Ümit Hassan: Hoca, Rektör, Arkadaş
Ümit Hoca’yı kaybettik. Ümit Hassan, iyi bir arkadaş, iyi bir hoca, iyi bir akademisyen ve iyi bir Gassaraylıydı. Muhtelif disiplinlere yayılan dikkati ve kültürü, “az gürültülü ve neşeli” nezaketiyle eşine az rastlanılan bir bilim adamı ve beyefendiydi.
“Bir Devrim Yürüyüşü” olmayacaktı artık, mamafih “Bulvar’da zaman zaman yürüyelim; çok insanın hâtırası, ümidi ve acısı var” diyerek bahardan kalma bir günde Bulvar’da yürüdüğümüz sırada telefonum çaldı ve Levent Köker, bu Bulvar’ın altüstünü getiren kuşaktan hocamız, büyüğümüz, rektörümüz, dertdaşımız, yoldaşımız Ümit Hassan’ın vefât ettiğini haber verdi.
Hocayla tanışıklığımız ne zamana uzanıyor ve hangi vesileye dayanıyor, tam olarak hatırlamıyorum ama 2000 yılında “eski arkadaşlarımın” göz yummasıyla üniversiteden atıldıktan sonra (bir kaybım ya da kazancım olmadı diye söylüyorum: “yeni” arkadaşlarım zamanında da Siirt Üniversitesi’ne bile gidemedim çalışmak için) Ümit Hoca, Lefkoşa Yakın Doğu Üniversitesi’nde ders vermemi teklif etti. Her zamanki iltifatkâr üslubuyla, aslında ben ona bir iyilik yapıyormuşum gibi davrandı ve bunu abarttı.
Ümit Hoca ayrıca üslûbcu bir insandı; uzun cümlelerle konuşur, muradını hemen ifade etmez, biraz anlaşılmayı bekler, erteler ve kelimelerin hakkını verirdi. Bir keresinde, bir öğretim üyesi bana, “Hoca konuştuğunda lütfen yanımdan ayrılmayın, bana iltifat mı ediyor, hakaret mi ediyor anlamıyorum, belki siz yardımcı olursunuz” demişti. Hoca, oynayan bir insandı (homo ludens). Kederli günde, neşeli günde, oynamayı, azıcık abartmayı severdi, bunu olumsuz bir özellik olarak yahut olumsuz bir belirleme olarak almayın lütfen, tam tersine, oynayabilmek, sıradan, gündelik, olağan hayatın akışının üzerine çıkabilmeyi, ötesine gidebilmeyi, neşenin ve kederin içerisinde bunları mutlaklaştırmamak gerektiğini hatırlatan geçiciliğin izlerini görebilmeyi başarmak demektir. Oyun, Hoca’ya hayata tahammül etme imkânı sunuyordu. Birlikte gülebileceğimiz insan sayısı, birlikte ağladığımız insan sayısından daha az artık ve hayatımızın bir yere gitmediğinin en iyi işareti bu olsa gerektir.
Uzun yıllar Yakın Doğu Üniversitesi’nde rektörlük yapabilmesini, bu işi en son yapacak insanlardan birisi olmasına rağmen, bu özelliğine bağlıyorum. Hoca, kendisini ciddiye almadan yaptığı işi ciddiyetle ve hakkaniyetle yapan bir insandı. Gençliğinde tiyatro vardı, şiir vardı, Bebek’i, Beyoğlu’nu, Kızılay’ı ve Cebeci’yi aşındırmak vardı, aşk ve politika vardı. Arkada bir yerlerde bıraktığı çocuğu, delikanlıyı, öne çıkarmak, ona söz hakkı vermek, onu şımartmak ve yaşatmak isterdi hep. Bu nedenle hep genç kaldı. Beğenilerinde, tercihlerinde hep gençti.
