“Ulusların Düşüşü”nün Liberal Oku(n)ması ve Açmazları

Ulusların Düşüşü eserinde, dünyadaki yoksulluğun ve zenginliğin oluşumunda siyasal ve ekonomik kurumların birbirlerini etkileyerek dünyanın farklı coğrafyalarında kimi ülkeleri zenginliğe kimi ülkeleri de yoksulluğa ittiği ileri sürülmektedir. Kapsayıcı ekonomik kurum oluşturmuş bir ülke veya kapsayıcı siyasi kurumlar inşa etmiş bir toplum eğer insan hayatını ıskalıyorsa veya önemsizleştiriyorsa doğal olarak şu soru sorulmaz mı: Kurum(lar) mı İnsan mı?

“Ulusların Düşüşü”nün Liberal Oku(n)ması ve Açmazları

İktisadi kalkınma modelleri, 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren özelde iktisadın, genelde sosyal bilimlerin popüler konularından biri olmuştur. Kalkınma teorileri genellikle dünya ölçeğindeki ülkelerin iktisadi görünümünü; gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve az gelişmiş ülkeler kategorisi içinde analize tabi tutar. Bu modeller, kimi zaman Klasik İktisat Teorisi, kimi zaman Neo-Klasik İktisat Teorisi ya da MIT’de iktisat profesörü Daron Acemoğlu ile Harvard Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olan James A. Robinson tarafından dillendirilen Kurumsal İktisat Teorisi bağlamında analize tabi tutulur.

 

Hiç şüphesiz farklı iktisadi teoriler olmakla beraber, Daron Acemoğlu ve James A. Robinson tarafından “Ulusların Düşüşü – Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri” isimli kitapta kendi ifadeleriyle ileri sürdükleri Kurumsal İktisat Kuramı üzerinden, dünyanın farklı coğrafyalarındaki kimi ülkelerin ve toplumların neden zengin ve refah içinde oldukları halde kimi ülke ve toplumların neden yoksulluk ve sefalet içinde yaşadıkları izah edilmeye çalışılmaktadır. Burada oldukça geniş örneklem üzerinden ülkelerin topografyasını ortaya koymayı başardıkları rahatlıkla görülmekte. İnka ve Maya medeniyetlerinden Roma İmparatorluğu’na, Kongo Cumhuriyeti’nden Güney Kore’ye, Kuzey Kore’den Tanzanya’ya, Fransız Devrimi’nden Botswana’ya, Arap Baharı dolayımında Mısır’dan İspanya’ya kadar geniş bir spektrum içinde analize tabi tuttukları bu ülkeleri okuduğunuzda bir nevi devletlerin tarihine ilişkin ansiklopedik bilgilere de sahip olunmakta.

 

 

Ulusların Düşüşü eseri, neolitik dönemden 21’inci yüzyıla kadar insanlığın tarihsel serüveninde farklı deneyimlere sahip ülkelerin zenginliğini, refahını ve yoksulluğunu iktisat ve siyasetin perspektifinden, yani ekonomi-politik eksen üzerinden okumaya çalışmaktadır. Kitabın müellifi olan iki yazar her ne kadar liberal kimlikleriyle bilinse de, ekonomi-politik okumanın bir tür Marksist okuma olduğunu da söylemeden geçmemek gerekir.

 

Ulusların Düşüşü’nün, İskoçyalı düşünür, İktisatçı ve Ahlak Felsefecisi Adam Smith’in 1776 yılında yayınladığı Ulusların Zenginliği kitabına gönderme yaptığı, hatta Adam Smith’in kitabının tam adı olan “Milletlerin Zenginliği, Doğası ve Nedenleri Üzerine Bir İnceleme” başlıklı eseriyle isim bağlamında neredeyse benzerlik gösterdiği ilk bakışta hemen göze çarpar. Daron Acemoğlu ile James A. Robinson’un birlikte kaleme aldıkları kitabın tam adının “Ulusların Düşüşü – Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri ” olması bu savı teyit eder nitelikte. Adam Smith’in, literatürde “Ekonominin Babası”, “Kapitalizmin Babası” ya da iktisadi liberalizm ile siyasi liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri olarak anılmasına karşın, Kurumsal İktisat Okulu’nun aynı çapta bir ekol veya kurucu babalık vasfına sahip olduğu söylenemez.

