Türkiye’nin Jeopolitik ve İdeolojik Avrasyacılığı
Yeni dönem Avrasyacılık, Rusya’yla ve Çin’le yakınlaşmayı öngörüyor. Batı-karşıtlığı ise bu yeni Avrasyacılık’ın kurucu bileşenlerinden birini, hatta en önemlisini oluşturuyor. Bir başka deyişle bu yeni form, Türkiye’nin Batı ile arasındaki makasın daha da açılıp Rusya ve Çin ile arasındaki makasın ise kapanmasını öngörüyor.
Türkiye ile Rusya arasında gelişen ilişkilerin mahiyeti ve yaşanan yakınlaşma kafaları karıştırıyor. Türkiye ile yakın bir ilişki içinde olmanın Rusya’ya sağladığı ciddi avantajlar var. Dahası Moskova’nın bu avantajları elde etmek için ödemesi gereken bedel de pek yüksek değil. Fakat, Türkiye için aynısını söylemek zor, özellikle de bu ilişkinin bedeli söz konusuysa. Rusya’nın bu angajmandan ya da ortaklıktan sağladığı avantajların listesi uzun. Türkiye’nin de şüphesiz bu ilişkiden elde ettiği belli avantajlar var. Fakat bunlar için çok ağır bir bedeli ödemek zorunda kaldı. Hala da ödüyor. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füze sistemi alması nedeniyle F-35 programının dışında bırakılması, CAATSA yaptırımlarına maruz kalması ve Türk-Amerikan ilişkilerinin derin bir krize girmesi ödenen bedel kalemlerinden başlıca üç tanesini oluşturuyor.
Bu resimde, Türkiye’yi Rusya ile daha yakın ilişki kurmaya neyin yönlendirdiği önemli bir soru ve bu sorunun, hiçbiri bir diğerini geçersiz kılmayan, muhtelif cevapları var. Türkiye’nin otoriterleşmesi; Türkiye’nin kendisini ABD’nin jeopolitik etkisinin azaldığı bölgesel ve uluslararası bir bağlama hazırlaması; ABD ile Türkiye arasındaki jeopolitik makasın daha fazla açılması; Erdoğan ile Putin arasındaki kişisel ilişkilerin oynadığı merkezi rol bu konuya ilişkin öne sürülen dört temel tezi temsil ediyor. Buna ilaveten, bu ilişkileri ideolojik bir zaviyeden açıklamaya çalışan bir yaklaşım da mevcut. Burada mevzubahis edilen ideolojik çerçeveyi Avrasyacılık oluşturuyor. Bahsedilen ilk dört açıklamanın gerekçeleri nispeten basit. Ne var ki Türk Avrasyacılığı’nın bu ilişkide ideolojik bir çimento işlevi gördüğü savına epey şüpheyle yaklaşmak gerekir.
Türk Avrasyacılığı ve Farklı Tezahürleri
Türkiye ve Rusya arasında gelişen bağları Avrasyacılık merceğinden açıklama eğilimi, birbiriyle ilişkili iki soruyu gündeme getirir: Türk Avrasyacılığı ne ifade eder? Türk dış politikası için ne anlama gelir? Konuya ilişkin tartışmalar cumhuriyet döneminde şu ya da bu şekilde hep var olmuşsa da, Türk Avrasyacılığı zaman içinde farklı anlamlar ifade etmiştir. Jeopolitik ve ideolojik Avrasyacılık arasındaki ayrım ise daha çetrefilli bir konudur. İki kriterin farklı kombinasyonları Soğuk Savaş’ın sonlanmasından bu yana üç farklı Türk Avrasyacılığı’nın tezahürüne yol açmıştır.
Daha açacak olursak, Avrasyacılığın Türkiye’ye nasıl bir dış politika vizyonunu sunduğunu anlayabilmek için aşağıdaki gibi bir formül geliştirebiliriz. Bu formül aynı zamanda Avrasyacılığın farklı formlarına da ışık tutar. Bir başka deyişle Türkiye’nin dış politikasını nasıl bir Avrasyacılığın yönlendirdiğini anlamak için, bahsedilen bu Avrasyacı vizyonun Rusya’yı içerip içermediğini ve bunun Batı ile işbirliğini mi; yoksa rekabeti mi öngördüğünü bilmek oldukça önemlidir.
