Türkiye’nin Suriye Politikası: Değişimin Devamlılığı
Türkiye’nin Suriye savaşı boyunca öncelikleri dramatik şekilde değişti. Buna paralel şekilde Ankara’nın Suriye politikası da sahada değişen dengelerle dönüştü. 28 Mayıs seçimi sonrasında da bu değişimin devamlılığını görmemiz kuvvetle muhtemel. Ne var ki, Esed rejimi ile yapılan bu görüşmelerin Türkiye’nin Suriye kaynaklı problemlerine, rejim farklı dosyalardaki katı tutumunu dramatik bir şekilde değiştirmediği sürece çare olmasının bir hayli zor olduğunu not etmemiz gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 28 Mayıs’ta seçimlerin ikinci turundan zaferle çıkması sonrasında 2011 yılından bu yana Türkiye’nin başını en fazla ağrıtan Suriye dosyasında neler olabileceği gündemdekini yerini koruyor. Hâlihazırda, seçimler sonrasında gerek Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların gerekse de Suriye muhalefetinin en azından şimdilik rahat bir nefes aldığı ifade edilebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni kabineyi açıklamasından sonra da Suriyeliler açısından oluşan olumlu hava pekişti. Zira, Suriye krizinin başlangıcından beri Suriye dosyasında en üst düzeyde görevler üstlenen isimler kabinede kendilerine yer buldular. Suriye konusunda kendisinden daha fazla gizli bilgi ve detaya muhtemelen kimsenin vakıf olmadığı Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı Hakan Fidan Dışişleri Bakanı olarak atanırken, Türkiye’nin Suriye’ye ilk askeri müdahale düzenlediği yıllarda Gaziantep valiliği yapan Ali Yerlikaya İçişleri Bakanı olarak kabinede kendisine yer buldu ki sınır illerinin valiliklerinin Suriye’de muhalefetin kontrol ettiği alanlara olan etkisinin yadsınamayacak düzeyde olduğu biliniyor. Ek olarak, Suriye krizi boyunca ABD ve Rusya’nın üst düzey isimleriyle Suriye dosyasını sayısız kere görüşen ve ciddi bir deneyime sahip olan İbrahim Kalın MİT Başkanlığı’na atandı. Aynı şekilde Türkiye’nin Suriye’ye düzenlediği bazı askeri harekâtlarda Genelkurmay Başkanı olan Yaşar Güler, Savunma Bakanlığı’nın dümenine getirildi.
Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar
Seçim süreci boyunca gerek Cumhur İttifakı gerekse Millet İttifakı, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri gönderileceğine dair bir retorik benimseyerek halktan oy toplamaya çalıştı. Hatta öyle bir süreç yaşandı ki, artık Suriyelilerin geri gönderilip gönderilmeyeceği bir soru olmaktan ziyade bir süreç meselesine evrildi. Suriyeli mültecileri kim, hangi metotlarla ve nasıl bir sertlikte ülkelerine gönderecek meselesi temel sorunsal haline geldi yapılan tartışmalarda. Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimin ikinci turunda Suriyeli sığınmacıları hedef tahtasına koyarak ülkedeki milliyetçi kesimin oylarını toplamaya çalışması da muhalefetin ‘sahip olduğunu’ iddia ettiği ‘ahlaki üstünlük’ iddiasının altını oydu. Cumhur İttifakı adayı Erdoğan’ın seçimleri kazanması sonrasında sığınmacılar konusunda konuşulan geri gönderme sürecinin daha yumuşak bir şekilde ilerleyeceği netliğe kavuşmuş gibi görünüyor. Nitekim Katar’ın fonları ile hayata geçirilen 240 bin konutluk bir proje hâlihazırda Suriye’nin kuzeyinde başlatılmış durumda. Bu proje ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tabiriyle birkaç sene içerisinde 1 milyon Suriyelinin buraya gönüllü bir şekilde geri gitmesi hedefleniyor ya da en azından ümit ediliyor. Bugüne değin resmî rakamlara göre yarım milyondan fazla Suriyeli sığınmacı Türkiye’den ülkesine dönmüş olsa da zaman geçtikçe sığınmacıların Türkiye’de