 

“Ulusların Zenginliği”nden “Ulusların Düşüşü”ne

 

Adam Smith’in beş ayrı bölümden oluşan Ulusların Zenginliği kitabının İktisadi Kalkınma, Devletlerin Rolü, Sermaye Birikimi, İktisat Teorisi ve Politikası gibi neredeyse tüm alt başlıklarını, başlıklar şeklinde olmasa bile içerik olarak Ulusların Düşüşü kitabının sayfalarında ilerlerken rahatlıkla görebilmekteyiz. Hele Devletlerin Rolü ve İktisadi Kalkınma başlığı kitapta sıklıkla dillendirilmekte, somutlaştırılmakta ve devletler ile toplumlar bu minval üzere okunmaktadır. Bu benzerlik doğal olmakla birlikte, İktisadın kurucu babası ve sistematize ettiği teori ile Liberal İktisat modelini ortaya koyan Adam Smith’in 21’inci yüzyıldaki izdüşümü gibi bir çerçeveyle ulusların zenginliğini, yoksulluğunu ve gücünü tekrar liberal bir okumaya tabi tutmak, bir liberal iktisatçı için kendini tekrara düşürmekten öteye götürmeyebilir. Zira 250 yıldır İktisadi Liberalizmin, insanlığa refahı ve zenginliği tüm dünya ölçeğinde yaymayı başaramadığı hem liberal iktisatçılar tarafından hem de BM ve diğer uluslararası kurumların veri ve analizlerinde sıklıkla dillendirilmektedir. Dünya ölçeğinde yoksulluğun derinleştiği, gelir adaletsizliğindeki uçurumun arttığı ve dünyadaki eşitsizliğin hiç olmadığı kadar fazlalaştığı gibi bilindik tespitleri, bu savımızı somutlaştırmak için rahatlıkla kurulabilecek cümlelerdendir. Sadece belli bir coğrafyayı ya da belli bir azınlığı memnun ettiği tabii ki ileri sürebilir.

 

 

Eleştirel bir okuma veya iktisadi/kalkınma teorilerini yeni bir okuma ile inşaya tabi tutmak gibi güçlü bir seçenek dururken, Adam Smith’in teorisini 21’inci yüzyılın diliyle tekrar etmek, aynı şeyi sürekli deneyip sonuç almamaya iten bilindik neden-sonuç ilişkisine, yani determinizme düşmek gibi bir açmaza yazarları ya da kuramı ittiği söylenebilir.

 

Kurumsal İktisat Okulu

 

15 yıllık uzun bir çalışmanın sonucunda 15 bölümden oluşan Ulusların Düşüşü kitabının özetle ya da ilk 70 sayfasında geçen ifadeyle kuramları, eserin 47-48’inci sayfasında şu şekilde dile getirilmekte: “Bir ülkenin zengin mi yoksa yoksul mu olduğunun belirlenmesinde ekonomik kurumların kritik bir rol üstlenmelerine karşın, ülkelerin ne tür ekonomik kurumlara sahip bulunduğunu belirleyenin ise siyaset ve siyasi kurumlar olduğudur.” Yani dünyadaki yoksulluğun ve zenginliğin oluşumunda siyasal ve ekonomik kurumların birbirlerini etkileyerek dünyanın farklı coğrafyalarında kimi ülkeleri zenginliğe kimi ülkeleri de yoksulluğa ittiği ileri sürülerek, buradaki kritik öğenin kurumlar olduğuna dikkat çekilmektedir.

 

Kurumları öne çıkaran bu yaklaşıma, bu yüzden Kurumsal İktisat Okulu denmektedir. İktisat literatüründe Klasik İktisat Teorisi kadar popüler olmasa da az buçuk akademi dünyasında bilinegelen bir teoridir. Yalnız baskın bir iktisadi teori/okul niteliğinde olduğu söylenemez, hatta pek benimsenmediği de söylenebilir. Kurumsal İktisat Okulu, ülkelerin refah ve yoksulluğunu iki ana kuruma göre teorik bir çerçeveye oturtmaktadır. Detaylı bir şekilde anlatılan ülke ve toplumların tarihsel ve güncel iktisadi/siyasi serüvenini tek bir hipoteze bağ(ım)lı kalarak (yani kurumların o ülkede olup olmadığına bakılarak) okumaya tabi tutmak, indirgemecilik gibi zaaflarla malul bir yöntemin açmazlarına düşülmesini de kaçınılmaz kılmaktadır. İktisadı, hele hele sosyal bilimlerin kompleks ve dinamik yönünü tek bir kurama/hipoteze bağlı kalarak bir tür olmazsa olmaz kabiline sokmak, yukarda temas ettiğimiz liberal okumayı, eleştirel okuma veya yeniden inşa etme retoriği üzerinden gerçekleştirememeyi ifade eder. Ya da kitabın yazarlarını tekrara düşürmekten alıkoyamamayı sağlar.

