Ulus, Ümmet ve Vatandaşlık: Cumhuriyet’in 100’üncü Yılında Kimlik/ler


- MURAT ÇEMREK
- 26 Ekim 2023
Cumhuriyet’in 100’üncü yılını Cumhuriyet’in kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı’nın devrimleri çerçevesinde pazar günü idrak edeceğiz. Peki Cumhuriyet’in yüzüncü sene-i devriyesi sadece geçen sürenin uzunluğu bakımından mı önemli?
Yüzyıllık bir flashback ile başlayalım.
TBMM’nin ikinci döneminin (İkinci Meclis) hicri 18 Rebiülevvel 1342, rumi 29 Teşrinievvel 1339 ve miladi takvimle de 29 Ekim 1923 Pazartesi tarihli celsesinde dönemin Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in (Atatürk) hazırladığı 364 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair kanun teklifi çerçevesinde mevzubahis kanunun 1, 2, 4, 10, 11 ve 12’nci maddeleri olmak üzere toplam altı maddesinde değişiklik yapıldı. Böylece Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun ilk maddesi “Hâkimiyet, bilâkaydü şart Milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir” şekilde değiştirilerek Türkiye Cumhuriyeti yeni rejim olarak vücut buldu.
Bu gelişme en azından bir önceki gece Çankaya’daki akşam yemeğine iştirak edip “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” hitabına muhatap zevat için pek de şaşırtıcı değildi. TBMM’deki oylamaya katılan 158 üyenin hepsinin oyunu alan Mustafa Kemal, ilk cumhurbaşkanı seçilirken, 23 Nisan 1920’deki kuruluşuyla gerçekleşen Meclis Hükümeti modelinden 16 Nisan 2017’deki referandumda kabul edilip 9 Temmuz 2018’den itibaren de uygulamaya konulan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne kadar hayatta kalacak parlamenter sisteme de geçiliyordu. Atatürk devrimlerinden Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik çerçevesinde 26 Aralık 1925 tarihli 698 sayılı Kanun eşliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî takvimi miladi takvim kabul edildi ve yeni takvim 1 Ocak 1926’dan itibaren kullanılmaya başlandı. Bu çerçevedeki son değişiklik ise 10 Ocak 1945’te 4696 sayılı Kanun eşliğinde “teşrinievvel, teşrinisani, kânunuevvel, kânunusani” ay adlarının sırasıyla “ekim, kasım, aralık, ocak” olarak değişmesi oldu. Kısacası; astronomik, ay, güneş ve ay-güneş terkipli parametreler çerçevesinde cari ve/ya arkaik takvimlere göre hesaplamalar çeşitlilik gösterse de Cumhuriyet’in 100’üncü yılını Cumhuriyet’in kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı’nın devrimleri çerçevesinde yukarıda bahsi geçen kanuna müntesip olarak pazar günü idrak edeceğiz. Peki Cumhuriyet’in yüzüncü sene-i devriyesi sadece geçen sürenin uzunluğu bakımından mı önemli?
İnsanlar için olduğu gibi insanların elinden çıkan kurumlar için de doğum günü kutlamaları özellikle yaş aldıkça -hadi yaşlanma demeyelim- daha önemli hale gelmektedir. Aslında bütün bu kutlamaların arkasında -dördüncü boyut da kabul edilen- zamana ve zamanla gelen çürümeye karşı direnme gücünü dosta düşmana tantanalı kutlamalar eşliğinde göstermek yatmaktadır. Bu kurumsal şenliklere örnek olarak -siyasal değil ama sosyal boyutu ağır basan- evlilik yıldönümü kutlamalarını, derinleşen hiper/moderniteye paralel artan boşanmalara ve azalan evliliklere rağmen oldukça manidar bulurum.
