Türkiye’nin Demokrasi Patinajı: Otoriteryanizm
Türkiye, iktidara gelen otoriteler, iktidara “neden ve kim için” geldikleri sorusuna; “kendi ideolojileri ve otoritelerini korumak” cevabı yerine, “demokrasinin tanıdığı hakkı yine demokrasi için kullanmak” yanıtını verebildiğinde ve bunu da çoğulcu demokrasiyi öngören yeni bir anayasa ile hukuki bir zemin üzerine oturttuğunda yıllardır süregelen demokrasi patinajından kurtulmuş olacaktır.
Otoriteryanizm, “üstten yönetim” manasını taşıyan bir kavramdır. Bu yönetim tarzında siyasal egemenlik, topluma “tepeden inmeci” bir şekilde ve zorla kabul ettirilmektedir. Diğer adıyla Otoritercilik olarak da adlandırılan bu kavram, otorite unsurundan farklıdır. Zira otorite, belli bir meşruiyete dayanarak otoriteryanizme tam tersi doğrultuda “aşağıdan yukarı” yükselmektedir. Geniş bir yönetim tasnifinden mütevellit olan otoriteryanizm, monarşik mutlakiyetçilik, geleneksel diktatörlük ve militarist idarelerin birçoğu ile bağdaştırılabildiği gibi tarih boyunca sol tandansta komünizm, sağ cenahta ise kapitalizm gibi yönetim modelleriyle vücut bulmuştur. Otoriteryanizmin önemli teorisyenlerinden biri olan Joseph de Maistre’e göre; otoriteryanizm, bireysel özgürlüklerin aksine düzeni güvence altına almanın tek güvenilir yolu olarak otorite ilkesine inanmayı kabul etmektedir. Modern siyasette demokrasiyle zıt, totalitarizmle ise öncelikle devlet ile sivil toplumu özdeşleştirmek yerine muhalif seslerle birlikte siyasal özgürlüklerin bastırılmasını hedefleyen özelliğiyle farklılıklar arz eden otoriteryanizm, temelinde emir ve itaate dayanırken bünyesinde geniş alanlara yayılan siyasal ve ideolojik özelliklere de yer verebilmektedir.
Türkiye Siyasetinde Otoriteryanizm
Modern çağ içerisinde varlığını sürdüren otoriteryanizm, Türkiye siyasetinde de kronikleşerek karakteristik bir özellik kazanmıştır. Kökenleri patrimonyalist bir devlet geleneğinden gelen bu devinim, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde başlayarak Cumhuriyet’in erken yılları ve çok partili hayatta da süren modernizasyon içerisinde, değişimlerin hayata geçirilmesi ve kendi otoritelerinin de korunması amacıyla iktidarlar tarafından aydınlanmacı-otokrat bir refleksle devam ettirilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde iktidar merkezi değişmiş olsa da kalemiye sınıfı yani bürokrasinin otoriter yapısı, varlığını korumuştur. İmparatorluğun çöküş sürecinde çare/çözüm üretmek iddiasıyla ortaya çıkan ve bürokrasi dünyasından da bazı isimlerin yer aldığı Jön Türk hareketi, kendi adlandırmış olduğu “İstibdat” yönetimine muhalif bir tutum sergilemiş ancak kendi paradigmasını inşa ederken toplum mühendisliği anlayışları, siyasal-toplumsal ideoloji dayatmaları, ihtilalcilik, komitacılık gibi pratiklerle yine otokrat bir tavır sergilemiştir. Bu paradoksal moment, Jön Türk hareketinin içinde çatallanan sürecin sonrasında doğan İttihatçı kanat ile dinamizm kazanmıştır. İttihatçılar; muhalefet, basın ve özgürlüklere getirdiği kısıtlamalarla militarist bir oligarşi üzerinden özdeşleştirdiği bürokratik otoritesini güçlendirmiş, siyasi otoritenin yanında toplum mühendisliğine de soyunarak geri kalmışlık sorununa çözüm odaklı gündelik hayatın modernizasyonuna şekil vermeye çalışan jakoben bir otoriteryanizm inşa etmiştir.
Bir devlet geleneği haline dönüşen bu bürokratik otoriteryanizm, Cumhuriyet dönemine de yansımış ve yarım kalan modernizasyon süreci, “özü aynı ama kabuğu farklı” bir tandansla Cumhuriyet rejimiyle birlikte yeniden bina edilmiştir. Süregelen bu anlayış, Türkiye’deki demokrasinin belirli aralıklarla kesilerek gelişememesine neden olurken otoriteryanist hegemonya, vesayetçi yönetim ve militarist tutumların da kök salmasına zemin hazırlamıştır. II. Meşrutiyet sonrasında kendisine merkezi bir rol biçen bürokratik otoriteryanizm, devlet merkezli siyasal yaklaşımların güçlenmesi, hak ve özgürlüklerin anayasal zemine oturtularak devlet adına sınırlandırılması ve hatta askeri darbelerin normalleşmesi gibi merkeziyetçi girişimlerle Cumhuriyet dönemine miras kalmıştır. Cumhuriyet döneminde vücut bulan devrimlerin oturtulabilmesi için kuvvetler birliği ilkesi bu bağlamda önemli bir dayanak oluştururken dönemin tek partisi CHP, kurucu misyonunun yanında ülkenin modernleşmesi ve demokratikleşmesindeki tek rota sahibi vizyonunu da üstlenmiştir. Demokrasinin çok gelişemediği hatta teoride hâlâ tartışılmaya devam edildiği küresel konjonktüre de çok aykırı olmayan tek parti döneminde, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemelerindeki başarısızlık, kurucu misyonun belli bir süre daha devam edeceğini göstermiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada esmeye başlayan demokratikleşme rüzgârlarının esintilerinden Türkiye de nasibini almıştır. Yeni dönem kapılarını, kuvvetler birliği ilkesinden kuvvetler denkliği ilkesine geçişin gerekliliğini arz ederek çok partili meclis düzeninin demokratik sistemlerin olmazsa olmazı gerçeğine aralamıştır. Tek parti hâkimiyetindeki mecliste, halka danışılmadan sürdürülecek bir rejim, önemli sorunların doğmasına neden oluşturabilir düşüncesi, dönemin entelijansiyasının da görüşünü yansıtmıştır.