 

Ulusların zenginliğinin ve yoksulluğunun oluşumunda kritik öğenin kurumlar olduğunu söylemiştik ki kitabın neredeyse her 15 bölümünde ve tekrara düşme pahasına iki kurum sıklıkla dillendirilmektedir. Bu kurumlardan biri, Kapsayıcı Ekonomik ve Siyasi Kurumlar diğeri ise Sömürücü/Dışlayıcı Ekonomik ve Siyasi Kurumlardır. Neden sıklıkla ve “tek kurtuluş reçetesi budur” havasında dillendirildiğini somutlaştıralım. Mesela, Kongo Cumhuriyeti’nin yoksulluğu tarihsel olarak analiz edilirken ya da Arap Baharı ile etkilenen Mısır’daki otoriterlik ya da İnka ve Aztek medeniyetlerinin tarihsel süreç içinde güçlerini kaybetmesi, nedense hep bu iki kurumun varlığına veya yokluğuna bağlanılmaktadır. Farklı dinamikler, etkileşimler ve dışsal faktörler gibi unsurlar neredeyse ıskalanmakta ve bir tür üstünlükçü bir edayla “işin aslı astarı budur” deme kolaycılığına düşüldüğü görülmektedir.

 

Kurumsal İktisat Ekolü’nün temeli bahsi geçen bu iki kuruma bağlı tutulmaktadır. Burada sömürücü olanın başka bir ülke veya güç değil, toplumun kendi eliyle oluşturduğu sömürücü kurumlar öznesine sıkıştırılması aslında bir tür asıl sömürücünün/sömürücülerin perdelenmeye çalıştığını bize gösterir. Buna göre; dünya ölçeğindeki farklı ülke ve toplumların zenginliği ve refahının nedeni, oluşumu, dağılımı ve beraberinde doğurduğu çoğulcu siyasi rejimlerin hepsi “kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar”a bağlanırken, yine ülke ve toplumların yoksulluğunun nedeni, oluşumu, dağılımı ve beraberinde doğurduğu otoriter rejimlerin hepsi de “sömürücü/dışlayıcı ekonomik ve siyasi kurumlara” indirgenmektedir. Bu da, Nuray Mert’in ifadesiyle “farklı tarihsel deneyimler bu iddiayı doğrulayacak bir anlatı içine yerleştiriliyor” haklı tespitini beraberinde getirmektedir.

 

Burada karşımıza çıkan bir başka husus; Adam Smith ile başlayan Liberal tarih yazımcılığının tekrarına düşüldüğüdür. Naiflikle söylediğimiz bu hususu, Nuray Mert daha vulgar ve daha ileri bir noktaya taşıyarak şöyle demektedir: “Klasik Aydınlanmacı, liberal tarih yazımcılığına içkin ‘Batı’nın üstünlüğü’ yaklaşımının üstü örtülü tarzda yeniden ifadesi.” Bu üstünlükçü refleksin, 250 yıllık liberal iktisat, liberal tarih okuması ve siyasi liberalizmin dünyayı yoksulluğa, eşitsizliğe, savaşlara, sefalete ve haksızlığa düşürmesi tablosuna karşın dillendirilmeye devam ediliyor olması, başka hangi parametre ile izah edilebilir ki? Asgari düzeyde bir kritik yapmayarak ya da dünyadaki eşitsizlikten, derinleşen yoksulluktan özetle bu dünyayı “cennete dönüştürme” megasöyleminin failliğinden kendini tenzih kılarak tüm otoriter rejimlerin ve yoksulluğun kaynağını bir türlü oluşturulamayan şu şu kurumlara bağlamak sizce de ne kadar insafla bağdaşır? İnsanlığın yaşadığı bunca acıyı, sefaleti bilip de görmemezlik, üstüne üstlük tekrar bu iktisadi modeli kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek, yani “yine de bundan başka çıkar yol yok” demek ne kadar ahlakidir ve akademik etiğe, akademik tutarlılığa ne kadar sığar?

 

Hem Acemoğlu hem de Robinson’un, zenginliğin ve yoksulluğun kökeninin bu kurumlar olduğunu uzun uzadıya ülkelerle ilgili verdikleri ansiklopedik bilgilere boğarak anlatıp bir tür tarih aktarımı (vakanüvislik) yaparken, meseleyi sosyal bilimlerde önemli bir belirleyen veya etkileyen olgu olan ülkelerin kültürel yapılarını ve coğrafyalarını tamamen devre dışı bırakacak şekilde analize tabi tutmaları bir başka açmazı bize göstermektedir. Kendi kuramlarının haklılığını serdetmede; kestirmece bir şekilde ve sosyal bilimlerin literatüründe bir külliyata sahip, ülkelerin kültürel yapıları ile coğrafyalarını hemencecik bir seçenek olarak elemek, yine yukarda zikrettiğimiz indirgemecilik açmazı ile liberal tarih yazımcılığının üstünlük tutumundan başka bir şey olmasa gerek. Princeton Üniversitesi’nde akademisyen olan, Siyasi Tarih ve Osmanlı Tarihi alanında dünyanın önde gelen otoritelerinden biri olarak görülen Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu daha ağır bir şekilde bu durumu şöyle ifade eder: “Bu yaklaşımları, ‘kapsayıcı kuram’ üretimini ikinci el kaynaklar taranarak ‘her şeyi açıklayan gözden kaçmış tekil belirleyici’yi bulma amaçlı ‘entelektüel fantezi’ yaratma faaliyetine indirgemiştir.” Peki neden tekil belirleyici ya da indirgemeci dediğimizi şöyle izah etmeye çalışalım. Gerek Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” çalışmasındaki “kültürel” unsuru gerek İbn Haldun’un “Coğrafya Kaderdir” mottosu gerekse de Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabıyla dünyaca tanınan Jared Diamond’ın coğrafyanın belirleyiciliği yaklaşımı, Acemoğlu ve Robinson tarafından çabucak elenerek adeta ülkelerin kaderi ve tarihini “tek belirleyen kurumlardır” dedikleri için Hanioğlu ve biz bu tespiti yapmaktan geri durmamaktayız. Kitapta Coğrafya hipotezi, Kültür hipotezi ile beraber üçüncü şık olarak Cehalet hipotezi de bu indirgemeci yaklaşımla çabucak devre dışı bırakılmaktadır. Hatta Neolitik çağa kadar verdikleri örneklemle neredeyse insanlığın tüm sorunlarının çözümünü kendi kuramlarında görmeleri, haklı olarak Liberal tarih yazımcılığını kendi üstünlükçü kibirlerine soktukları eleştirilerine yol açmaktadır.