Türkiye Cumhuriyeti, ortalama bir insan ömründen uzağa erişerek hiç de yabana atılmayacak bir kurumsallaşmayı başarmış gözüküyor. Çünkü Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 Türk devletinin hiçbirisi cumhuriyet ile idare olunmamıştır. Öte yandan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin amiral gemisi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın, kuruluş tarihini, Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın tahta çıkışına atıfla MÖ. 209 ile başlattığını göz önüne alırsak, 2200 yıldan uzun Türk siyasi tarihinin yüzde 5’ten az bölümüne tekabül eder Cumhuriyet rejimi. Öte yandan, tekrar babadan oğula, ekber erşed sistemine veya yeni bir Fetret Dönemi’yle sonuçlanacak kanlı veya kansız taht kavgalarına yol açacak saltanata dönmeme tercihi, Cumhuriyet yönetiminin toplum nezdinde de içselleştirildiğinin kanıtıdır. Ne Türk tarihinde ne de Anadolu coğrafyasında örneği olan bir siyasal rejimi, baştaki bütün yoksunluklarına rağmen kesintisiz bir yüzyıldır ikame etmek bu yüzden hiç de yabana atılacak gibi değildir. Elbette Osmanlı ve/ya diğer geçmişte kalan hanedanların saltanatlarını hortlatmak isteyen veya yeni bir aile saltanatı kurmak isteyenler olabilir, lakin bu güruhun oldukça marjinal kaldığını ve böyle bir hevesleri varsa dahi en azından günümüzde bunu Cumhuriyet kisvesi altında yapmaya mecbur oldukları düşüncesindeyim. Hatta onların da Cumhuriyet görünümlü bu hanedanlıklar işlerine gelmektedir. Mesela, Suriye bir cumhuriyet olmasına rağmen siyasal iktidarın babası Hafız Esad’ın ölümünden sonra Beşar Esad’a hem de bir parlamento oylamasının sonucunda geçtiğini televizyondan izlediğimde bazı milletvekillerinin oylama sırasında ağlaşmalarını oldukça ironik bulmuştum. Bir de siyasal otoriteyi ele geçiren aile bireylerinin illa çeşitli kamusal iktidar alanlarını ve bağlı kaynaklarını görünür şekilde elinde tutmalarına gerek yok. Perde arkasından karar verme mekanizmalarında olmaları onlar açısından da oldukça yeterli. Böylece ülkede bir aile kabinesi bir de görünür kabine mümkün olabiliyor. Nihayetinde siyaset -amiyane tabirle- yeme ve yedirme sanatı değil mi? (Aile, iktidar sahipleri ya da değil, herkes için elbette değerlidir, çünkü dizisi var oradan biliyorum ama yine de bir Sopranos değil.)
Cumhuriyet Eşittir Demokrasi midir?
Bir diğer yanılgı ise cumhuriyet ile demokrasinin özdeşleştirilmesi. Hanedan saltanatına son verildiğine göre cumhuriyetin doğası gereği demokratik olmasını bekliyoruz, en azından umuyoruz, lakin bu ne cumhuriyet ne de demokrasi için yeter ya da gerek şart bile değil. Mutlak monarşilerde değilse bile meşruti olanlarında yetkin demokrasiler kurmak mümkün olduğu gibi totaliterlikte mutlak monarşilerin bile eline su dökemeyeceği mebzul miktarda cumhuriyet örneğine rastlamak mümkün. İlki için Birleşik Krallık ve kıta Avrupa’sındaki meşruti monarşileri, ikincisi için ise Arap Baharı’nın sebebi cumhuriyetleri saysam yeterlidir. Dahası, bal deyince ağız tatlanmadığı gibi adı “cumhuriyet” olunca hiçbir siyasal rejimde de Ahmet Okumuş’un Latincemi parlatmama vesile olan 20 Ekim 2023 tarihli Cumhuriyet: Trajik Bir Rejim yazısında teorik olarak öngördüğü gibi “Res publica, res populi” olmuyor.
