Türklerin Demokrat Bir Partiye İhtiyacı Var
Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, Türkiye tarihi, bölgesel Kürt siyaseti gibi konularda birçok akademik çalışması bulunan Prof. Hamit Bozarslan, EHESS-École des Hautes Etudes en Sciences Sociales (Paris Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu) bünyesinde araştırmalarına devam etmektedir. Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi (2010), Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi (2012) ve Türkiye Tarihi: İmparatorluktan Günümüze (2015) adlı kitapları Türkçe’ye çevirilerek İletişim Yayınları tarafından basılan Bozarslan, Lüks ve Şiddet, İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş (2016) adlı çalışması ile Med 21 Programı İbn Haldun ödülüne layık görüldü. Hamit Hoca, koronavirüsün siyasi yansımaları, Arap Baharı, Türkiye siyaseti ve Kürt meselesi ile ilgili Perspektif’in sorularına cevap verdi.
PERSPEKTİF: Koronavirüs siyasal sistemlerin performansına ve geleceğine yönelik canlı bir tartışma başlattı. Pandeminin küresel işbirliği ve demokratik siyasi sistemi güçlendireceğini söyleyenler olduğu gibi ulus devletlerin ve otoriter yönetimlerin gücünü arttırdığını söyleyenler de oldu. Sizce koronavirüs tecrübesi küresel siyasette hangi önemli trendleri ortaya çıkardı veya mevcut hangi trendleri daha baskın hale getirdi?
Bunu şimdilik değerlendirebilmek çok zor. Korona krizi henüz devam ediyor. Avrupa’da şu anda değişik konular üzerine tartışılıyor, ırkçılık karşıtı ya da polis şiddetini kınayan gösteriler düzenleniyor ama korona hâlâ çok büyük bir ipotek olarak toplumları esir almaya devam ediyor.
Bununla birlikte, Avrupa’da son 10-15 yıldır, birbirleriyle tezatlı iki sürecin aynı anda yer aldığını da hatırlamak gerekiyor. Bu süreçlerden birisi çok daha açık bir Avrupa’nın oluşması yönünde; -ki, Avrupa derken burada Batı demokrasilerini de eklemek gerekiyor- bu süreci belirleyen, göçmen ve azınlık hakları için mücadele eden, kadınların her alanda ön sahada yer almasını mümkün kılan, gençlere yer açan, gelir bölüşümünü, çevre sorunlarını çok daha değişik bir temelde düşünen çoğul aktörler. Bu aktörleri bir araya getiren ortak paydalardan birisi, sadece parlamentoya değil de değişik seviyelerde katılıma dayanan, siyaseti günlük hayat pratiklerinden yola çıkarak yeniden tanımlayan radikalleştirilmiş ve açık bir demokrasi tahayyülüne sahip olmaları. Diğer yandan ise, bazen popülizmle de özdeşleştirilen bir süreçle, devletin özellikle de güvenlik temelinde yeniden güçlendirilmesini, orta ve “milli” alt sınıfların korunmasını, Avrupa’nın yeniden endüstrileştirilmesini isteyen, fakat bunu çok kapalı bir çerçevede düşünen, demokrasi geleneğinden oldukça uzak olan ikinci bir dinamikle karşı karşıyayız.
Bu iki dinamik, Avrupa’da ya da Batı demokrasilerinde aynı zamanda yer alıyor. Kriz sonrasında bu iki dinamikten hangisinin daha güçlü olacağını, en azından benim öngörebilmem mümkün değil. Her iki dinamiğin de güçlenerek yeniden ortaya çıkması da mümkün.
Şu kesin: korona sonrasında çok büyük bir ihtimalle sosyal devlet talebi güçlenecek. Ama bu sosyal devlet kavramı demokratik bir temelde mi güçlenecek, yoksa kapalı toplum, korporatif toplum temelinde mi güçlenecek? Bunu şu andan kestirebilmek çok zor.
KORONA SONRASI SİYASAL SİSTEMLER
P: Pandemi siyasi gündemin önceliklerini değiştirir mi? Örneğin siyasetin ana tartışma noktalarını önümüzdeki dönem daha güvenlikçi, daha bireyi kontrol etmeye yönelik, daha teknolojilere ağırlık verilen bir evreye taşır mı?
Tabii bu mümkün, çünkü korona krizi 11 Eylül, Çernobil veya Fukuşima gibi bir kriz değil. Çin’de olduğu gibi Foucault’nun ‘biyo-iktidar’ının, toplumlara Foucault’nun tahmin edemeyeceği bir boyutta dayatılması mümkün olabilir. Böyle bir dayatma, devletin asli, hatta tek görevinin toplumun biyolojik varlığını devam ettirmesini sağlaması olduğu düşüncesinin bireyler tarafından içselleştirilmesini de beraberinde getirecektir. Devletin sorumluluğunu sadece ve sadece toplumun yaşamının varolmasını devam ettirmekle sınırlayan bir toplumda siyaseti düşünebilmek mümkün olamaz. Çünkü siyaseti sadece konsensüse, “kanunlara itaat etmeye” dayandırabilmek mümkün değil: bir toplumun demokratik bir nitelik kazanması ancak ve ancak yarılmayı, bölünmeyi, parçalanmayı kabul etmesi ve kendisini sürekli sorgulaması ve yenilemesi sayesinde mümkün olabilir. Demokrasinin temelinde sadece konsensüs değil, aynı zamanda ihtilaf, yani dissensüs de bulunmaktadır. Ama bir devlet ya da iktidar, kendisini yaşamın tek koşulu ve hayatta kalmayı da toplumun tek mutluluk kaynağı, hayatın tek anlamı olarak dayatıyorsa, o zaman tabii ki siyasetten bahsedebilmek mümkün olamaz.
Radikalleştirilmiş bir “biyo-iktidar” senaryosu ciddi bir risk olarak önümüze çıkıyor, fakat bu kesinlikle kaçınılmaz bir senaryo değil. Mesela son günlerde Avrupa’da polis şiddetine karşı bir yığın gösteriler var. Polisin yasakladığı, fakat bastırmaya cesaret edemediği nümayişler. O yüzden önümüzdeki süreç birbirlerinden farklı birçok senaryoyu mümkün kılabilecek açık bir süreç.