 

Sanki bu önermelerinden başka çözümler mevcut sorunların üstesinden gelemeyecek gibi üstenci bir dil ve söylemi kitabın ilk sayfalarından ortasına hatta sonlarına doğru da sıklıkla dile getirmeleri, onları tekrara düşürmekten alıkoyamamıştır. Bu durumu iki örnekle somutlaştıralım. Venedik’in zengin tarihinden şu anda adeta müzeye dönüştürülmüş hale geldiği izah edilirken, iş hemencecik kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumların yokluğuna bağlanmakta ya da İnka Medeniyeti tarihte yok olduysa, sömürücü/dışlayıcı ekonomik ve siyasi kurumlara geçişlerindendir denilerek, bu üstünlükçü hava okura hızlıca ve kestirmece salık verilmektedir.

 

Kitaba sinen bu ruhu, 3 Şubat 2022 tarihinde Etyen Mahçupyan’ın, “Aptallığın Modern Hali: Liberalizm ve Ötesi” yazısında dile getirdiği şu tespit ile vurguladığı da söylenebilir (yazının liberalizm ile ilgili olduğuna dikkati celbedelim): “Birçok liberal kendi yaklaşımlarının mutlak doğru olduğuna fazlasıyla emin gözüküyor. Ne var ki ideolojilerin işlevi de zaten bu. Her ideoloji kendi ön kabullerini gerçeklik mertebesine çıkardığında aptallığın kapısını aralar. Sonrası uygun bir anın, konjonktürün ya da meselenin gündeme gelmesini bekleyecektir.”

 

Buradaki anın ya da meselenin “Ulusların Düşüşü”nün tekil belirleyici olduğu ya da mutlak indirgemeci bir şekilde ancak kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlara sahip olunursa insanlığın kurtulacağını, refaha ve zenginliğe kapı aralayacağını dile getirmiş olmalarıdır. Venedik kapsayıcı kurumlara sahip olmadığından mı, İnka ve Aztek medeniyeti sömürücü kurumlara sahip olduğundan mı yok olmuştur? Kapsayıcı kurumları inşa ettiği için mi Sanayi Devrimi İngiltere’de vuku buldu? Sömürücü kurumları bu ülkelere miras bıraktığından mı Osmanlı veya uhdesindeki Suriye, Irak, Lübnan kapsayıcı kurumları inşa etmede geri kadı? Uzun uzadıya giden ülkeler listesinde görüleceği gibi Mahçupyan’ın “bir anın, bir konjoktürün veya bir meselenin” ideolojiye bağlanarak, mutlak doğru olduğundan fazlasıyla emin gözükmeleri bundandır demesine katılıyor olmamız bu nedenledir.

 

Osmanlı’nın Resmedilişi

 

Osmanlı demişken, kitabın 14 yerinde olumsuz olarak geçen bu devlete ilişkin tespitlerine ve Emeviler ile ilgili haksız yargılarına değindikten sonra kuramlarında ya da kitapta genel olarak görülen kimi açmazları maddeler halinde sıralayarak yazıyı nihayete erdirelim.

 

Hollanda’nın Malezya, Malaka Boğazı, Endonezya ve Doğu Hindistan Kumanyası ile Baharat Yolu’nu keşfetmesi ya da ele geçirmesi işgal olarak anılmamakta ya da Afrika’daki Kongo ile Tanzanya’nın yoksulluğa ve sefalete duçar olmasında Belçika ve diğer Batılı ülkelerin işgali, sömürmesi zikredilmemektedir. Ancak kitabın 204’üncü sayfasında Arapların 8’inci yüzyıldan itibaren İspanya’yı işgal etmesiyle, Granada, Cordoba ve Sevilla gibi büyük şehirler kurmalarına… diye devam eden tespitte “işgal” kelimesinin altı rahatlıkla çizilmektedir. Batılı literatürde Doğu’nun bir türlü bitmek bilmeyen Oryantalist okumanın ya da başka bir ifadeyle Aydınlanmacı Liberal okumanın açmazı olarak görüldüğünü söylemekle iktifa edip, Edward Said’in Oryantalizm kitabında geçen tezinin detayına girerek yazıyı ana omurgasından çıkarmamaya çalışalım.