Öte yandan, 12 Eylül 1980’de düzenledikleri askeri darbeden hemen 11 gün sonra dönemin Milli Güvenlik Konseyi, Atatürk’ün Doğumunun 100’üncü Yılının Kutlanması ve “Atatürk Kültür Merkezi” Kurulması Hakkında 23 Eylül 1980 tarihli 2309 sayılı Kanun çerçevesinde 1981 yılını “Atatürk Yılı” ilan ederek tüm yılı yurt içinde ve yurt dışında çok çeşitli etkinliklerle kutlamışlardı. Bu kutlamalarla karşılaştırıldığında Cumhuriyet’in 100’üncü yılının kıyas bile kabul etmez şekilde oldukça sönük geçtiğini görebiliriz. Bu konuda Murat Yetkin’in 22 Ekim 2023 tarihli Cumhurbaşkanı Cumhuriyet’in 100. Yılını Bir Kuru Mesajla mı Anacak? ve bu yazıda atıf yaptığı Barçın Yinanç’ın 17 Ekim 2023 tarihli Yabancı Büyükelçilerde Cumhuriyet’in 100. Yılı Şaşkınlığı yazıları fazladan bir şey söylemeye gerek bıraktırmıyor. Elbette bunda Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e saldırısına ikincisinin orantısız güçle mukabele ettiği ve iki haftayı aşkındır Gazze’de yaşanan insanlık dramı esnasında ilan edilen üç günlük ulusal yas ve 28 Ekim’de AK Parti İstanbul İl Başkanlığı’nca düzenlenecek ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katılacağı Büyük Filistin Mitingi’nin de etkisi olsa da öncesindeki koca senenin de yarısından fazlası Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler için bitmek bilmeyen tartışmalar eşliğinde kaynadı gitti zaten.
Cumhuriyet’le Gelen Ulus Kimliği
Cumhuriyet’in dalyasında en azından sorulması gereken temel sorulardan bir tanesi de şu: Altı asırlık Osmanlı hanedanlığı yönetiminin kabaca son 50 yılında rüşeym halde II. Abdülhamid’in Rusya ile 93 Harbi’ni gerekçe göstererek Meclis-i Mebusan’ı açılışından üç ay sonra kapatması ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de II. Meşrutiyet sonrasında müşteki olduğu istibdat rejimini aratacak bir diktaya dönüşmesiyle iki kez rüşeym halde boğulan meşruti monarşi denemelerinin başarısızlığı ortadayken Cumhuriyet nasıl oldu da bir yüzyılı devirmeyi başardı? Kanaatimce buradaki başarı, Cumhuriyet’in gençlere emanet edilmesi ve kurucularının Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisinden gelmeleriyle teşkilatçılık kültürüne sahip olmalarının ötesinde Cumhuriyet’le gelen ulus kimliğinin ete kemiğe büründürülerek kendini her an her yerde hissettirmesi, hatta kimlik kartlarından pasaportlara her türlü devlet evrakında kendini materyalleştirebilmesinden kaynaklanıyor. Okuma yazmayı kamuya yayarak kamusal alanı dönüştürmekle kalmayıp yeniden inşa eden Cumhuriyet, daha öncesinde tebaa olanları vatandaşları kılarak da onları bu okuryazar kamusallığında biteviye şekillendirmiştir. İşin özü, bir siyasal rejim kendini var edebilmek için az zamanda çok ve büyük işler başarmak adına uygulamaya koyduğu devrimlerin birçoğunu modern dünyanın parçası olmak adına inşa ettiği ulusa ve onun siyasal izdüşümü ulus-devlete entegre etme konusunda görünen odur ki nihai kertede başarıya ulaşmıştır.