P: Bu dönemde sağ iktidar veya hareketlerin sol iktidar veya hareketlere göre daha net bir perspektif geliştirerek kriz esnasında devleti hızlıca operasyonel hale getirme ve güçlü bir yönetim performansı ortaya koyma konularında öne geçtikleri konuşuldu. Örneğin, sol hareketlerin insanların evlere hapsedilmesine itiraz geliştirirken sağlıklarının nasıl korunacağı konusunda ikna edici bir tez ortaya koyamadıkları söylendi.
Onu pek bilmiyorum, pek düşünmüyorum da. Şu anda demokratik ya da yarı-demokratik evrende radikal sağa en yakın modeller olarak görülebilecek modeller, Johnson, Trump ve Bolsonaro modelleri. Her üç ülkenin de yaşadığı feci durum ortada. Fransa –ki Macron sol kanatta yer almamakla birlikte radikal sağdan oldukça uzakta- her şeye rağmen bu işi iyi götürebildi. “Her şeye rağmen” derken; hazırlıksızlığına ve körlüğüne rağmen, bencilliğine rağmen, demokrasinin zaafına rağmen, ne derseniz deyin, krizi Johnson’ın Büyük Britanya’sına nazaran çok daha iyi yönetebildi.
İkinci bir koronavirus dalgası yaşanmasa Paris’te bu ay içerisinde belediye seçimlerinin ikinci turu yapılacak ve Sosyalist Partisi’nin neredeyse artık isminin bile duyulmadığı bir dönemde, sosyalist belediye başkanı Anne Hidalgo büyük bir ihtimalle yeniden seçilecek. Yeniden seçilecek, çünkü hem sağlık güvenliğini hem de sosyal güvenliği, yani sosyal adalet meselesini, hem vatandaşların birey olarak korunmasını, hem de bireysel özgürlüklerini kaybetmemelerini bir arada düşünebildi. Bu iki hedef arasında bence bir uyuşmazlık yok.
Solun sorunu çok uzun zamandır sınıf meselesini düşünememesi; kendisini sadece bir yaşam biçimi temelinde tanımlaması, fakat bu yaşam biçimini sosyal sorunlarla birleştirememesi ve orta sınıflara hitap edememesi. Koronavirüsün bize hatırlattığı en önemli olgularından birisi bu sınıf olgusu. Bugün Avrupa demokrasilerinin çok önemli bir kısmı kendilerini orta sınıf olarak tahayyül eden katmanlardan oluşuyor. Bütün bu olguların yeniden tartışmaya açılması gerekiyor.
10 YIL SONRA ARAP BAHARI
P: Hocam, müsaadenizle, Arap Baharıyla ilgili de birkaç soru sormak istiyorum. Arap Baharının üzerinden on yıl geçti. Bu on yıl içinde eylemlere yönelik açıklama ve algılar epey değişikliğe uğradı. Başlarda daha umutlu bir perspektif hakimken kısa süre sonra karamsarlık oluştu. Siz bugün bu on yıllık süredeki gelişmeleri de hesaba katarak Arap Baharını nasıl değerlendirirsiniz? Bu 10 yılın muhasebesini yaparsak, bu ayaklanmaların neye dönüştüğünü düşünüyorsunuz ve önümüzdeki dönemde ne bekliyor?
Orada iki noktaya değinmek gerekiyor. Ben bu devrimci kalkışmalara 10 yıl sonra da sahip çıkıyorum. Değişik çalışmalarımda şunu önermiştim: Üçlü bir devrim tipolojisi yapabiliriz. Bu devrimlerden birincisi eskatolojik devrim; yani zamanı, insanın ontolojisini değiştirmeyi, artık yozlaşmayacak yeni bir insan türü üretmeyi hedefleyen devrimler. Bunların sayısı üç: 1917 Ekim’den sonraki Rus Devrimi, İran Devrimi ve 1792 sonrası Fransız Devrimi. İkinci devrim türü, zamanı silahlı bir yolla yeni bir iktidar kurmanın harcı olarak gören bir devrim tarzı. Mesela Çin Devrimi böyle bir devrim. Üçüncü devrim tarzı ise demokratik devrim. Demokratik devrimlerin amacı yeni bir insan türü, yeni bir zaman algısı oluşturmak değil, fakat mevcut olan burjuva demokrasisine entegre olmak ya da bu burjuva demokrasisini radikal bir temelde yenilemek. Dünya tarihine baktığımız zaman değişik demokratik devrimler var. 1848 Devrimleri gerçekten Avrupa boyutunda demokratik bir dalga oluşturmakta. 1974-1976 arasında İspanya’da, Yunanistan’da ya da Portekiz’de demokratik devrimler yaşandı. Latin Amerika’da 1980’lerin başında, Doğu Avrupa’da 1989 yaşananlar da benim okumamda demokratik devrimler. 2011 de bu kategoriye girmekte.
Fakat demokratik devrimlerin Marx ve Tocqueville’in 1848’de çok iyi tespit edebildikleri gibi şöyle bir sorunu var. Demokratik devrimler yanıltıcı ve o nedenle de trajik devrimler olabiliyor. Hem Marx hem de Tocqueville -ki Marx solda, Toqcueville ise oldukça sağda – şu noktada birleşiyorlar: Devrimci “halk” ve gerçek “halk” arasında çok büyük bir uçurum olabiliyor. Devrimci “halk” -ki o dönemde işçi sınıfından ve entelektüel bir katmandan oluşmaktaydı- devrimi yapabilecek bir güce sahip, ama ondan sonra kendisini iktidarlaştıracak bir güce sahip değil. Bunun sonucu olarak da 1848 Devrimi büyük bir felaketle bitti. Marx’ın tabiriyle, “1848 devrimler tarihinin hemen hemen her bölümü yenilgi başlığını taşımakta”ydı.
