Ukrayna Krizi ve Değişen Küresel Stratejik Dengeler

Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali, sadece Avrupa’da değil, Doğu Asya’da da güvenlik kaygılarını artıracak, ittifak hatlarını keskinleştirecek ve kolektif savunma mekanizmalarını güçlendirecek bir gelişmedir. Şayet Rusya, kendi ulusal güvenliğini artırma gayesiyle bu işgale kalkışmışsa, düşündüğünün tam aksine, kendisini daha da zayıflamış ve kuşatılmış hissedeceği bir güvenlik ikileminin tam ortasına düştü.

Ukrayna Krizi ve Değişen Küresel Stratejik Dengeler

Rusya’nın Ukrayna’daki ayrılıkçı Donetsk ve Luhansk bölgelerinin bağımsızlığını tanıyıp, ardından bu ülkeye savaş ilan etmesi bir anda Avrupa’yı yeniden dünya siyasetinin odak noktası haline getirdi. Rusya’nın uluslararası hukuku hiçe sayan işgal kararı, tüm dünyayı yeni bir siyasi ve ekonomik buhrana doğru sürükleme riskini taşıyor.

 

Rusya’nın merkezinde olduğu bir Slav imparatorluğu hayalini kuran, bu amaca yönelik olarak ülkeleri işgal eden ve nükleer silah tehdidini dahi fütursuzca kullanan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i kim durdurabilecek? Şayet Putin Ukrayna engelini kolayca geçerse, bundan sonraki hedefinin, NATO üyesi olmayan başka ülkeler olmayacağının bir garantisi de yok. Şayet Putin durdurulamazsa, dünya siyasetinin güç dengesinin giderek Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı bir konjonktürde, Rusya’dan cesaret alacak diğer maceracı güçlerin de sınırlarını genişletmeye yönelik yeni maceralara girmesine engel olunamayacak.

 

Bütün bu kaygılar, Ukrayna işgalinin küresel boyutta son derece ciddi bir kriz olduğunu ortaya koyuyor. Dünya siyaseti giderek işbirliği ve karşılıklı bağımlılık kavramlarının süslediği liberal çağından çıkarak; işgallerin, güvenlik kaygılarının, ittifakların, nükleer silahların, güç dengesi ve caydırıcılık kavramlarının yeniden gündemi işgal ettiği bir realpolitik çağa uyanıyor. Aslında dünyanın geri kalan kısmı için hiç de yeni olmayan bu güvensizlik iklimi, şimdi Avrupa’nın kendi sahasına geri dönmüş oldu.

 

Avrupa’da Yeni Soğuk Savaş

 

Ukrayna krizi, Batı ittifakı ve Rusya arasındaki Soğuk Savaş’ın bitmediğini ve sıcak çatışma alanlarında bütün canlılığıyla sürdüğünü gösteriyor. Soğuk Savaş dönemi boyunca çok sayıda benzer kriz ve sıcak çatışma yaşanmıştı. Washington, Endonezya’dan Şili’ye dünyanın farklı bölgelerindeki müttefiklerinde yükselen Amerikan karşıtlığını diktatörlük rejimleri ve zaman zaman askeri darbeler marifetiyle dizginlemişti. Yine Vietnam Savaşı, Soğuk Savaş döneminde Amerikan emperyalizminin en travmatik sayfasıydı. Moskova ise Avrupa kıtasındaki hegemonyasını güç kullanarak tesis etmek maksadıyla 1956’da Macaristan’da ve 1968’de Çekoslovakya’da doğrudan askeri müdahalelerde bulunmak zorunda kaldı. Doğu Almanya gibi diğer ülkelerde ise muhtemel muhalefet, katı polis rejimleri yoluyla baskı altında tutuldu. Bu nedenle, Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Rus hegemonyasından kurtulan Doğu Avrupalılar ve Avrupalı eski Sovyet cumhuriyetleri süratle Avrupa Birliği ve NATO üyeliği peşine düştüler. Bu süreçte NATO, üyelerine sağladığı güvenlik şemsiyesi ile, Avrupa’da istikrarın en önemli garantisi olarak görüldü.