Ulus denince aklıma halen çocukluğumda ilk kez gittiğim Ankara’daki Ulus ve Atatürk’ün at üstündeki heykelinin gelmesinden kendimi alamıyorum. Künhüne ancak siyaset bilimi doktoram esnasında derslerimden birinin Milliyetçilik Teorileri olması sayesinde vakıf olduğum ulus/millet ve türev kavramlarıyla da ilişkim sanırım biraz bu yüzden geç gelişti. Dahası, kabaca yekdiğerinin yerine kullanılsa da millet ve türevleri ulus ve türevlerinin anlam tayfındaki izdüşümlerine tam da karşılık gelmiyordu. Sanki Öklid geometrisini hiperbolik uzayda işlevsel kılmaya çalışmak gibi beyhude bir gayretti, zira millet ne kadar milliyetçi-mukaddesatçı çevrelerin tekelindeyse ulus da bir o kadar ulusalcı-seküler grupların himayesindeydi. Ulusal bayramların ve anma törenlerinin bir festivalden ziyade bir angarya etkinliğine dönüşmesi de en azından benim için ulus kimliğini idrak etmemi öteledi.
Öte yandan, ne vatandaşlık ile ulusal kimliği özdeşleştirmek ne de ulusal kimliği salt bir siyasal forma indirgemek anlamlı artık. Bir devletin vatandaşlarından bekleyebileceği en büyük fedakârlık, kendi hayatlarını gerektiğinde gözlerini bile kırpmadan ülkeleri -ve tabii ki cari siyasal rejim- için verebilmeleriydi. Kaldı ki; en azından benim için bir insanın gösterebileceği en büyük fedakârlık kendi canından vazgeçmesi değil, evladının canından vazgeçmek veya savaş denen insanlığın cinnet hali uğruna başka bir cana kıymak. Elbette tarih boyunca her savaş kişinin ülkesini hatta kendi topraklarını, ailesini ve kutsal değerlerini savunmak veya barbarlara medeniyet götürmek veya kutsal inancı kâfirlere ulaştırmak adına meşrulaştırıla gelmiştir. Artık vatandaşlık büyük ölçüde alınıp satılan bir şey olduğuna göre kimseden ne kendi canlarını ne de evlatlarının canlarını ülkeleri için feda etmelerini beklemek eski anlamını barındırmıyor. Örneğin, başka bir ülkenin vatandaşı 400.000 ABD doları değerinde bir gayrimenkul edinip üç yıl satmaması karşılığında veya bu miktarı Türkiye’de bir bankaya üç yıl çekmemek ve faizini de almak üzere yatırdığında doğrudan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olabiliyor. Bu paranın vatandaşlığı veren devletin egemenlik nişanelerinden olan para birimi üzerinden değil de başka bir ülkenin kuru üzerinden takdir edilmesinin bile başlı başına kemal-i taaccüb olduğu izahtan varestedir. Bu verdiğim örnek sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil zaten. Geçenlerde bir konferans vesilesiyle gittiğim Portekiz’de 280.000 euro değerinde bir mülk edindiğinizde öncelikle uzun oturum izni ve sonrasında gerekli şartları sağladığınızda da vatandaşlık edinilebildiğini öğrenmem bende de bir iştiyak uyandırmadı değil. Neyse ki vergisiyle vs. düz hesap 300.000 euronun karşılığı Türk lirası rakam olarak zihnimde belirince, bu iştiyak ışık hızıyla söndü.