Türk Avrasyacılığı’nın 1990’ların başındaki ilk tezahürü Rusya karşıtı ve Batı yanlısıydı. İkincisi ise Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönemin jeopolitik gerçekliğinde rol arayışını temsil eder ve eski Dışişleri Bakanı İsmail Cem (1997–2002) ile ilişkilendirilebilir. Üçüncü ve bugün de dolaşımda olan tezahürünün kökleri ise 2000’lerin başına dayanır ve Batı karşıtı ideolojik konumlanmanın güçlü unsurlarını taşır. Avrasyacılık’ın ilk iki tezahürü jeopolitik addedilebilirken üçüncü tezahürü ideolojik olarak değerlendirilebilir.
Jeopolitik Avrasyacılık
Avrasyacılık, özellikle 1990’larda siyasal anlamda daha çok ön plana çıktı. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Orta Asya’daki Türkî cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanması Türkiye’nin nüfuz ve güç projeksiyonu yapabileceği önemli bir coğrafyanın ortaya çıkması manasına geliyordu. Batı’nın desteklediği bu dönemki Avrasyacılık, Türkiye’yi post-Sovyet Orta Asyası veya post-Sovyet Kafkasyası’nın başat aktörlerinden birine dönüştürmeyi öngörüyordu. Avrasyacılık’ın bu formu Rus-karşıtlığı ve Batı ile iş birliğine dayanan bir mahiyete sahipti. Batılı aktörler, bağımsızlığını yeni kazanan bu ülkelerde Rusya veya İran’dan ziyade Türkiye’nin nüfuz sahibi olmasını yeğliyordu. Batı’nın desteğine mazhar olan bu dönemki Avrasyacılık’ın coğrafi yoğunlaşma noktasını Orta Asya ve siyasal motivasyonlarından birini de anti-Rusçuluk oluşturuyordu. Başlardaki aktivizmine rağmen Türkiye, post-Sovyet coğrafyasının yaşadığı jeopolitik dönüşümden umduğu rolü veya kazancı elde edemedi.
1990’ların sonu ve 2000’lerin başında ilgili kavram, bu sefer de büyük oranda Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in (1997 – 2002) dış politika vizyonuna ilişkin olarak tartışıldı. Cem döneminde, Türk – Rus ilişkileri ciddi bir iyileşme yaşadı. Cem, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin Türkiye’ye doğmakta olan Avrasya düzeninde merkezî bir rol oynama imkânı sunduğunu düşünüyordu. Fakat Cem, Avrasya’yı Batı’ya karşı ya da ona bir alternatif olarak konumlandırmadığı gibi onu Rusya’ya karşı da konumlandırmıyordu. Daha ziyade, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin Batı Avrupa ile Asya arasındaki yapay ayrımları sona erdireceğine ve küresel teknolojik ve iktisadi süreçlerin bu iki bölgenin entegrasyonunu kolaylaştıracağına inanmıştı. Bu nedenle, Cem’in bakış açısıyla Avrasya düzeni ne Batı ne de Rusya karşıtıydı. Buna ek olarak Cem, her ne kadar Rusya karşıtı bir motivasyonla hareket etmediyse de yine de Türkiye’nin Avrasya politikasının Batılı çıkarlara uygun olduğuna inanıyordu.
İdeolojik Avrasyacılık
Türk Avrasyacılığı’nın Soğuk Savaş sonrası dönemdeki bu erken biçimleri daha jeopolitik bir forma sahip olsa da sonraki versiyonları daha ideolojik bir içeriğe sahip oldu. Yeni dönem Avrasyacılık, Rusya’yla ve Çin’le yakınlaşmayı öngörüyor. Batı-karşıtlığı ise bu yeni Avrasyacılık’ın kurucu bileşenlerinden birini, hatta en önemlisini oluşturuyor. Bir başka deyişle bu yeni form, Türkiye’nin Batı ile arasındaki makasın daha da açılıp Rusya ve Çin ile arasındaki makasın ise kapanmasını öngörüyor. Avrasyacılık’ın bu formunun tezahürlerini 2000’lerin başında Tuncer Kılınç gibi bazı askerî yetkililerle marjinal siyasi gruplar arasında görmek mümkündü. Avrasyacılık’ın bugün de dominant olan bu formu esas itibarıyla tutarlı bir jeopolitik vizyondan ziyade ideolojik bir eğilimi temsil ediyor. Bunun en güncel tezahürünü Mavi Vatan jeopolitik kavramı oluşturuyor. İdeolojik Avrasyacılık’tan esinlenen bu muğlak terim, özünde Türkiye’nin deniz sınırlarını daha geniş bir şekilde tasavvur etmenin yanı sıra, Türkiye’nin dünyadaki yerinin yeniden tahayyülü anlamına geliyor.