kökleştikleri ölçüde Suriye’ye dönüş motivasyonunun azaltıldığını belirtmekte fayda var. Bunun da ötesinde Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların ülkelerinde yaşayabilecekleri bir ekosistemin ne ölçüde hayata geçirilebileceği meselesi belirsizliğini koruyor. Dahası, Suriye’nin kuzeyindeki nüfus, savaş öncesindeki nüfusun üç katından fazlasına ulaşmış durumda. Hâlihazırda yaklaşık 5 milyon insan Suriye’nin kuzeyinde küçük bir alanda yaşıyor ve bu alanın daha fazla insanı bünyesine alıp alamayacağı bir hayli tartışmalı. Savaş şartları nedeniyle bu insanlar ya buraya kaçtılar ya da zorla göç ettirildiler. Dolayısıyla, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların büyük kısmının ülkelerine dön(e)meyeceği gün geçtikçe daha aşikâr bir hâle geliyor. Ülkelerine dönebilecek Suriyelilerin dönmesi teşvik edilmeli, ancak dönemeyecek kişilerin de özellikle Türkiye’nin metropollerinde yaşanan problemleri de göz önünde bulundurarak daha sağlıklı bir şekilde Türkiye geneline dağıtılması ve bunun üzerinden bir rahatlamaya gidilmesi, bu minvalde projeler hayata geçirilmesi hayati önemde. Suriye rejimiyle tam teşekküllü bir normalleşmeye giden Lübnan ve Ürdün gibi ülkelerden dahi minimal düzeyde Suriyelinin ülkesine döndüğü göz önünde bulundurulursa, Türkiye gibi dünyadaki en büyük mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan bir ülke için daha sağlıklı bir sığınmacı politikasının hayatiyeti daha iyi anlaşılır.
Astana Süreci, Bölgede Azalan Gerilim ve Meşrulaştırılan Rejim
Astana süreci, Birleşmiş Milletler gözetimindeki Cenevre sürecine Rusya destekli bir alternatif girişim olarak, başladığı 2017 yılından bu zamana kademeli olarak önemini kaybetti. Bu süreç temelde Suriye konusunda birbirinden oldukça zıt yaklaşımlara sahip tarafların ülkedeki krizi yönetme süreci olarak başlatılmış olsa da, süreçten Suriye muhalefeti büyük zarar görerek çıktı. Astana sürecinin bir çıktısı olan muhalefet kontrolündeki gerginliği azaltma bölgeleri peyderpey Rusya ve İran destekli rejimin eline geçti. Dahası Astana süreci, Rusya ve Esed rejiminin savaş önceliklerini kendi istedikleri şekilde tanzim etmek için zaman kazanma sürecine dönüştü. Zaman içerisinde de Suriye’de tarafların kontrol ettiği sınırlar katılaştı. 2020’den bu yana da ülkede farklı aktörlerin kontrol ettiği sınırlarda bir değişme olmadı.
Bunun yanında, her ne kadar son günlerde Astana görüşmelerinin 20’nci turunun düzenlenmiş olduğu görülse de sürecin önemini günden güne kaybettiği izahtan vareste. Son turdan temelde çıkan sonuç, Kazakistan’ın bu müzakerelere artık sahiplik yapmak istemediği gerçeği. Zira, Kazak yetkililer masaya süreci bitirme gündemini getirdiler. Çünkü Astana süreci artık miadını doldurdu. Temelde Astana süreci Türkiye ve Suriye rejimi arasındaki ilişkileri ilerletmeyi sağlama noktasında bir mekanizmaya dönüşmüş durumda. Bunda bölgesel gelişmelerin rolü de büyük.
Arap Baharı sonrası bölge sathında yaşanan gerginliğin azalması ve pek çok ülkenin eski hasım ve rakipleriyle buzları eritmesinin bir neticesi olarak Esed rejiminin kademeli olarak meşrulaştırıldığı görülüyor. Özellikle 6 Şubat’ta Türkiye ve Suriye’yi vuran deprem felaketi sonrasında rejimin yürüttüğü deprem diplomasisi de bu normalleşme sürecini hızlandırdı. Nitekim bu süreç Suriye’nin Mayıs 2023’te Arap Birliği’ne dönmesini de sağladı. Suriye rejiminin bölgesel ve uluslararası anlamda meşrulaştırılmasına ayak direyen ülkeler de peyderpey politikalarından geri adım atarak normalleşme kervanına katıldılar.