Bu, Ortadoğu ve Arap Baharı için de geçerli oldu. Devrimci bir “halk”ın devrim yapabilme gücü olabildi, fakat iktidarlaşma gücü olmadı. Bu iktidarlaşma gücünün olmamasının değişik nedenleri var. Birincisi sosyal yorgunluk. Çok uzun bir zamandır Arap âleminde özellikle de büyük yoksulluk koşularında uzun erimli bir mücadeleyi imkansız kılan bir sosyal yorgunluk yaşanmakta. İkincisi: Arap âleminde 2011 öncesi dinamiklerin radikalleşmesi. Bu radikalleşme, hem mezhebi temelde, hem de cihadi İslamcılığın güçlenmesi temelinde oluştu; bunlara demokratik bir kültürün ve geleneğin olmamasını da eklemek gerekli.Müttefikleri tarafından öldürülen Yemen’in eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Saleh, siyaseti “yılanların başı üzerinde yürüme tekniği” olarak tanımlıyordu. Bu tür bir “zanaat” anlayışının demokrasinin önünü açamayacağı aşikâr. Dördüncü neden ise, dış ülkelerin müdahalesi, ki bunların arasında İran, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye çok önemli bir rol oynadı.
Bütün bu nedenlerden dolayı bu devrimler, belki Tunus bir istisna ama, bu şekilde yenilgiyle sonuçlandı. Fakat 10 yıl sonra durum bu bile olsa, bu devrimlere sahip çıkıyorum. Eğer bu devrimlere sahip çıkmazsak, o zaman demokratik bir vatandaşlık kavramını düşünebilmemiz bile mümkün olmayacaktır.
P: Arap Baharının ilk aşamalarında sokağa çıkan insanların siyasal talepleri konuşuluyordu. Belli bir süre sonra ise sokaktaki insanların siyasal kimlikleri konuşulmaya başlandı. Ortadoğu’da konuşulan her meselenin bir süre sonra siyasal kimlikler, siyasal gelenekler ya da mezhepsel ve dini kimlikler üzerinden konuşulmaya başlanması bize bu ayaklanmaların ve bu ülkelerin geleceğiyle ilgili ne söyleyebilir?
Sanıyorum burada solun ne yapması gerektiği sorusu ortaya çıkıyor. Bu olguyu şu şekilde tanımlamıştım: 2011’de Arap âleminin acil bir Marshall Planı’na ihtiyacı vardı ve demokrasiler bu konuda tamamen bencil bir şekilde davrandılar. En ufak bir katkıda bulunmadılar ve bu, ekonomik sorunun çok ciddi bir boyut almasını kaçınılmaz kıldı. Aristo’yu özetleyen Bourdieu şunu söylüyor: “Erdem belli bir refah seviyesini gerektirir.” O refah seviyesine ulaşamadığınız zaman erdemden bahsedebilmek çok çok zor. O refah seviyesini oluşturabilmek gerekiyordu. O refah seviyesi tutturulamadığı zaman, ‘kulturkampf’ denilen kültür savaşına girildi ve bu kültür savaşı artık, “Kadınlar başlarını örtmeli mi, örtmemeli mi?”, “Evlilik yaşı kaç olmalı?” gibi sorular üzerinden şekillendi.
Bunu Türkiye’de de görüyoruz. Türkiye’de de ekonomik sorunları çözemeyen, insanlara refah sağlayamayan muktedirler, kaçınılmaz olarak ‘kulturkampf’tan yola çıkarak rejimlerini radikalleştiriyor. Bu kulturkampf kavramı da Bismarck Almanyası’nda kullanılmıştı. 1870 sonrasında Güney Almanya’nın, Bavyera’nın Prusya’ya karşı direnişi kulturkampf’tan yola çıkarak yapılabilmekteydi. 2010 sonrasında Arap âlemi de bu tür bir tecrübeden geçti.
Fakat böyle bir noktaya geldiğiniz zaman, ondan sonraki radikal dinamikleri kontrol edebilmeniz çok çok zor olabiliyor. Bu radikal dinamiklerden birisi ordunun müdahalesi, ki Mısır’da bu oldu; devrimin bastırılması ordu sayesinde yapıldı. Diğer taraftan da mezhebi bir radikalleşme söz konusu, çünkü “laikler” ve İslamcı hareketler arasındaki ‘kulturkampf’ı, Mısır’da ya da Tunus’ta düşünebiliyorsunuz, ama bunu Suriye gibi bir ülkede ya da Yemen’de, Irak’ta düşünemiyorsunuz.
P: Arap Baharıyla ilgili bir diğer dönüşüm aktörlerdeki değişim oldu. Arap Baharının ilk aşamalarında toplumların ve bireyin güçlenme duygusundan bahsettik. Bugün ise onların tükenmişliğini konuşuyoruz. Arap Baharını geçiren birçok ülkede iç dinamikler, aktörlerin talepleri göz ardı edilerek, tamamen bölgesel ve uluslararası dinamikler, bölgesel ve uluslararası güçlerin güç projeksiyonları konuşulmaya başlandı. Rusya, ABD, Türkiye, İran ve Körfez ülkelerinin rolü, gücü, hesapları gündemi kapladı. Bu noktada, toplumlar ve bireyler bu sürecin pasif aktörlerine mi dönüştüler. Toplumlar ve bireyler siyasal özne olma taleplerinden gerçekten vaz mı geçtiler? Yoksa orada başka bir dinamik mi işliyor?