Mavi Vatan kavramı temelde üç şeyi ifade etmektedir. İlk olarak, bu kavram, Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’deki deniz sınırlarının daha geniş bir okuma ve yorumla yeniden ele alınması anlamına geliyor. İkinci olarak, Mavi Vatan kavramını Türkiye’yi bir deniz gücü olarak yeniden tasavvur etmeye ve yeniden konumlandırmaya yönelik bir çağrı olarak okuyabiliriz. Üçüncü olarak ise bu kavram ya da ‘doktrin’ -Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarına Rusya ve Çin ile yeniden bir ittifak kurarak daha iyi hizmet edileceğine inanan bu jeopolitik kavramın savunucularının anlatısının gösterdiği gibi- Türkiye’nin dünyadaki yerinin yeniden bir tahayyülünü ima ediyor. Ulusalcı ve Avrasyacı gruplar için Mavi Vatan, Türkiye’nin dış ve güvenlik politikalarının Batı’dan kopartılmasını ve Rusya ile Çin’in yörüngesine sokulmasını temsil ediyor.
İktidar ve Mavi Vatancı Ulusalcı-Avrasyacılar bu kavramın ilk iki anlamı üzerinde hemfikir gözüküyorlar; ancak henüz son hususta aynı yerde durmuyorlar. Ulusalcı-Avrasyacı grupların Türkiye’nin yönünü Rusya’ya ve Çin’e yönlendirme arzularının aksine, iktidarın en azından belli kısımları Türk-Rus veya Türk-Çin ilişkilerinin sınırlılığının farkında görünmekteler. Öte yandan, bu kavram jeopolitik bir doktrin izlenimi veriyor dahi olsa, merkezinde Batı-karşıtlığının olduğu ideolojik bir konumlanmayı temsil ediyor. İdeoloji ile jeopolitik arasındaki makas bu aktörlerin söylemlerine iç tutarsızlık veya iç çelişkiler şeklinde yansıyor. Örneğin, bu aktörler Türkiye ile Batının çıkarlarının çatıştığı tezine ısrarla vurgu yaparken, mesela yapısal ve tarihsel olarak çatışma halinde olan Türk-Rus çıkarlarına da adeta uyum içerisindeymiş muamelesi yapıyorlar. Ayrıca Batı’yla ilişkilerde sürekli vurgulanan bağımsızlık teması Rusya ve Çin söz konusu olunca aniden buharlaşıyor. Benzeri şekilde Mavi Vatan’ın savunmacı bir ‘doktrini’ mi yoksa yayılmacı bir tahayyülü mü temsil ettiği belli değil. Aslında kavramın bu ölçekte ana akımda tartışılması bu kavramın veya ‘doktrinin’ orijinal ve anlamlı bir düşünsel altyapıya dayanmış olmasından ziyade ülkenin yaşadığı fikri çoraklaşmayla yakından ilintili. Hasılı, Mavi Vatan söyleminde yansımasını bulan Avrasyacılığın güncel versiyonu jeopolitik bir vizyondan ziyade esas itibarıyla ideolojik bir konumlanmayı temsil ediyor. Ayrıca ideolojik bir konumlanmanın bütün sertliklerini, ön kabullerini, çelişkilerini ve iç tutarsızlıklarını bünyesinde barındırıyor.
Buna karşın, Batı’ya yönelik jeopolitik şüpheciliği ve şikâyetleri bir tarafa bırakacak olursak, Rusya’nın dış politikasında ideoloji sınırlı bir role sahip gözüküyor. Rusya’nın Orta Doğu’daki neredeyse tüm kutuplara ve aktörlere erişiminin olması bunun bir kanıtıdır. Aslında Avrasyacılık, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Rus dış politikasında oluşan ideoloji açığını kısmen dolduran jeopolitik ve bölgesel entegrasyon vizyonunu temsil ediyor görünmektedir (örneğin Avrasya Ekonomi Birliği’yle). Sözün kısası Türkiye’de bir ideolojik konumlanmaya dönüşen Avrasyacılık, Rusya’da bir jeopolitik vizyonu temsil ediyor.