Böylesi bir bölgesel konjonktürde, Birleşik Arap Emirlikleri’nden Mısır’a kadar pek çok ülke ile ilişkileri normalleştirme yoluna giden Türkiye, bilhassa seçimler öncesi Suriye rejimiyle bir görüşme süreci başlatmıştı ki bu süreç henüz tam teşekküllü bir normalleşme aşamasına varmaktan epey uzakta. 2022 yılı sonunda bu sürecin startı Moskova’da iki ülkenin İstihbarat Başkanları ve Savunma Bakanları’nın katılımıyla Moskova’da düzenlenen bir toplantıda verilmişti. Esed rejimi de bu dönemde Rusya’nın baskısı altında masaya kerhen oturmuş ve yapılan görüşmeleri kendi kamuoyuna yaydığı yalan haberlerle büyük ölçüde propaganda malzemesi olarak sunmuştu. Dahası rejim, Moskova’daki görüşmelerde normalleşme için masaya Türkiye’nin kabul etmesi bir hayli zor ön koşullar getirerek süreci sabote etmeye çabaladı, zira seçimlerde olası bir muhalefet zaferinde Türkiye’ye şartlarını daha rahat kabul ettirebileceğini düşündü.
Ankara, temelde seçim öncesi Suriyeli sığınmacılardan kaynaklı toplumda ve siyasette oluşan basıncı bir Erdoğan-Esed zirvesi ile aşmayı arzuladı. Ne var ki, ayak direyen rejim nedeniyle bu zirve gerçekleşmedi ve yakın vadede yapılması da bir hayli zor görünüyor. Buna rağmen Dışişleri Bakanları düzeyinde bir görüşme yapıldı seçimlerden önce. Ayrıca Türkiye’nin rejimle sınır güvenliği ve PYD/YPG’ye karşı ortak mücadele gibi motivasyonları hâlâ cari ve PYD yönetimindeki Özerk Yönetim’in devletleşme kapasitesini artırmaya çabaladığı ve giderek kökleştiği süreçte bu cari motivasyonlarla Suriye’nin kuzeyine aralıklarla dron saldırıları gerçekleştirmeye devam ediyor. Bu nedenlerle rejim ile başlayan, adına hâlâ normalleşme denilemeyecek süreç muhtemelen zamanla biraz daha ivme kazanacaktır. Astana sürecinin hitama ermesiyle beraber Moskova süreci daha da hızlanabilir. Astana’daki son toplantının akabinde, 2023 sonunda Moskova’da İran, Suriye, Türkiye ve Rusya arasında bir toplantının gerçekleşeceği de ilan edildi zaten. Ayrıca Astana’da gerçekleşen toplantının ardından yayımlanan ortak bildiride Türkiye, Suriye, İran ve Rusya’nın Dışişleri Bakan Yardımcıları arasında gerçekleşen görüşmelerin ‘yapıcı ruhuna’ vurguda bulunuluyor. Ek olarak resmî Türk medyasına göre toplantıdaki taraflar kendi tabirleriyle Türkiye-Suriye ‘normalleşmesinin’ devam etmesinin önemine de vurguda bulundu.
Sözün özü, Türkiye’nin Suriye savaşı boyunca öncelikleri dramatik şekilde değişti. Buna paralel şekilde Ankara’nın Suriye politikası da sahada değişen dengelerle dönüştü. 28 Mayıs seçimi sonrasında da bu değişimin devamlılığını görmemiz kuvvetle muhtemel. Ne var ki, Esed rejimi ile yapılan bu görüşmelerin Türkiye’nin Suriye kaynaklı problemlerine, rejim farklı dosyalardaki katı tutumunu dramatik bir şekilde değiştirmediği sürece çare olmasının bir hayli zor olduğunu not etmemiz gerekiyor.