Onu bilemiyoruz. 1848’den bahsetmiştim; 1848’de Avrupa düzeyinde karşı devrimi düzenleyen ülke Çarlık Rusyası’ydı. Çarlık Rusyası olmadan büyük bir ihtimalle devrimlerin bu kadar kolay bir şekilde bastırılabilmesi mümkün olmayacaktı. Arap âleminde bu rolü 2011’den sonra ilk başta Suudi Arabistan ve Rusya gördü; Suriye bağlamında İran da bu tür bir rol oynadı. Son aşamada ise Türkiye işin içine girdi ve bu her dört ülke de çok ciddi bir şekilde toplumları esir aldı. Sanıyorum bu dört ülkenin tarihsel sorumlulukları oldukça ağır; kaldı ki, uyguladıkları stratejiler oldukça kısır stratejiler: bu ülkelerden hiçbirinin kalkıp da kendisini bölgesel hegemonik güç olarak dayatabilmesi mümkün değil. Türkiye’nin durumu, en azından ekonomik açıdan dehşet verici. Rusya’nın durumu dehşet verici; İran’ın durumu dehşet verici. “21. yüzyılı biz kuracağız. Birinci Dünya Savaşı’nın, 1612 Moskova Harbi’nin, 636 Kasidiye muharebesinin intikamını alacağız” gibi söylemler bir projeksiyon oluşturabiliyor, fakat bunların hegemonik bir çözüm noktasına varabilmeleri, somut ve kalıcı bir hakimiyetle sonuçlanabilmeleri bana çok çok zor geliyor. Gerçi burada belki Rus stratejik hattının, Türkiye ya da İran stratejik hattından çok daha derin olması hesaba katılabilir, fakat Rusya’nın kendi imkânları oldukça zayıf. Bununla birlikte bu dört ülke gerçekten Ortadoğu toplumlarını tamamen esir alabildiler.
Bundan sonra ne olacak, bunu da bilemiyorum. Şunu unutmayalım; 2019’da Cezayir’de, daha sonra koronavirüs yoluyla bastırılan yeni kalkışmalar oldu. Cezayir’deki hareket hâlâ devam ediyor. Irak’ta, Lübnan’da Şii, Sunni ve Hıristiyan liderlere ve milislere karşı bir direniş var. Bunların bir yere varıp varamayacağını şu andan öngörebilmek mümkün değil. İkincisi, ilk isyanlardan sonra 10 yıl geçti; 2010’da 10 yaşında olanlar şu anda 20 yaşında. Bu gençlerin gelecek tahayyülü ne? Bu gençlerin yaşamak istedikleri dünya nasıl bir dünya? Bu gençler nihilist bir çizgiye mi kayar? İslamcı bir harekete mi katılır? Bu gençler Avrupa’ya gitmek dışında başka bir perspektif geliştirip kendi mücadeleleriyle toplumları değiştirmeye mi çalışır? Bu sorulara şimdilik bir cevap veremiyorum.
BÖLGESEL KÜRT AKTÖRLER VE KÜRT SİYASETİNİN GELECEĞİ
P: Arap Baharından sonra bu sürecin yansımalarından doğrudan etkilenen bölgesel Kürt siyasetiyle ilgili bir iki soru sormak istiyorum. Son 20 yılda bölgesel Kürt siyasetinin siyasal tarihinde hızlı değişimler yaşandı. Özellikle İŞID’in yükselişi ve düşüşüne paralel olarak hem Irak hem Suriye’de Kürt siyaseti hızlı bir şekilde hem mevzi kazandı hem de kaybetti. Öte taraftan bölgede etkili olan iki küresel aktör (ABD ve Rusya) ile gel-gitli bir ilişki içinde olsa da bu güçlerle ilişki geliştirme konusunda da küçümsenmeyecek bir tecrübe geliştirdi. Bugün geldiğimiz noktada, bölgesel Kürtlerin siyasal geleceklerini nasıl görüyorsunuz?
Diğer noktalarda olduğu gibi bu noktada da gelecekle ilgili kesin bir öngörüde bulunabilmem mümkün değil. Fakat şu kesin, Kürt hareketi 10 ya da 20 yıl öncesine göre, maruz kaldığı bütün darbelere rağmen çok daha etkin bir konumda. Bu hem Irak hem Suriye hem de sizin de bahsettiğiniz gibi uluslararası iki küresel güçle ilişkiler açısından geçerli. Kürt hareketinin kendi iç entegrasyonunu henüz sağlayamamış, bölünmüş bir hareket olduğu bir gerçek. Bu bölünmüşlüğün temelinde çok uzun tarihsel miras yatmakta. Şu andaki görüşmeler bu iç entegrasyonu mümkün kılabilecek mi kılamayacak mı, bunu da bilemiyoruz. Fakat bununla birlikte, 20 yıl öncesine göre çok daha güçlü bir konumda.
Ama güç sahibi olmak yetmiyor. Irak Kürdistanı’nda çok daha değişik bir politik sisteme ihtiyaç var. Kurumsallaşmanın, gençliğin entegrasyonunun yeniden düşünülmesi, ekonominin yeniden düşünülmesi şart. Rojava’da, Suriye Kürdistanı’nda kurumsallaşmanın olabilmesi için en azından Suriye Savaşı’nın sona ermesi, Suriye’nin tümünde mahalli özerklik prensibinin kabul edilmesi gerekli. Şu anda söz konusu olan askeri bir temelde yeniden örgütlenmek zorunda kalan Kürt hareketinin şu ya da bu şekilde devamlılığını sağlayabilmesi. Suriye Kürtlerinin geleceği ne olacak, onu bilemiyoruz tabii. ABD’nin oradaki varlığı ne kadar devam edecek? Suriye Kürtleri bir Suriye ordusuna katılacak mı? (Parantez içinde belirteyim: Suriye ordusunun gerçek anlamda bir insan kaynağına ihtiyacı var). Türkiye’nin geleceği ne olacak? Türkiye İdlib’de ne yapacak? Yarın eğer İdlib Savaşı yeniden başlarsa Türkiye-Rusya ilişkileri ne tarz olacak? Böyle bir durumda Rusya’nın Kürt stratejisi tabii çok daha değişik olabilir. Yani Kürtlerle çok daha yakın olma siyaseti güdebilir. Rusya, Kürtler ile yakınlaşma siyasetini en azından 1 yıldır güdüyor. Bütün bu sorular açık sorular, bununla birlikte Kürt hareketinin 20-30 yıl öncesine göre çok daha değişik bir konumda olduğu inkar edilemez.
