaklaşarak hak ve insan temelli, huzur ve onurlu bir hayatı mümkün kılacak politikalar geliştirilmesi gerekmektedir. Hem işlevsellik hem de dengesiz dağılımı dikkate alarak geliştirilecek politikaların “yerel uyum” süreçlerini öncelemesi gerekmektedir.
Her ne kadar uyum süreçlerinin kalıcılığı özendirme gibi bir handikabı içinde barındırdığı biliniyor olsa da, kalıcılık söz konusunu olduğunda kaybedilen zamanın maliyeti daha yüksek olabilir. Bunun için geri dönme eğilimlerinin neredeyse tükendiği bir ortamda gerçeklikle yüzleşmek ve artık Suriye’deki gelişmelerin Türkiye’deki Suriyelileri etkileme imkânının neredeyse kalmadığını görmek gerekmektedir. Suriyeliler için dünyada hiçbir ülkenin yapamayacağı kadar çok fedakârlıkta bulunmak ve bununla övünmek önemli olsa da, geleceğin iç huzuru için yeterli olmayabilir. __________________________________________________________________________________________________
[1] Göç İdaresi Genel Müdürlüğü Suriyelilerin sayısını 27 Aralık 2019’da 3 milyon 698 bin olarak vermiş, üç gün sonra sayı 3 milyon 576’ya düşürülmüştür. Bu düşüşte verilerin güncellenmesi ve güncelleme yapmayanların kayıtlarının pasife alınması etkili olmuştur. Yine vatandaşlığa geçenler ve geri dönenler de sayının azalmasında etkili olmuştur.
[2] Bu yazıda Türk ve Suriyeli toplumun algı, beklenti, düşünce ve kaygıları konusundaki veriler M. Murat Erdoğan tarafından 2014, 2017 ve 2019’da tekrarlanan kapsamlı kamuoyu araştırması olan Suriyeliler Barometresi: Suriyeliler ile Uyumlu Yaşamın Çerçevesi başlıklı çalışmanın verilerinden yararlanılmıştır. Bkz. M. Murat Erdoğan (2018), Suriyeliler Barometresi: Suriyeliler ile Uyumlu Yaşamın Çerçevesi, Bilgi Üniv. Yayınları, İstanbul.
[3] Gönüllü geri dönüş yapanların zorlanmadan kendi istekleri ile geri döndüklerine dair bir gözlem müessesi söz konusudur. BMMYK “Suriye’de gönüllü geri dönüş koşulları mevcut değildir” gerekçesi ile son dönemde taraf olmamaktadır. Dolayısı ile 55 bin sayısı son dört yılda BMMYK’nın gözlemci olduğu vakaları ifade etmektedir. Yani gönüllü geri dönüş yapanların sayısı 55 binden daha yüksek olabilir.
[4] M. Murat Erdoğan (2017), Urban Refugees from “Detachment” to “Harmonization” Syrian Refugees and Process Management of Municipalities: The Case of Istanbul, Marmara Municipalities Union (MBB).
[5] M. Murat Erdoğan (2018) (Genişletilmiş 2. Baskı), Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum, Bilgi Üniv. Yayınları, İstanbul.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.