 

Ulusların Düşüşü kitabında geçen Osmanlı Devleti’ne ilişkin kısmı ele alalım şimdi de. 496 sayfalık kitabın 14 yerinde geçen Osmanlı İmparatorluğu (ki eleştirilecek yönleri olan her devlet/imparatorluk gibi pirüpak olmayan bir devletti) hep olumsuz olarak ele alınmış; geri kalmışlık, sömürücü kurumlara sahip olması, Ortadoğu coğrafyasına hâkim olamaması, idari ve iktisadi bir düzen kuramamasından bahsedilmiştir. Dikkat çekici olan ise hâkim olduğu coğrafyada sömürgeci karakterinin altının çizilmesidir. Örnek mi? Kitabın 59’uncu sayfasından: “Ortadoğu’yu fakirleştiren coğrafyası değildi. Bunun nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleyip güçlenmesiydi ve bugün Ortadoğu’nun fakir kalmasının nedeni de bu imparatorluğun kurumsal mirasıdır.” Yukarda zikretmeye çalıştığımız Coğrafya hipotezinin ülkelerin geri kalmışlığını açıklayan bir hipotez olmadığına ilişkin savlarına bir örnek olması açısından da bu alıntı dikkat çekicidir.

 

Başka bir örnek ise sayfa 116’da şöyle geçmektedir: “Latin Amerika’nın siyasal ve ekonomik kurumları 500 yıl boyunca İspanyol sömürgeciliği tarafından şekillenmişse, Ortadoğu Osmanlı Sömürgeciliği tarafından şekillendirildi.”

 

Burada sözü uzun olması pahasına ve okurun da affına sığınarak, Osmanlı Tarihi üzerine dünyaca muteber görülen ve alanında otorite olan Princeton Üniversitesi’nden Prof. Dr. M. Şükrü Hanioğlu’nun 31 Ağustos 2014’te Sabah Gazetesi’nde yazdığı “Ortadoğu’daki sorunların suçlusu bulundu; rahat olabiliriz” yazısındaki tespitlere bırakıp aradan çekilmeyi yeğliyoruz:

 

Acemoğlu ve Robinson, Ortadoğu’daki temel kurumların, Latin Amerika’nın siyasal ve ekonomik ‘kurumları’nın beş yüz yıl süre ile İspanyol kolonyalizmi tarafından biçimlendirilmesine benzer şekilde, ‘Osmanlı kolonyalizmi’ tarafından şekillendirildiğini ileri sürüyorlar. Kendilerinin Lloyd George’un Büyük Savaş sırasında ‘Ortadoğu’nun neden Osmanlı’ya bırakılamayacağını’ açıklayan söylemini tekrarlayan anlatımına göre bölgenin kaderini ‘coğrafya’ değil ‘Osmanlı yayılmacılığı sonrasında ortaya çıkan kurumsal yapılanma’ belirlemiştir.

 

‘Osmanlı kolonyalizmi’ benzeri fazlasıyla sorunlu bir kavramsallaştırmayı keyfemâyeşâ kullanan yazarlar, Osmanlı ‘ana ülkesi’ ile ‘kolonileri’ benzeri ayrımlar yapmanın zorluğunu göz ardı etmenin yanı sıra Ortadoğu olarak dile getirilen toprakların önemli bölümünde on altıncı asırdaki Osmanlı ‘yayılması’ sonrasında ekonomik yapılanma ve uygulamada herhangi bir değişikliğin yapılmadığı, yeni kurumlar yaratılmadığı gerçeğini de görmezlikten gelmektedirler.

 

Osmanlı devleti bu bölgede Suriye’deki bazı alanlar dışında tımarlar tesis etmediği gibi mevcut vergilendirme sistemlerine de müdahale etmemiş, bölge sakinleri bunları eski usûllere göre ödemeyi sürdürmüşlerdir. Siyasal alanda da ‘benzer’ değil yerel geleneklerden etkilenen ‘farklı’ yapılanmalar ortaya çıkmış, devletin süreç içinde aşırı adem-i merkeziyetçi karakter kazanması ise uygulamaların neredeyse hiç değişmeden sürmesini sağlamıştır.

 

Martha Mundy ve Richard Saumarez Smith tarafından kaleme alınan ve birinci el kaynakları inceleyerek kıyaslamalar yapan Governing Property, Making the Modern State: Law, Administration and Production in Ottoman Syria (2007) çalışması Osmanlı reform dönemindeki değişimin de, en azından belirli bir süre, tektipleştirmekten ziyade bölgesel geleneklere dayalı ve hiyerarşisi daha zayıf bir yapılanma yaratmaya çalıştığını vurgulamaktadır.