Bir de şunu belirtmek gerekiyor, 2012-2013’te hem Türkiye’de hem Rusya’da hem Suriye’de hem Irak’ta Kürtler olup bitenlerin kendi savaşları olmadığını düşünüyorlardı. Onların tahayyülü Ortadoğu’nun Atina’sını oluşturmaktı. Atina’da, en azından teorik olarak şiddete başvurmak meşru değildi. Silahlı güçlerin içte değil dışarıda, sınırda olması gerekliydi. Fakat bu tahayyüle sahipken kaçınılmaz olarak çok kısa bir zamanda kendilerini Sparta temelinde yeniden örgütlemek zorunda kaldılar. Sparta, Atina’nın aksine tümüyle askerileştirilmiş bir cumhuriyet. 2014’ten sonra Kürtlerin yapmak zorunda kaldığı, hem KRG’de hem de Rojava’da bu Atina tahayyülünden Sparta gerçekliğine geçmek oldu. Sparta gerçekliği onları koruyor, fakat aynı zamanda da bu Sparta gerçekliği henüz istikrarın da sağlanamadığı bir durumun da söz konusu olduğunu gösteriyor.
P: Hocam burada iki farklı model mevcut. Irak’ta daha uzun tarihsel dinamikleri yaslanan ve uzunca bir süredir silahlı veya askeri bir yapıdan çok siyasi ve diplomatik enstrümanları önceleyen bir model var. PKK ve PYD üzerinden şekillenen Suriye modeli ise silahlı enstrümanlara öncelik veriyor. Bu iki tecrübe aynı zamanda Kürt siyasetinin geleceğinde hangi aktör, ideoloji ve stratejinin belirleyici olacağına yönelik bir gerilim ve ayrışmayı da tetikliyor. Buna paralel olarak, bölgede güçlü bir Kürt bilincinin geliştiği ve ortak bir Kürt kamusal alanının oluşmaya başladığı da söylenebilir. Kürt grupların/aktörlerin kendi aralarındaki ilişkilerine dair nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz? Bu sosyolojik ve siyasi dinamikler üzerinden baktığınız zaman, bu iki modelin Kürtlere sunduğu şey konusunda ne görüyorsunuz? Sizin bir tercihiniz ya da öngörünüz var mı? Çatışma – uzlaşma dinamiğinin ne yöne doğru evrileceğini düşünüyorsunuz?
Kürdistan hem bölünmüş bir mekân hem birleşik bir mekân ve Kürt sorunu temelinde de bu ikili olgunun diyalektik bir ilişki içinde yarattığı kaynaklar ve gerginlikler var. Bu hem ortak bir Kürdistan tahayyülünün oluşmasını hem de sahada bölünmelerini kaçınılmaz kılıyor, bu nedenle birbirine zıt ama birbirini tamamlayan ve güçlendiren ikili bir süreçten bahsedebilmek mümkün: Kürdistanlılaşma süreci, aynı zamanda Iraklılaşma sürecini de hızlandırıyor, Suriyelileştirme sürecini de hızlandırıyor, Türkiyelileştirme sürecini de hızlandırıyor. Fakat aynı zamanda Türkiyelileştikçe Kürdistanlılaşma sürecini de hızlandırıyorsunuz.
Bu çok paradoksal gibi gelebilir, fakat Kürt meselesinin temel dinamiği bu. Bundan dolayıdır ki şu anda Kürdistan’da iki referans aktörden bahsedebiliriz. Bu referans aktörlerden birisi PKK, ikincisi Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, ki bu bölgesel yönetimin güçlü olan bir ayağı var, o da KDP. Bu iki aktör her şeyi kontrol etmiyor. PYD, PKK’nin bir uzantısı değil; PJAK, PKK’nin uzantısı değil. PYD’nin de nesil açısından, oluşum açısından, kadınların katılımı açısından, kendine has bir tarihi var: aynı şekilde PJAK’ın kendine özgün bir sosyolojik dayanağı var. Suriye Kürdistan Ulusal Cephesi de KDP’nin bir uzantısı değil. Fakat aynı zamanda bunları ne PKK’den ya da KDP’den ayırabilmek ne de PKK’ye ya da KDP’ye indirgeyebilmek mümkün.
PKK ve KDP’nin rolü bölgede referans aktör olmaları. Referans aktörünün fonksiyonu şu: Referans aktörü kırmızı ya da yeşil ışığı yakan aktör. O yüzden, zannediyorum bu bölünme yaşanmakta. Fakat aynı zamanda bu bölünme, sınır-aşırı bir Kürdistan tahayyyülünü ve pratiğini ve dolayısıyla birleştirmeyi de mümkün kılmakta. Bunun bence olumlu yanları da olabilir, çünkü Kürdistan’ın tek bir aktörlü Kürdistan olması için hiçbir neden yok. Tam aksine çoğul bir Kürdistan düşünmek gerekiyor. Bu çoğul Kürdistan içerisinde Suriye Kürtlerinin, İran Kürtlerinin de çoğullaşması gerekiyor. Fakat tabii bunun koşulu bölgenin barışa kavuşması.
Yarın şunu da tahayyül edebiliriz: Tamamen barış içerisinde yaşayan, Türkiye’nin ya da İran’ın hegemonik bir projeye sahip olmadığı bir Ortadoğu. Böyle bir Ortadoğu’da hem devlet sınırlarının korunması düşünülebilir, hem de sınır aşırı bir Kürdistan’ın varolması mümkün olabilir. Yani sınırlara dokunmadan, sınır aşırı bir Kürt toplumunun, bir Kürt coğrafyasının olması mümkün olabilir. Böyle bir koşulda ister istemez şiddetten ya da iç çatışmalardan işbirliğine geçilebilir, ki bunun örnekleri Avrupa’da da var.
TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNDE BELİRLEYİCİ DİNAMİKLER
P: Geçen yıl bu aylarda (Nisan 2019), Fransa’da Türkiye’nin gelecek 5 yılına dair projeksiyonların konu edildiği bir konferansta yaptığınız bir konuşma var. Orada, Türkiye-İran-Rusya arasındaki siyasi ve tarihsel benzerliklere dikkat çekerek, Türkiye’nin gelecek projeksiyonlarında belirleyici olacak altı dinamiğe (iktidarın yaslandığı koalisyon, ekonomik durum, rejimin istikrarı, vs.) işaret ediyorsunuz. En sonunda da bu dinamiklerin nasıl şekilleneceğiyle ilgili bazı önemli sorular soruyorsunuz. Bir yıl sonra bugün aynı değerlendirmeyi yaparsanız, nasıl bir çerçeve çizersiniz, bu dinamikler ne yönde işliyor?