 

Ancak 20’nci yüzyılın sonuna doğru, Çin’in yeni küresel rakip olarak yükselmesi ABD’nin Soğuk Savaş sonrası güvenlik politikalarını Avrupa merkezli olmaktan çıkararak Asya merkezli hale getirmesine yol açtı. Obama’nın başlattığı Avrupa ve Ortadoğu’daki askeri varlığı azaltarak Asya’ya ağırlık verme stratejisi, Çin’in etrafında yeni müttefiklerin katılımı ve mevcut ittifakların güçlendirilmesi yoluyla bir ittifak ağının kurulmasını esas alıyordu.

 

Bu kuşatmaya Rusya’nın dahil edilmesiyle, oluşmakta olan Rus-Çin ittifakının önlenmesi amaçlanmaktaydı. Tıpkı 1972 yılında, Nixon’ın sürpriz Pekin ziyareti ile başlatılan ilişkiler yoluyla, Çin’in SSCB ekseninden koparılmasına benzer bir süreçle, Rusya’nın Çin’le ittifaktan vazgeçirilmesi umut ediliyordu. Bu amaca matuf olarak, ABD ve Japonya Rusya’ya çok önemli siyasi ve ekonomik avantajlar sundular. Putin’le yakın ilişkilere önem veren Trump döneminde de bu strateji Amerikan dış politikasına yön verdi. Örneğin Suriye’de ABD, Rusya ile karşı karşıya gelmek istemedi ve adeta Suriye’deki Rus nüfuz sahasını kabul etti. Yine 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ABD’nin güçlü tepkisi ile karşılanmadı. Ancak Putin’in Avrupa’da ve Ortadoğu’daki nüfuz alanını genişletme konusundaki tatmin olmaz iştahı, özellikle Avrupa’nın güvenlik kaygılarını had safhaya ulaştırdı. Nihayet Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali, ABD güvenlik politikalarında bir kırılma noktası olabilir.

 

Ancak Rus yayılmacılığının baskısını en yakından hissedecek olan yine Avrupa’nın kendisidir. Avrupa bu noktada geleceği tartışmalı bir Amerikan askeri varlığına daha fazla bel bağlamaktan vazgeçerek, “kendi güvenliğini kendi başına temin etme” ilkesine uygun hareket etmek zorunda.

 

En başta da nükleer caydırıcılığa sahip olmayan Almanya açısından bu yeni durum hiç de arzu edilmeyen bir gelişme. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Putin’in nükleer kartı açıkça sahaya sürmesi, sadece ABD’nin yeni stratejik paradigmasını sarsmakla kalmadı, aynı zamanda Almanya’yı güvenlik konusunda kendi başına yeterli hale gelmesi gerekliliği konusunda da ikna etmiş durumda. Başbakan Olaf Scholz’un açıkladığı dev askeri harcama planı ile Almanya sadece kendi silahlanmasını artırmakla kalmadı, aynı zamanda yoğun eleştirilerin ardından Alman yapımı silahların çatışma bölgelerine transfer ya da ihracına koyduğu yasağı Ukrayna bağlamında kaldırmış oldu. Böylece Almanya yumuşak ekonomik güç olmaktan çıkarak, sert Avrupa siyasetine dönüş yapıyor. Kuşkusuz bütün bunlar Putin’in görmek istemediği gelişmelerdi.

 

Çin, Japonya ve Ukrayna Krizi

 

Rusya coğrafi olarak çok geniş bir alana hükmediyor. Emperyal rekabetler, Rusya ile bu geniş coğrafyanın her tarafında komşusu olan güçler arasında savaşların yoğurduğu güçlü bir tarihi hafıza ortaya çıkardı. Bunlar arasında Çin ve Japonya da bulunuyor.

 

Çin’in bir yanda Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü vurgulayan açıklamaları, diğer tarafta Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlara iştirak etmeyi kabul etmemesi bir denge politikası olarak görülebilir. Ancak Çin’in, herhangi bir ülkede ayrılıkçı bölgelere bağımsızlık verilmesinin ortaya çıkaracağı etkilerin Tibet ve Doğu Türkistan gibi kendi ayrılıkçı bölgelerine uzanmasından ve yine her ne kadar aralarındaki stratejik ortaklığa rağmen Rusya’nın güçlenmesinden duyduğu endişeleri tahmin etmek zor olmasa gerek. Diğer tarafta Çin bu krizi kendisi açısından nüfuz alanını genişletme anlamında bir fırsat olarak da görebilir. Bu anlamdaki en önemli fırsat ekonomik açıdan köşeye sıkışmış Moskova’nın Pekin’e daha fazla yakınlaşması ve bağımlı hale gelmesi olacak. Diğer tarafta tıpkı Avrupa gibi Asya’da da Soğuk Savaş’ın hatları yeniden oluşurken, Çin’in kendi bölgesinde nüfuz alanını tahkim etmeye yönelik adımları kuşkusuz en fazla Tayvan ve Japonya’yı kaygılandırıyor. Bu anlamda, Çin’in Kuzey Kore ile işbirliğini artırma kararı alması dikkat çekici bir gelişmeydi.