 

Burada ‘Osmanlı’nın eşsiz, en ‘âdil’ ve bilge idare sistemine sahip olduğu benzeri yorumlardan kaçınarak şu soruları sormak gerekmektedir: ‘Osmanlı bölgeye gelmese ve Ortadoğu olarak adlandırılan alan Memlûk Devleti ve yerel liderlerin idaresi altında kalsaydı ekonomik ve siyasal kurumlar farklı mı gelişecekti?’ Ortadoğu’nun Osmanlı egemenliğine girmeyen bölgelerinde değişik ‘kurumlar’ mı oluşmuştur? ‘Bu bölgeler “Osmanlı yüzünden sanayi devrimini yakalayamayan” Ortadoğu alanlarının tersine değişik kurumlar mı yaratmışlardır?’ ‘Sanayi devriminin İngiltere ve Belçika yerine Basra ve Bingazi’de başlamasını önleyen devraldığı yapı ve uygulamalarını değiştirmeyen Osmanlı idaresi midir?’ Böylesi sorulara cevap veremeyecek ve Osmanlı’yı günümüz Ortadoğu’sunun sorunlarının aslî sorumlusu olarak kavramsallaştıran bir genelleştirmenin ‘entelektüel fantezi’ alanında dahi zayıf kaldığı vurgulanabilir.

 

Liberal Tarih Yazımcılığının Açmazı

 

Son olarak Ulusların Düşüşü kitabında ülkelerin tarihsel bilgi aktarımını liberal tarih yazımcılığı ekseninde okumanın, iktisadi kalkınma teorileri bağlamında ise iktisadi bir liberal okumaya tabi tutmanın açmazlarına dair birkaç hususu dile getirip yazıyı noktalayalım.

 

  • 90’larda Sosyalist rejimlerin liberal paradigma karşısında yenilgiye uğrayarak tarihin kazananı görünmesiyle başlayan üstenci Liberal tarih yazımcılığının, bu kitapta altı çizile çizile tekrar dile getirilmesi dikkatlerden kaçmıyor değil. Liberal kelimesi neredeyse hiç kullanılmaksızın bu ideolojinin neredeyse tüm mottolarını kitabın sayfalarında “zenginliğin ve refahın kaynağı ancak bununla gerçekleşir” şeklinde sunmaları tarih yazımcılığında gördüğümüz “benimkisi en iyisidir, en doğrusudur” kibrini ziyadesiyle hem gözümüze hem de bilincimize giydirivermekte. Liberal tarih yazımcılığını, zenginlerin/zenginliğin ve gücün/güçlülerin; doğru, hakikat ve haklı olduğuna inanılan tarih yazımcılığı şeklinde kabaca ifade etmek mümkün. Kitabın başında, ortasında ve sonunda “insanlığın sorunlarının yegâne çözümü liberalizmden başkası olamaz” şeklinde özetlenecek bu yaklaşım, hem popluğu hem de “kesin inançlı” olma halini gösterir ki, bu “kesin inançlılığa” en çok da bilindiği gibi liberaller eleştiri getirmektedir. Bu kesin inançlılığa ilişkin neredeyse bir külliyata dönüşen Etyen Mahçupyan’ın “zihniyet” eksenli yazıları okunduğunda bu rahatlıkla görülecektir.

 

  • Ulusların Düşüşü kitabının arka kapağında yer alan “Tarih, kaderden ibaret değildir!” şeklindeki afili mottonun kitabın 4’üncü bölümü olan “Tarihin Ağırlığı” izahatları ile çeliştiğini de söylemek icap eder. Neden mi? 14’üncü yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavuran Vebanın yani “tarihin ağır noktası” olan bu hastalığın (bu ifade yazarlar tarafından kullanılmıştır) İngiltere’de kapsayıcı kurumların inşa edilmesine, Doğu Avrupa’da ise sömürü/dışlayıcı kurumların önünün açılmasına yol açtığını uzun uzadıya anlatır kitabın yazarları. Tarihsel bir hastalık (burada Veba hastalığıdır), yazarların kitapta geçtiği ifadeyle “tarihin olumlu rotası” sayesinde, insanlığın sorunlarının çözümü olacak tarihi kurumlar olan kapsayıcı kurumları inşa etmeye, yine insanlığın sorunlarının kaynağı olan sömürücü kurumların da önünün açılmasına yol açtığını söylemekle, afili motto olan “Tarih, kaderden ibaret değildir”i bir çırpıda berhava etmiştir desek, ne abartı olur ne de önyargıyla izah edilebilir. Dolayısıyla meseleyi felsefedeki determinizm ve İslam düşüncesindeki cebriye/kadercilik ile analiz etmeyi şimdilik kenara bırakıp, bununla yetinmek kâfi gelebilir.