Orada da zaten söylemiştim. Gelecekle ilgili bir öngörüden çok muhtemel senaryoları göz önüne almak gerekli. Şu anda görebildiğim üç şey var, fakat bunları da bir gelecek projeksiyonu olarak söyleyemiyorum. Birincisi, AKP’nin hegemonik blokunda ciddi bir çatlama var. Çünkü hegemonik blokun oluşmasını mümkün kılan sadece İslami kesimden gelen taşra burjuvazisinin yükselmesi değildi, sadece muhafazakâr orta sınıfların rejimden faydalanabilmesi değildi; aynı zamanda yoksul katmanların şu ya da bu şekilde depolitize edilerek iktidarın oy kaynağına dönüştürülmüş olmasıydı. Bana öyle geliyor ki bu iktidar bloğu şu anda dağılmıyor, dağılması için belki çok erken, fakat ciddi bir çatırdama yaşıyor ve bu zayıflamaya karşı iktidarın verdiği cevap daha çok ideolojik bir radikalleşme şeklini alıyor; iç politikada ve dış politikada, İslami temelden çok milliyetçilik temelinde radikalleşme. Bu, birbiri ardına gelen yeni krizlerin patlamasını kaçınılmaz kılıyor ve bunun getirdiği çok ciddi bir baskı ve şiddet potansiyeli var.
Buna karşı muhalefet karşı bir alternatif, ya da bir hegemonik bir blok oluşturabilecek mi? Muhalefetin bir alternatif oluşturabilmesinin koşulunu biliyoruz: bu hegemonik bloku gerçekten demokratik bir temele dayandırmak ve bunun içerisine Kürtleri entegre etmek. Şu anda muhalefetin böyle bir konumda olduğunu düşünebilmek çok zor. Kaldı ki muhalefetin kendisi ne kadar demokratik, ondan da pek emin değilim. CHP’nin yarısı ulusalcı; Gelecek Partisi’nde demokratik olarak ne tür bir gelenek var pek bilmiyorum; DEVA Partisi, İYİ Parti ne kadar demokratik partiler, bunu sorgulamak gerekiyor. Türk seçmeni nezdinde yüzde 10-15 oy alabilecek, HDP’ye denk düşecek demokratik bir parti olsaydı, o zaman belki işler çok daha kolay olabilirdi, fakat şu anda o noktada değiliz.
Gördüğüm ikinci nokta şu: Türkiye toplumunda ciddi bir bellek kaybı yaşanmakta. Türkiye toplumunun akli melekeleri imha edilmekte, ki bu ilk başta bilinçli bir iktidar mühendisliği değildi. Fakat Gezi’den sonra ciddi bir iktidar mühendisliği haline geldi. Kendi bekasını sağlamaktan ve “2071 hedefleri”ni tutturmaktan başka bir siyaset geliştiremeyen iktidar erkleri, hem kendi belleklerini, hem de toplumun zamansal ve mekânsal tutanaklarını imha etmekteler. Tamamen Orwellyen bir iktidar, sürekli bir savaş içerisinde. Ama savaş kime karşı, Doğu’ya mı Batı’ya mı? Bir yıl önce ABD’yle neredeyse bir savaş durumu yaşanıyordu, bugün Rusya’yla yaşanıyor. Ama Rusya’yla dört beş yıl önce neredeyse soğuk bir savaş yaşanıyordu. Hatta soğuk savaşın bir adım ötesine geçilmişti. Ondan sonra Putin ve Erdoğan ayrılmaz dostlar haline geldiler. Bugün belki yeniden bir kriz yaşanacak. Birkaç yıl önce Ergenekon olayı vardı. Bugün Ergenekon tamamen itibarı iade edilmiş bir muhit olarak ortaya çıkmakta. Birkaç yıl önce Doğu Perinçek gibi birisi kalkıp AKP’ye söylemediğini bırakmıyordu. Bugün, en azından kendisi, iktidarın bir parçası olduğunu düşünmekte. Bütün bu Fethullah Gülen olayı vs. burada çok ciddi kırılmalar görüyorsunuz.
Sürekli bir kriz dönemi, sürekli bir savaş, fakat bu savaşta kime karşı savaşıldığını artık insanlar bilemiyor. Orwell’in tanıttığı kabus dünyası bu. Orwell’de “Merkezi” imparatorluk sürekli bir savaş halinde, ama Doğu imparatorluğuna karşı mı, Batı imparatorluğuna karşı mı, onu bilebilmek mümkün değil ve enformasyon bakanlığının en önemli görevi, dünün bilgisini silmek ve yerine bugünkü tek meşru bilgiyi koymak. Sanıyorum geçmişteki bazı totaliter rejimlerin yönettiği toplumlar gibi Türkiye toplumu da şu anda çok ciddi bir ‘akli melekelerin imhası’ olgusunu yaşıyor. Bunun çok ciddi sonuçları var.
Üçüncü sorun, Türkiye’nin kuruluşu. Türkiye’nin kuruluşunu sorgulamadan, bence artık bir yere varabilmek mümkün değil. Ermeni Soykırımı’nı sorgulamadan, Rum olarak tanımlanan Yunanlara karşı yapılanları, Kürtlere karşı yapılanları, Dersim’i, 1930’ların anti-semitizmini, radikal Kemalist milliyetçiliği sorgulamadan Türkiye’nin bir yere varabilmesi mümkün değil. Bunları sorgulamayan Türkiye sosyal-Darwinist bir Türkiye olarak kalmaya devam edecek. Tarihsel bir misyona sahip olduğu iddia edilen “Türk milleti”, dünya tarihini dünyanın Türklüğe karşı düşmanlık tarihi olarak okuyor. Türkiye artık bunları sorgulamalı. Değindiğim ilk iki soru da çok önemli, fakat bu soruların temelinde de bu temel soru yatmakta: Türkiye nasıl oluştu?