“Çok Partili Hayatın Tek Partisi”
Türkiye’de 27 yıllık tek parti iktidarı sonrasında ilk defa bir siyasal parti demokratik bir seçimle iktidara gelirken; yeni başlayan DP döneminde, siyasetten toplumsal alana, ekonomiden kültürel yaşama kadar çok geniş bir yelpazede önemli gelişmelerin hayat bulacağına dair işaretler belirmiştir. DP döneminde ekonomik kalkınma, dış politikada bir tehdit olarak algılanan Sovyet komünizmine karşı Batı ittifakına eklemlenme, kırsalda makineli tarım reformu gibi pek çok alanda önemli adımlar atılmıştır. Ancak DP, kısa bir zaman içerisinde ekonomik gelişmeleri diğer alanlarda gereken iyileştirmelerin önünde tutan bir politika izlemeye başlamıştır. Tek parti döneminin baskıcı ve keyfi yönetim anlayışını eleştirerek iktidara gelen DP, bu defa kendisi eski dönemleri aratmayan keyfi ve baskıcı bir idareyle çok partili dönemin otoriteryanizmini inşa etmiştir.
Cem Eroğul’a göre kamuoyundan geniş bir destek görmesine karşın DP’nin otoriter bir siyaset izlemesindeki neden; DP’nin ürünü olduğu uzun tek parti döneminin mirasını kendi üzerinde taşıması olmuştur. Esasında DP’nin uyguladığı otoriteryanizmin zeminini 1924 Anayasası oluşturmuştur. Zira 1924 Anayasası, çoğunlukçu demokrasiyi esas alan ve yürütmenin “denetimsiz” bir şekilde tamamen hükümete bırakıldığı, milli iradeli ancak orantısız bir iktidar gücü tesis etmiştir. Çoğunlukçu demokrasi, iktidarın sayısal çoğunluk üstünlüğüne bağlı bir temsiliyet hakkını ifade ederken hükmetme gücünü nicel bir mahiyetten almaktadır. Sadece çoğunluğun milli irade kavramıyla özdeşleştirildiği bu sistem, kalabalık olmanın haklı da olduğu kurgusuyla bir “çokluk otoriteryasına” dönüşmüştür. DP de 1924 Anayasası’nın çizdiği çoğunlukçu demokrasi anlayışının öngördüğü biçimde, denetimsiz bir iradeyle muhalefet etmiş olduğu düzenin iktidar sistemine entegre olarak “çok partili hayatın tek partisine” evrilmiştir. Dolayısıyla Türkiye, 1946 yılı ile çok partili hayata geçerken -ki çok partili sistem mi, iki partili sistem mi tartışılır- 1950’de aynı sistem içerisinde yalnızca iktidar değişikliği yaşamış, esasında tam anlamıyla demokrasi mefhumunu özdeşleştirecek bilinci, siyaset kurumuyla buluşturamamıştır.
Askeri Vesayetçi Otoriteryanizm
Nihayetinde süreç, ordunun siyasete müdahale ettiği 1960 İhtilali ile sonuçlanırken bu defa devinim, silahlı kuvvetlerin siyaset kurumu üzerinde “kurucu statüyü unutmadan koruyucu bir misyon” yüklendiği askeri vesayetçi otoriteryanizmle el değiştirmiştir. İhtilal sonrasında yürürlüğe sokulan 1961 Anayasası’nın 1924 Anayasası’ndan en büyük farkı ise yürütmeye tanınan geniş ve denetimsiz hükmetme yetkisinin sınırlandırılması ve milli iradeye bir “fren” getirilmiş olmasıdır. Zira seçimli demokrasilerde nicel üstünlüğün elde edilmesinin salt yeterli oluşu, milli iradeyi tek sese sıkıştıran yönetim tarzlarının tezahürüne zemin oluşturmaktadır. Ancak bundan sonraki süreçte de asker, siyaset üzerindeki müdahil tutumunu her kriz esnasında hissettirmiş ve asker gölgesi altındaki demokrasi, gelişim sürecini tamamlayamadan 71 muhtırası ve 12 Eylül müdahaleleriyle yeniden dizayn ettirilmiş ve post-modern otoriteryanizm süreciyle yoluna devam eden Türkiye, kendi içinde “Neden hâlâ demokratikleşemiyoruz?’’ sorusunu ironik bir şekilde tartışmaya devam etmiştir.
Görüldüğü gibi Türkiye, iktidara gelen otoriteler, iktidara “neden ve kim için” geldikleri sorusuna; “kendi ideolojileri ve otoritelerini korumak” cevabı yerine, “demokrasinin tanıdığı hakkı yine demokrasi için kullanmak” yanıtını verebildiğinde ve bunu da çoğulcu demokrasiyi öngören yeni bir anayasa ile hukuki bir zemin üzerine oturttuğunda yıllardır süregelen demokrasi patinajından kurtulmuş olacaktır.