 

Kitabın 199’uncu sayfasında geçen “İngiltere’de çoğulcu bir rejimin doğuşu, tarihin olumlu rotasının bir sonucuydu” tespiti ise 1688 yılında gerçekleşen ve kitapta geçen ibareyle “Görkemli Devrim” ve ardından gelişen olaylarla İngiltere’nin adeta yoksulluğun pençesinden bu sayede kurtulmuş olduğuna dair savların geçtiği bölümdür. Yani insanlığın sorunlarının çözümü olan kapsayıcı kurumlar İngiltere’de, 17’nci yüzyılda inşa edilmişse, bu biraz da tarihin olumlu rotası sayesinde olmuştur, denilmektedir. Bir başka deyişle “tarihi kaderden” neşet etmiştir. Tarihin kader(selliğ)i, doğal olarak arka kapakta geçen “Tarih, kaderden ibaret değildir!” mottosunu sizce de yerle yeksan etmiyor mu?

 

Kitapta buna ilişkin bolca örnek olmakla beraber biz bir örnek daha vererek, meramımızı daha bir sarahata kavuşturalım. Kitabın 411’inci sayfasında geçen “İnkaların Avrupa hâkimiyetine boyun eğmeleri, tarihsel bir zorunluluk değildi. Eğer kurumsal bir modernizasyon gerçekleştirebilselerdi yeni dünyanın tüm tarihsel rotası farklı olabilirdi.” Yine aynı sayfada geçen “Bazı tarihsel dönüm noktaları olmasaydı Batı Avrupalı güçler öne geçemez ve dünyayı fethedemezlerdi. Feodalizmin köleliğin yerini alması, Feodal düzeni temelden sarsan Vebanın varlığı…” gibi daha birçok tarihi olayı zikrederek bize hem liberal tarih yazımcılığının ne kadar önemli olduğunu hem de tarihin kısmen kaderden ibaret olduğunu faş etmektelerdir. Bu eleştirel bakışın yerine siz ne öneriyorsunuz peki diye sorulacak olursa, Aliya İzzetbegoviç’in şu sözü hemen hatırlatılabilir: “Tarihi Allah yazar, biz sadece nerede duracağımıza karar veririz.” Görüldüğü gibi, Aydınlanmanın/Hümanizmin/Sanayi Devrimi’nin yok saydığı hem Allah var bu duruşta hem de kader ve insanın fiillerinin yaratıcısı olduğu gerçeği. Zaten Hümanizma, Tanrısız bir dünya tasavvurunu insanlığa sunmamış mıydı?

 

“Batı Medeniyetinin Üstünlüğü” Kibri

 

  • Kitabın 411’inci sayfasından bahsetmişken, aynı sayfada geçen Batı Avrupa’nın dünyayı fethetmesi ve öne geçmesinin, kurumsal yapıların sürüklenmesi ile gerçekleştiği ve bunun kaçınılmaz olduğuna dair yaklaşımında, Batı Avrupa ve ABD’nin; emperyalizm, sömürgeleştirme, kolonileştirme ve işgal gibi kavramlarını bunlar için kullanmadıkları gözümüzden kaçmış değil. Bir liberalin bunu kullanmaması bir noktaya kadar anlaşılabilir -ki bu sömürgecilik gerçeğini ortadan kaldırmaz- bir iktisatçı akademisyenin veya siyaset bilimcinin, akademinin nesnelliği ve var olanı resmetmesi gibi en basit akademik ahlaki tutuma sahip olmasının bizim bir beklentimiz değil, akademyanın doğası gereği olduğunu da buradan hatırlatmakta yarar görmekteyiz.

 

Afrika’nın sömürgeleştirilmesi gerçeği karşısında kitapta sömürücü kurumlara sahip olduğu için eleştirilen kimi Afrika ülkelerinin (Kongo, Tanzanya, Somali, Mısır gibi) yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşamalarında sanki emperyalizmin, sömürgeci Batı medeniyetinin hiçbir dahli yokmuş gibi iktisadi kalkınma teorileri içinde akademik analizlere tabi tutulması, gerçeğin perdelenmesinden başka bir şey değildir. Ya da “Avrupamerkezci” bir okuma veyahut “Batı Medeniyetinin Üstünlüğü” kibrini göstermekten başka bir şey değildir. Kongo’nun, Batı Medeniyeti kurumlarının merkezi olan şu anki Belçika tarafından yüzyıllarca sömürülmesi, 10-15 milyon insanın kahve ve elmas gibi katma değerli ürünlerin üretimi için öldürülmesi veya kollarının kesilmesi gerçeğinden hiç bahsetmeyen bir iktisadi tarih anlayışı olabilir mi? Ya da hiçbir karşılaştırmalı kalkınma modelleri dersinde bunlardan nasıl olurda bir akademisyen, hele ülkelerin tarihi aktarımını yapmış bir vakanüvislik hali de ortada iken hiç dem vurmaz? Yani Kongo’nun tarihinde Belçika sömürgeciliği hiç yaşanmamış denilebilir mi? Bu yakıcı gerçeklik atlanabilir mi?