Dinler ve İdeolojiler
Ümmet meselesine gelince, modernite öncesi zamanlarda tüm dünyada toplumları öncelikle bir arada tutan çimento dindi. Aydınlanma sonrasında dinin yerini başta milliyetçilik olmak üzere liberalizmden feminizme ideolojiler aldı. İdeolojilere Ortodoks Marksistler gibi ön cepheden “yanlış bilinç/lenme” olarak bakmak yerine onları profanlaşan dünyanın fikri yapı taşları olarak görmeyi daha mütenasip buluyorum. Kaldı ki; bir ideoloji olarak Marksizm de pek tabii bir yanlış bilinçlenme olarak okunabilir. Dahası, dinler nasıl kadim zamanların ideolojileriyse, ideolojiler de pek tabii ritüelleriyle modern zamanların dinleri haline gelmiştir. Bireyler dinsel toplulukların parçası olduklarını toplu ibadetler ve ayinler ile fark ettiklerinden bu birliktelikler de belli aralıklarla biteviye tekrarlanırken, örneğin mensubiyetlerine göre İslam ümmetinin veya Christendom’un parçası olduklarını bu birlikteliklerle idrak ederler. Öte yandan, ümmetin parçası olmaya dair psikolojik tatmin, çipli veya çipsiz kimlik kartlarında veya pasaportlarda tecelli etmez haliyle. Günün sonunda etnik, dini, mezhepsel vs. bütün kimlikler biz onlara ne kadar ait hissediyorsak o kadar bizimdirler ve bizler de o kadar onlara aitizdir. İşte bu aidiyet statik değildir ve inancımızı kaybettiğimizde yerle yeksan olur. Kısacası, bir devlet kimlik kartı verdi diye oraya aidiyet hissetmek zorunda olmadığımız gibi işlevini yitirdiyse kimse bir topluluğun parçasını olmaya ikna edilemez. Devletler de bunun farkında olduklarından, ulusal sembolleri ve ritüelleri adeta gözümüzün içine sokarak bu farkındalığı uyandırırlar ve bu da banal milliyetçiliği oluşturur. Aslında hava gibi etrafımızı sarmasına rağmen bu sembollerin varlığından çok da haberdar olmayız ama yokluklarında kıyamet gibi bir şeyin olduğunun hemen farkına varırız. Dinlerin ritüelleri de böyledir. Mesela bir Hristiyan için hiç kilise çanının çalmadığını veya bir Müslüman için hiç ezan sesinin duyulmadığını veya aynı şekilde vatandaşı olduğunuz ülkenin ulusal bayrağının hiçbir yerde gönderde olmadığını, hiçbir şekilde ulusal marşının çalınmadığını düşünün. Düşünemediniz bile değil mi?
Sonuç olarak, Osmanlı-Türk modernleşmesinin izlerini sürersek ne ümmetçilik ne de milliyetçilik Cumhuriyet’le başlamadı veya bunlar birer kimliğe daha öncesinde dönüşmüşlerdi. Cumhuriyet’in kurucularına göre İslam kamusal alanda Bizans geleneğinin devamı olarak devletin istediği kadar var olabilecekti ve bunun haricinde bireysel vicdanda ve ritüellerde elbette var olabilirdi. İsteyenler kendilerini yine İslam ümmetinin parçası sayabilirlerdi, lakin en birincil aidiyetleri olan uluslarına sadakatlerinin uzantısı ulusal kimlikleri olmalıydı. Bütün siyasal rejimler kendilerine kul köle hatta trol olacak ama bunun da adının erdemli vatandaş konulacağı militanlar arzu ederler. Bu eşyanın tabiatı gereğidir. Buradaki militan ya da erdemli vatandaş da bir homo nationalis hatta mümkünse ulusal bir insan-ı-kâmil var etme amacına matuftu. Herkesi kendi inanç sistemimize istesek de döndüremeyeceğimize göre herkesi mensubu bulunduğumuz ulusun parçası kılamayız, lakin siyasal otorite bakımından onları ram edebiliriz. İnsanların sadece din değil herhangi bir konuda gerçekten inanıp inanmadıklarını bilemeyiz ama siyasal otoriteye bağlı kıldığınız sürece kişilerin inanıyor gibi uygulamalarına icbar edebilirsiniz. Cumhuriyet 100’üncü yılına girerken bu kimliklerden hangilerinin icbar edildiğini, hangisinin hegemonik bir içtenlikle içselleştirildiğini ve ikinci yüzyılında nasıl bir dönüşüme uğrayacağını ömrümüz oldukça göreceğiz.

MURAT ÇEMREK