Bu nedenle Avrasyacılık sadece Türkiye’de farklı dönemlerde farklı anlamlar kazanmamıştır, aynı zamanda bugün de Türkiye ve Rusya için farklı şeyler ifade eder. Bu bakımdan Ankara-Moskova arasındaki ikili ilişkileri açıklayabilen güçlü bir analitik çerçeve sunmaz.
Avrasyacılık’ın Türkiye’de şu aralar yaygın olan ideolojik biçimi, daha geniş bir kitleye ulaşmak için devlet ve toplum düzeyinde artan Batı karşıtı, özellikle de ABD karşıtı fikirlerden yararlanmaktadır. Ancak Türkiye’de Batıcılık karşıtlığının otomatik olarak Avrasyacı jeopolitik bir eğilime dönüşmeyeceğini hatırda tutmak önemlidir. Batıcılık karşıtlığı çoğu zaman uluslararası ilişkilerde daha bağımsız ve daha otonom bir statü arayışına yol açar. Bununla birlikte, bu duygu ve arayış ideolojik Avrasyacılar için yeni kitlelere ulaşabilmek için elverişli bir zemin sunar.
Türk Dünyası Fikri ve Rusya’nın Jeopolitik Mahremi
Türk dünyası fikri bir süredir Türkiye dış politikasında kendisine daha fazla zemin buluyor. Türkiye’nin doğrudan desteğiyle Azerbaycan’ın İkinci Dağlık Karabağ Savaşı’nı kazanması, bu fikir ve duyguyu kabartan bir işlev gördü. Fakat Ankara’nın Türki dünya olarak gördüğü coğrafyayı Moskova jeopolitik mahremi olarak görüyor. Türkiye’nin buraya yaptığı açılımları Rusya jeopolitik mahreminin ihlali olarak telakki ediyor.
Bu minvalde, eğer Türk dünyası fikri Türkiye dış politikasında derinlik kazanıp daha sahici bir siyasete dönüşürse, bu Türkiye-Rusya ilişkilerinin rakip veya hasmane doğasını daha fazla ön plana çıkaracaktır. İdeolojik Avrasyacılık pahasına jeopolitik Avrasyacılık tahayyülünü canlandıracaktır. Bu gerilimin yansımaları da farklı bölgelerde ve kontekstlerde hissedilir.
Türk milliyetçiliğinin Rusya doğumlu ideologlarından Yusuf Akçura yüzyıldan uzun bir zaman önce bu senaryoyu öngörmüştü. 1904’te yazdığı meşhur makalesi “Üç Tarz-ı Siyaset: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük”te, geç Osmanlı döneminde ülkenin seçkinlerinin dağılmakta olan imparatorluğu kurtarmak için hangi yolu izleyeceğine dair siyasi ve düşünsel tahayyüllerini şekillendiren üç önemli siyasi, ideolojik ve düşünsel akıma kafa yormuştu.
Akçura, Osmanlı seçkinlerinin imparatorluğun gidişatını değiştirmek için Türk milliyetçiliğine veya Türkçülük’e ağırlık vermesi gerektiğini öne sürdü. Emperyal bir dünya düzeninin sınırları içinde böylesi bir Türk dünyası politikasının fizibilitesi konusunda, Rusya’nın en önemli engel ve hasım olacağını, Batı’nınsa büyük bir Türk nüfusunu yönetimi altında bulunduran Rus imparatorluğunu zayıflatacağı gerekçesiyle bu politikayı destekleyebileceğini savundu. O zamanlar için geçerli olan bu sav, bugün de geçerliliğini büyük oranda koruyor. Eğer Ankara’nın dış politikasında jeopolitik Avrasyacılık ve Türk dünyası fikri yükselişe geçerse, bunun ilk kurbanı Türkiye’yi Batıcılık karşıtı bir biçimde Rusya ve Çin’e yakınlaştırmaya çalışan ideolojik Avrasyacılık olur.
__
Bu yazının farklı versiyonları GMF ve Mesail sitelerinde daha önce yayınlanmıştır.