 

15 yıllık bir çalışmanın ürünü olan Ulusların Düşüşü kitabında, Batı’nın sömürgeci karakterine değinilmemesi, değinilen yerlerde “tarihin kaçınılmaz olduğu gerçeği” gibi afili cümlelerle geçiştirilmesi ya da Peru, Kongo, Tanzanya, Somali, Mısır gibi düşüşteki uluslar şayet kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar inşa etseydi daha fazla refah ve zenginlik içinde olurlardı denmesi, Edward Said’in ünlü eseri “Oryantalizm” kitabında geçen bilginin egemen güçlerin lehine anlatılmasını, yani bilginin sömürgeciliğin keşif kolu gibi hareket ettiği tespitini haklı çıkarmaktan başka bir şeye yaramaz.

 

Afrika’nın Batı’nın ifadesiyle geri kalmışlığı gerçekte ise sömürgeleştirilmesi karşısında, nasıl olur da hiç emperyalizmin ve sömürgeci ülkelerin dahlinden bahsedilemez? Bu es geçilerek analize tabi tutulacak bir Afrika resmi ne kadar gerçekçidir? Velev ki bir çalışma 15 yıl değil yüzlerce yıl alsa bile nasıl olur da bu basit gerçeklik görülemez? Liberal tarih yazımcılığına neden üstenci ve kibirli denildiğinin afaki ve önyargılarla malul olunmadığı buradan rahatlıkla görülebilir zaten. Ya da bir tarih okuması olan Avrupamerkezciliğin ne denli insaftan yoksun olduğu da. Bilimin nesnelliği gibi Batı tarafından sıklıkla dile getirilip oldukça övülen bu yüce değer (!) yine Batı tarafından nasıl olur da ıskalanır? Tüm bu soruların yanıtını, medya diliyle söylemek gerekirse kasıtlı bir çarpıtma, dezenformasyon, edebi dille söylemek gerekirse Tecahül-i Ârif, yani bilindiği halde bilmezlikten gelme olarak nitelendirirsek ekstrem bir şey dememiş oluruz.

 

Afrika ile sınırlı olmayan bu dezenformasyon ve görmezlikten gelme hali, kitabın 9’uncu bölümünde geçen sayfalarda da görülmekte. Kitabın 244-248’inci sayfalarında, 16’ncı ve 17’inci yüzyılda Portekiz ve Hollanda’nın; Endonezya, Malezya, Doğu Hindistan ve Baharat Yollarını işgal etmesinde ya da sömürmesinde yine kapsayıcı kurumların olmamasını ya da bu sömürgeci ülkelerin, sömürgeci kurumlar ihdas etmesinden bahsederek yoksulluğu buna bağlarken şu ifadeleri kullanmaktan da geri durulmadığı görülmektedir: “Hollandalıların Baharat adalarında oluşturduğu sömürücü kurumlar her ne kadar 15 bin masum insanın hayatına mal olsa da….” İnsan hayatına verilen değer, keşke Ulusların Düşüşü kitabında çokça değer verilen kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumlar kadar olsa idi? Kapsayıcı ekonomik kurum oluşturmuş bir ülke veya kapsayıcı siyasi kurumlar inşa etmiş bir toplum eğer insan hayatını ıskalıyorsa veya önemsizleştiriyorsa doğal olarak şu soru sorulmaz mı: Kurum(lar) mı İnsan mı?

 

Yazıyı bir düşünür olarak gördüğüm -kimi analizlerine katılmasak da- Etyen Mahçupyan’ın Serbestiyet’te yayımlanan 3 Şubat 2022 tarihli yazısının şu cümlesiyle bitirelim:

 

“Liberal ideolojinin ve ona zemin oluşturan relativist zihniyetin nihayette aptallık üretilmesine neden olan temel sorunu ortak bir ahlak kuramaması.”

 __

  1. Etyen Mahçupyan’ın “Aptallığın Modern Hali: Liberalizm ve Ötesi” yazısı https://serbestiyet.com/yazarlar/aptalligin-modern-hali-liberalizm-ve-otesi-82866/
  2. Dr. M. Şükrü Hanioğlu’nun “Ortadoğu’daki Sorunların Suçlusu Bulundu, Rahat Olabiliriz” yazısı: https://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2014/08/31/ortadogudaki-sorunlarin-suclusu-bulundu-rahat-olabiliriz
  3. Nuray Mert’in “Best-seller Teoriler: Ulusların Zenginliği ve Düşüşü” yazısı: https://t24.com.tr/k24/yazi/best-seller-teoriler-uluslarin-zenginligi-ve-dususu,3522

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.