 

İkinci Dünya Savaşı tecrübesi nedeniyle Japonya’nın kaderi bir çok açıdan Almanya’ya benziyor. Tıpkı Almanya gibi, Japon dış politikasında da yumuşak güce vurgu yapan liberalizm, Soğuk Savaş boyunca daha baskın eğilim olmayı sürdürdü. Ancak 1991’de Körfez Savaşı’nda faturanın yarısını karşıladığı halde, Kuveyt emirinin teşekkür mektubu yazdığı ülkelerden biri olmamasının Tokyo’da yarattığı hayal kırıklığı ve şokun bir kırılma noktası olduğu kabul ediliyor. Yumuşak güç ve ekonomik yardım (omiyage) diplomasisi Japonya’yı dikkate alınır bir güç konumuna getirememişti. Daha sonraki dönemlerde Çin’in kaydettiği ekonomik ve siyasi güç hem Japonya’yı geri planda bıraktı hem de bölgesel tehdit algılarını artırarak yeniden askeri güce dönüşe dair tartışmaları artırdı.

 

Şimdi Ukrayna kriziyle birlikte içine girilen realpolitik iklimin Japonya’da bu tartışmaları yeniden alevlendirmesi beklenebilir. Her ne kadar Ukrayna uzak olsa da Rusya, Japonya için yakın bir tehdit ve Japon dış politikasının en önemli unsurlarından biri. 1905 yılında Japonya’nın Rusya’yı bir donanma savaşında mağlup etmesi, Kuzey Çin bölgesinde iki güç arasındaki emperyal rekabetin başlangıcıydı. Rusya daha sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya’ya ait dört adayı ilhak ederek bu yenilginin intikamını aldı. Ancak bu konudaki anlaşmazlık giderilemediği için iki ülke arasında savaşı bitiren bir barış anlaşması henüz imzalanabilmiş değil. İkili ilişkilerdeki gerginliğin bir başka nedeni de giderek derinleşen Rusya-Çin askeri ittifakının Japonya’yı rahatsız etmesi.

 

Bu nedenle Japonya, Avrupalı müttefiklerinin aksine Rusya’nın Çin’den koparılarak Batı ittifakına yakınlaştırılması stratejisine destek verdi. Özellikle Başbakan Şinzo Abe döneminde Japonya bu strateji çerçevesinde Rusya’ya oldukça cömert ekonomik işbirliği sundu. Ancak günün sonunda Tokyo’nun da müşahede ettiği gibi, ne Rusya Çin’den uzaklaşabildi ne de Batı ittifakına yakınlaşabildi. Ukrayna krizi bu nedenle bu yumuşama politikasını eleştiren Japonlar tarafından bir acil durum alarmı olarak görülüyor.

 

Şayet Rusya burada güçlenmiş olarak ayrılırsa Japonya kendi bölgesinde çok güçlü iki hasımla yalnız başına kalmış olacak. Bu gelişme Japonya’nın da askeri harcamalarını görülmemiş ölçülerde artırması yolundaki baskıları artıracaktır. Japon gazetelerde yayınlanan anketlere göre, Japon kamuoyu, Rusya’ya karşı uluslararası yaptırımlara Tokyo’nun uyma kararını büyük çoğunlukla destekliyor. Daha da önemlisi Japonlar, krizin Asya’ya da sıçrayacağından ve Çin’i Tayvan’a yönelik bir hareket konusunda cesaretlendireceğinden endişeli. Bu yüksek güvensizlik ikliminde Japon hükümeti, anayasa değişikliği de dahil olmak üzere askeri güce yeniden kavuşma yönünde harekete girişebilir.