P: İktidar ve muhalefetin siyasi tahayyülleriyle ilgili bir ayrım yaparken demokrasi üzerinden bir analiz yaptınız. Türkiye siyaseti öteden beri, merkez-çevre, sağ-sol gibi ikili kutuplar üzerinden analiz edildi. Ancak 2017’deki sistem değişikliği referandumunu takip eden dönemde bu ikili yapı, hem iktidarın yüzde 50 +1 oy oranına endekslenmesi hem de seçim ittifaklarının resmileşmesi üzerinden neredeyse kalıcılaşarak bir mecburiyet halini aldı. İktidar da muhalefet de siyaset, söylem ve politikalar üzerinden ittifaklar geliştirmek yerine, bulabildiği müttefikleri rahatsız etmeyecek söylem ve politikalara yaslanıyor. Dolayısıyla, siyasetten arındırılmış, sahici olmayan, aritmetik mühendisliklere hapsoldu Türkiye siyaseti. Sizce bu durum siyaseti, söylem ve politika üretimini, seçmen-siyaset ilişkisini nasıl etkiliyor, etkileyecek?
Bence sorun ikili bir yapının oluşması değil. Biraz önce akli melekelerin imha edilmesinden bahsettim. Bu akli melekelerin imha edilmesiyle atbaşı giden diğer bir olgu da kurumların imha edilmesi. Mesela ABD’de bugün devletin bağımsız kurumlardan nefret eden bir başkan var, ama kurumlar hâlâ işliyor, hatta bazı mahalli polis müdürlükleri göstericilerle birlikte gösteri yapıyor. Sorun bu kurumların ortadan kaldırılması ya da kaldırılmaması. ‘Checks and balances’, yani kontrol ve denge mekanizmaları dediğimiz şey bu. Fransa’da hükümet korona krizi döneminde dini kurumlarda ibadet yapılamayacağına karar vermişti, Anayasa Mahkemesi kalktı, bunu iptal etti. Çünkü kurum, bağımsız bir kurum olarak çalışmakta.
Fakat bugünkü Türkiye gibi hilkat garibelerinde -hilkat garibeleri’ kavramını Gramsci’nin faşizm tanımlamasından yola çıkarak kullanıyorum- ikili bir olgu görüyoruz. Kurumlar ortadan kalkıyor, çünkü kurumlar, lider ve milletin birliğini engelleyen suni yapılar olarak değerlendiriliyor. Bu kurumların ortadan kalkması ise lideri ister istemez tek referans haline getiriyor ve o referans kutsal bir referans haline dönüşüyor. O referans milleti temsil eden, hatta milleti cisimlendiren tek referans olarak görülüyor. Milletin tarihini, bugününü ve geleceğini temsil eden tek insan olarak değerlendiriliyor. “No Putin, no Russia”, yani “Putin olmazsa Rusya olmaz” mantığı. “No Erdoğan, no Turkey”, “Erdoğan olmazsa Türkiye olmaz” mantığı. Bundan dolayı lider tek meşruiyet kaynağı haline geliyor.
Fakat liderin tek meşruiyet kaynağı haline gelmesi, aynı zamanda liderin yorumlanmasını da beraberinde getiriyor. Herkes lideri kendi istediği gibi yorumluyor ve bununla birlikte ikinci bir olgu ortaya çıkıyor. O ikinci olgu da kartel olgusu, devletin kartelleşmesi olgusu, devletin bir fesat kumkuması haline gelmesi, paramiliter bir nitelik kazanması. Bunu Almanya’da çok net bir şekilde görüyoruz. Almanya’da bir yandan tek lider olarak Führer vardı, diğer yandan, Nazi Almanyası için polikrasi kavramını kullanıyordu. Polikrasi, yani çok-ayaklı/çok-merkezli bir yapı. Nazi Almanyası’nın hedeflerinden birisi devletin ortadan kaldırılmasıydı. Reich’ın güçlendirilmesi, fakat nötral kurumlara dayalı bir yapı olarak devletin ortadan kaldırılmasıydı.
Tabii Nazi Almanyası’ndaki yapılar çok çok daha değişik. Fakat günümüz Türkiye’sinde kurumların ortadan kalkması, bir yandan lideri tek meşru kaynak haline getiriyor, diğer yandan bu liderin yanı sıra; lideri yorumlayan, liderin isteklerini, iradesini yorumlayan bir polikrasi, bir kartel oluşuyor.
TÜRKİYE’DE KÜRT SİYASETİ
P: Hocam son olarak, Türkiye’deki Kürt siyaseti ile ilgili size birkaç soru sormak istiyorum. Erdoğan veya AK Parti iktidarının ilk yıllarında, siyasetin durumu bugünden çok daha farklıydı. Siyasal statüko ile güçlü bir mücadelenin verildiği, bu çerçevede vatandaşlık formundan askerin sistem üzerindeki ağırlığına kadar demokrasiyi ve sivil siyaseti güçlendirecek tartışma konuları gündemdeydi. Fakat o dönemlerde de, Kürt siyaseti hareketi, genellikle Türkiye’yi ilgilendiren majör siyasal kırılma anlarında iktidar veya muhalefete eklemlenmek veya Türkiye siyasetine odaklanmak yerine özerk bir üçüncü yol izlemeyi tercih etti. Bunu 12 Eylül 2010 referandumu, Gezi eylemleri veya 2014 ve 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri örneklerinde görmek mümkün. Ancak, son dönemde özellikle de 31 Mart seçimleriyle, HDP bu siyasetten vazgeçip iktidara karşı muhalefetle eklemlenme kararı aldı. Şimdi de bu tutumunu sürdürüyor. Hangisinin daha doğru olduğunu düşünüyorsunuz? Bu iki farklı tutum üzerinden HDP ile ilgili ne söylemek istersiniz?
HDP’nin ne yapması gerektiği konusunda benim bir şey söyleyebilmem mümkün değil. Şunu görüyorum: Hem İran Kürdistanı’nda hem Türkiye Kürdistanı’nda, Kürdistan sosyolojik olarak ülkenin diğer bölgelerine göre farklılaşıyor. O sosyolojik farklılaşmayı görmek gerekiyor. HDP’nin temelinde Kürt seçmeni var. 2015’te yüzde 13 aldığında bile, sanıyorum o yüzde 13’ün yüzde 10-11’i Kürt oyuydu. Yani HDP’yi Kürt olgusu olmadan düşünebilmek mümkün değil. 2013 Gezi olayları, şu anda o kadar eski bir zamana dayanıyor ki; yani Gezi olayları sırasında daha Kobani de Suruç da yaşanmamıştı, Cizre’nin, Sur’un yok edilmesi yaşanmamıştı.
