Türkiye’nin Kangreni: Camia Evlatlığı
Camia evlatlığı, aslında kısıtlı kaynakları olan ve bu yüzden de her kaynağını efektif kullanmak zorunda olan bir “toplumun” kangrenidir; onun toplumsallaşamamış oluşunun en somut kanıtıdır. Keza camia evlatlığı, sahip olduğu niteliklerden önce kişinin “bizden olmasını” asıl ayırt edici olarak belirler. Yabancı değildir o, o yüzden “bizim psikolojimizi”, neyin nasıl yürüdüğünü bildiği varsayılır.
Asıl olanın yurttaşlık ve liyakat olmadığı coğrafyaların kangrenidir “camia evlatlığı” …
Sorun, bir camiaya ait olmak değildir, keza aidiyet onurlu bir kavramdır. Sorun, asıl belirleyenin “camia evlatlığı” olması ve gerekli bütün profesyonelliklerin, niteliklerin bu aidiyet karşısında önemsizleştirilmesidir.
Bu, hem camiaya hem aidiyet kavramına hem de maddi-manevi kaynaklara yazık eden bir durumdur.
Camialardan müteşekkil ya da onların birincil olduğu coğrafyaların toplum olma kapasitesinde ciddi sorunlar vardır.
Camia evlatlığı, aslında kısıtlı kaynakları olan ve bu yüzden de her kaynağını efektif kullanmak zorunda olan bir “toplumun” kangrenidir; onun toplumsallaşamamış oluşunun en somut kanıtıdır.
Keza camia evlatlığı, sahip olduğu niteliklerden önce kişinin “bizden olmasını” asıl ayırt edici olarak belirler. Yabancı değildir o, o yüzden “bizim psikolojimizi”, neyin nasıl yürüdüğünü bildiği varsayılır: “Camiayı tanıyan, camiayı bilen…”
Pek çok kez tüm sorunların “çözümü” olarak meşrulaştırılır. “Yabancı” denenmiştir, ama başarı gelmemiştir.
(Yabancı olmanın ana kıstası, farklı bir milletten vs. olması değil, profesyonelliği, mesleki yetkinliği ön planda tutmaktır. Neticede bir hizmet sunuyorsun ve karşılığında ücret alıyorsun. Camia evladının yaptığı gibi… Dolayısıyla, bizim “yabancı” kavramımız da oldukça sığ ve çelişkilerden ibarettir; görünüşü kurtarmak ve o an için “işi görsün” diye uydurulmuş, alıcısı bol olan bir klişedir.)
Ama kimse şunu duymak istemez: O yabancının görev alanına karışarak iş yapma biçimini yerle bir ettin, “yabancılığını” her fırsatta hatırlattın, profesyonelliğini sarstın.
Bir profesyonel olarak hangi “yabancı” bu camia şımarıklığını çeker!
Futbol, siyaset ya da akademi fark etmez, “bizden olan” önceliklidir.
Çünkü camia evlatlığı psikolojisi, kaynakları efektif kullanma yönünde bir profesyonelliğin ikinci plana itildiği bir zihin durumuna tekabül eder. Daha uç durumda ise “efektif olma”, yani kıt kaynaklar dengesinin hiç umursanmadığı bir gerçekliği dayatır.
Türkiye hemen her düzeyde bu uç durumun esareti altındadır.
Liyakat ve sınırlı kaynakların efektif kullanımı gerçeğini, yani profesyonelliğe ihtiyaç duyduğumuzu bize mecburiyetlerimiz dayatır.
Camia evlatlığı psikolojisi içinde har vurulup harman savrulan kaynaklar tükendiğinde, artık camia evlatlarının rasyonaliteyi, eleştirelliği önemsemeyen şımarıklıklarını kaldıracak bir rezerv kalmadığında “liyakat mecburiyeti” doğar.
Liyakat, bir zorunluluk aracıdır. Tam olarak bir değer değil, araçtır. “Evlatçılık” olgusunu besleyecek yeni kaynakların üretilmesi gerektiğinde ya da evlatçılığın kapasitesinin yetmediğinin açıkça görüldüğü kriz anlarında liyakate sarılırız.
Bir Yöntem Olarak “Camia Evlatlığı”
Burada bir ahlakçılık ya da erdem hafiyeliği peşinde olmadığımı vurgulamam gerek. Şüphesiz, bana bu vurguyu yaptıran polemiksel bir kültürün içinde yaşıyoruz.
Dolayısıyla birinin ya da birilerinin günahlarını, kötülüklerini gözler önüne sermek gibi kötü bir ahlakın peşinde değilim.
Comte-Sponville’in dediği gibi, “Can sıkıcı kişilerin ahlakıdır bu, aynı zamanda da can sıkıcı bir ahlaktır”.
Polemik dediğimiz şey de can sıkıcı ahlakların o yapışkan haklılık kavgalarıdır zaten.
Ben burada, kişiselleştirilerek yolundan saptırılan tartışmalardan ziyade bir yöntem sorunu görüyorum.
Descartes, bu bağlamda şunu ifade eder:
“Fikir ayrılıklarımızın nedeni, bazılarımızın bazılarına göre daha üstün bir akılla donatılmış olması değil, yalnızca farklı yöntemlerle düşünmemiz ve dikkatimizi aynı şeylere yöneltmememiz.”
“Camia evlatlığı” yöntemi, sorunlar üzerinde derin bir sorgulamanın önünü tıkar. Kısa yoldan “susturmanın” aracıdır.
Çünkü bizde yöntemler, başarıya ulaşmaktan ziyade “susturmak” ya da en azından “teskin etmekle” ilgilidir.
Bir yöntem olarak “camia evlatlığı” yüzeysel, taklitçi bir alışkanlıktır. “Başkası yaptı, oldu; biz de yapalım” kolaycılığının adıdır.
Bulaşıcı bir kolaylıktır bu, koşullar üzerine düşünmenin üzerini örten muşambadır.
Muşambalar, bildiğiniz üzere, temizlik beziyle lekelerin temizlendiği kaygan örtülerdir. Pek estetik olmadığı gibi, pratiktir. “İş görülsün” örtüsüdür. Diğer örtülerin aksine temizliği zahmetsizdir. Mesele “örtüyse” örtüdür, değil mi? Kolay da temizleniyor, ne âlâ…
Tehlike bu bakımdan “camia evlatlığının” kendisinden ziyade onu bir çare olarak görebilmemizdedir.
Borçlar içinde yüzen, harcadığının karşılığını alamayan bir somut durum için yıkıcıdır. Siyaseti dedikoduya, akademiyi atıf cambazlığına, futbolu onda birlik bütçeli takımlardan fark yemeye, milli takımı bile evlatçılığa indirger.
Son not: Yöntemlerimizi değiştirirken “biz” olmaktan çıkmayız, sadece kısıtlı kaynaklarımızı daha iyi kullanır, birilerinin açlığı pahasına zenginlikler yaratmaz, gösterişin o kısa vadeli kahkahalarına ömürlerimizi feda etmeyiz.