 

Türkiye’nin Denge Stratejisinde Kriz

 

Ukrayna kriziyle Türkiye’de hatırı sayılır bir Rus yanlısı lobinin ve Rusya sempatisinin varlığını hissetmiş olduk. Ancak Türkiye her ne kadar Suriye kriziyle Rusya ile stratejik ilişkiler kurmuş olsa da, bunun güvenlik algılarında ne ölçüde müesses hale geldiği tartışmalıdır. Daha ziyade Türkiye, müttefik ABD tarafından yalnız bırakıldığı bir Suriye ortamında kendi algısındaki daha büyük güvenlik kaygılarını gidermek ve Rusya’dan gelen tehdidi nötralize etmek maksadıyla Moskova ile yakınlaştı. Ancak Ukrayna kriziyle bu yakınlaşmanın ne derecede kırılgan olduğu da ortaya çıkmış oldu. Zira Rusya, Türkiye’nin, kökleri Osmanlı’ya kadar uzanan grand stratejisinde varoluşsal bir tehdit olarak algılanageldi ve bu durum gelişen ilişkilere rağmen temelde değişmedi. Öyle anlaşılıyor ki bu kriz vesilesiyle Türkiye kendisini Batı ittifakı tarafında daha net konumlandırma anlamında bir fırsat elde etmiş durumda. Şayet Batılı müttefikler de Türkiye’ye yönelik olumlu adımlarla karşılık verirse ilişkilerdeki gerginlik tamiri mümkün hale gelir.

 

Diğer tarafta Ukrayna, askeri-endüstriyel kompleksi ile Türkiye açısından askeri işbirliği noktasında kritik öneme sahip bir ülke. Ukrayna havacılık ve uzay bilimleri alanında dünyanın en büyük dokuz ülkesinden biri. Ünlü Antonov da dahil olmak üzere uçak ve uçak motoru üreten şirketleri var. Kendi uydusunu üretip, kendi kapasitesiyle uzaya gönderebilen sayılı ülkeden biri. Bu arada başta insansız hava araçları konusunda olmak üzere, Ukrayna ve Türkiye askeri sanayileri arasında daha da geliştirilebilecek güçlü işbirliği alanları mevcut.

 

Her ne kadar Rusya’nın da Türkiye açısından askeri, stratejik ve ekonomik önemi ortada olsa da, iki blok arasındaki mütereddit ülke konumu da Türkiye’ye her iki blokun kendi mensuplarına sunduğu avantajlardan tam olarak yararlanamamasına neden oluyor. Örneğin Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemini satın alma kararı, üretim ortağı olduğu halde, F-35 savaş uçağı projesinden dışlanmasına ve askeri alanda türlü yaptırımlara neden oldu. Bu nedenle denge politikası kriz ortamından çıkmada yararlı bir enstrüman olarak görünse de, bu politikanın, özellikle giderek şiddetlenecek bir yeni Soğuk Savaş ortamında uzun vadeli kalıcı bir stratejinin temeli olmayacağı açıktır. 

 

Özetle, Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali, sadece Avrupa’da değil, Doğu Asya’da da güvenlik kaygılarını artıracak, ittifak hatlarını keskinleştirecek ve kolektif savunma mekanizmalarını güçlendirecek bir gelişmedir. Ukrayna’ya yapılan saldırının, bu ülkenin henüz NATO üyesi olmamasının ortaya çıkardığı fırsat penceresini suistimal ederek gerçekleştiğini tespit etmek gerekiyor. Bu noktadan sonra NATO Gürcistan, Bosna-Hersek ve şimdi Kosova gibi Doğu Avrupa ülkelerinin yanı sıra Putin’in tehditlerine rağmen ve o tehditler nedeniyle, Finlandiya ve İsveç gibi NATO üyesi olmayan Batı Avrupa ülkelerinin de üyelik baskısıyla karşılaşacak. Türkiye için de NATO’daki geleceğinin artık her türlü güvenlik ve dış politika tartışmasının üzerinde olacağı yeni bir dönem başlıyor. Şayet Rusya, kendi ulusal güvenliğini artırma gayesiyle bu işgale kalkışmışsa, düşündüğünün tam aksine, kendisini daha da zayıflamış ve kuşatılmış hissedeceği bir güvenlik ikileminin tam ortasına düştü.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.