Fakat bütün bunlardan bağımsız olarak şunu görmek gerekiyor; HDP’yi HDP yapan her şeyden önce Kürt olgusudur. HDP’de Türkiye’deki demokrasi davası, her alanda eşitlik davası konusunda bir hassasiyet var. Fakat HDP’nin temelini oluşturan Kürt olgusu. Türkiye’nin sorunu, HDP’yle muhatap olabilecek yüzde 10-15 oy potansiyeline sahip bir Türk partisinin olmaması. Altan ve Kavala örneklerinin de gösterdiği, Türkiye’de demokrasinin sorunu aynı zamanda Türklerin sorunu, sadece Kürtlerin değil. Kürtler buna ancak ikincil bir aktör olarak müdahale edebilirler, fakat Kürtlerin kalkıp Türkiye’yi kurtarabilmeleri mümkün değil. Nasıl ki Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarabilmesi mümkün olamadı, ki bunu denediler: Ermeni hareketi, Taşnak Sütyun olsun Hınçak Sütyun olsun, Osmanlı İmparatorluğu’nun demokratik ve çok daha eşitlikçi bir temelde kurulmasını öngören hareketlerdi. Taşnak Sütyun ve Hınçak Sütyun, Osmanlı’dan ayrılmayı değil, İmparatorluğu demokratikleştirmek istiyorlardı. Bunu beceremediler, çünkü Türk toplumunda buna denk düşen Prens Sabahattin’in son derece küçük, sosyal bir temeli olmayan hareketiydi, buna karşı İttihat ve Terakki orduyu ve paramiliter yapıları kontrol ediyordu.
Bu nedenle Türkiye’de yapılması gereken, Türkiye’de Türklerin bir demokratik partisinin oluşturulması. Bu belki, CHP’nin bölünüp ulusalcıların, demokratların birbirlerinden ayrılması gibi bir dinamikle mümkün olabilir. Fakat şundan eminim; eğer Türkiye’de Türk siyasetinde, HDP’nin yüzde 10-15’lik oyuna denk düşebilecek bir parti olsaydı, o zaman HDP çok daha ciddi bir Türkiyelilik rolünü oynayabilirdi.
P: Hocam dediğinizi anlıyorum. Fakat şöyle bir yerden de bakılamaz mı? Türkiye’de siyasi hareket veya partiler genellikle dinamik bir strateji izleyerek iç ve dış koşullar çerçevesinde söylem ve politikalarını revize ediyorlar. Örneğin Refah Partisi tecrübesinden çıkarılan dersler AK Parti’nin kuruluş dinamiklerini şekillendirdi. AK Parti’nin ilk dönemindeki söylem ve politikalar CHP’de genel başkan değişikliği üzerinden yeni söylem ve politikalara yol açtı. Aynı durumu HDP’de göremiyoruz. HDP 31 Mart seçimlerinde muhalefete verdiği destekle, birçok büyükşehir yönetiminin muhalefete geçmesini sağladı. Ancak, yine de muhalefet tarafından resmi bir ortak/müttefik payesi alamadığı gibi, iktidarın baskısına karşı da muhalefet desteğini kanalize edemiyor. Ben bu durumla ilgili iktidar ve muhalefetin tutumunu, onlara düşen sorumluluğu sormak yerine HDP’nin bu durumu değiştirmek için ne yapabileceğiyle ilgili kanaatinizi sormak istiyorum. Sizce bu durumun HDP’ye yansıyan sorumluluk boyutu yok mu? HDP niye koşulları gözeten dinamik bir stratejiye başvurmak yerine statik bir siyaset izliyor? HDP bu durumu nasıl aşabilir?
Bütün belediye başkanları görevden alındı. Binlerce üye hapiste. Sanıyorum Türkiye çok daha değişik bir sürece girdiği zaman belki HDP’yi eleştirebilmem mümkün olabilir. Şu anda HDP’ye ne önerebileceğimi bile bilemiyorum. Ya da, belki, kendilerine Hannah Arendt’in şu cümlesini hatırlatabilirim: “size hangi sıfatla saldırılıyorsa, kendinizi ancak o sıfatla savunabilirsiniz”. HDP’ye sadece sekülarist ve demokratik olduğu için değil, ağırlıklı olarak Kürtlük olgusunu dile getirdiği için saldırılmakta. Muhalefet de HDP’den Kürt olmaktan feragat etmesini, en fazla biraz radikal, biraz da liberal “Türkiye muhalefeti” olmasını istemekte. O nedenle, eğer HDP’lilere bir tavsiyede bulunma imkanım olsaydı, kendilerine Kürdistan’a ağırlık verin, kültüre ağırlık verin, paralel kültür kurumlarınızı oluşturun. Paralel vatandaşlık inisiyatiflerinizi oluşturun derdim. Şu anda varolan potansiyelinizi geleceği kurmayı mümkün kılabilecek bir kaynağa dönüştürün. Bu tabii ki hiçbir bilimsel dayanağı olmayan kişisel bir öneri.
HDP’nin şu anda Türkiye siyasetini nasıl değiştirebileceğini şahsen pek göremiyorum. Ama HDP’nin Kürdistan’da varolan ya da Kürt toplumunda varolan direniş sahalarını koruyabileceğini, güçlendirebileceğini, derinleştirebileceğini, nesiller arası aktarımı sağlayabileceğini, aynı zamanda da nesiller arası ihtilafları meşrulaştırabileceğini düşünüyorum. Şu anda HDP’ye önerebileceğim tek hedef; Kürdistan’a politik ve kültürel yatırımda bulunun. Türkiye’nin Türk toplumunda demokratik bir alternatif üretme görevini ise artık her halükarda işbirliğinde bulunacağınız Türk demokratları üstlensin.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.