Zaman zaman ona gizliden gizliye kızdığım herhangi bir konuda (Kıbrıs’ta barış sürecinde TC’nin ve Denktaş’ın konumu vs.), sonraları onun ne kadar haklı olduğunu görür ve bunu itiraf ederdim. Bir haklılık tonuyla değil, “çünkü” diye başlayan bir nedensellik zinciriyle düşüncelerini tekrar ifade ederdi. Meselâ Denktaş’la çözüm olmıyacağı açıktı ama Denktaş’ı denklemin dışına itmek, sanıldığı kadar kolay olmıyacaktı. Denktaş’ın mevkiini küçümsememek gerekiyordu.
Rektörlüğünde uzun müddet, öğrenci işlerinin kartotekslerden yürütülmesinde ısrar etti. Daha sonra hızla dijitalize olan ortam, façade’ı korusa bile, üniversiteyi başka bir hüviyete büründürdü. Ümit Hoca, sağını solunu kırarak, eğerek bükerek, kütüphanesine elleriyle kitaplar seçerek ve bunun için sahaf sahaf dolaşarak ahşap ama güzel bir üniversite ortamı oluşturmuştu. 2000’li yılların başında hâlâ iyi öğrencilerimiz çıkabiliyordu. Sonradan yaptıkları işte muvaffak olan, iyi niyetli, çalışkan öğrencilerimiz vardı. Hoca’nın düzeni, compüterize edildikten sonra öğrencilerimiz de değişti. Bir şeyin, iki şeyin, bazı şeylerin tadı kaçtı. Sanırım Hoca’nın da tadı kaçmıştı. Fakat Hoca “engin hayat bilgisi” ve “derin tecrübesiyle” meselenin kaybedildiğini anladığı için bu mağlubiyeti sessizce yaşadı. Bu mağlubiyeti sessizce yaşama meselesini çok önemsiyorum, bizim kuşak, yenildiği hâlde bağırıp çağırmayı ve sonra mutsuz, somurtuk bir biçimde gerilemeyi “aksiyon” sayarak kaybetme masumiyetini yitirdi çünkü.
Ümit Hoca, aynı zamanda çok iyi bir akademisyendi. Asabiyeti, verimliliğini düşürmüş olsa bile, okuyucuyla buluşan her metni çok parlak bir zihinle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Türk üniversitelerinde yapılmış en iyi doktora tezlerinden bir tanesi ona aittir: İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi başlığıyla yayınlanan bu tez (1977) Hoca’nın akademik ve entelektüel hayatının bundan sonrasında da belirleyici olacaktı.
Kandaş gelenekli toplum kavramıyla, Türk tarihine, Osmanlı’nın nizâmına ve Cumhuriyet rejimine eleştirel bakabileceği neredeyse paradigmatik diyebileceğimiz bir yaklaşımı geliştirmeye çalıştı. Bölüşmek, bölüştürmek, üleşmek, üleştirmek, eşleşmek, eşleştirmek tarihsel dinamiğin ana kavramlarıydı. Evet elbette Hoca Kozlu Yürüyüşünde orada, en başlardaydı bu yüzden (İsmet Özel’le birlikte!). Sosyalizmi de bu kavramlarla ifade edilebilirdi. Daha dinamik, eşitlikçi ve özgür kökel bir toplumsal formasyonunun, gelişmiş her tarihsel-sosyal (yahut mülk-devlet) tarafından bastırıldığı bir “tarihsel evrim” anlayışı vardı. Töre-yasa(k)la başlayan, hukukla ve mülkle devam eden çizgi, tarihin diyalektiği eksilmeyi veriyordu. Hukukun devlet içre kılınması, sözgelimi, hukukun araçsallaştırılmasının ve hegemonyanın devlet-mülklüğünce tescil edilmesinin bedeli, kandaşlık dinamiğinin eşitlikçi idealinin kurulu nizâmın muhafazakârlığına teslim edilmesini gerektiriyordu. Tarihsel gelişme, eksilmeyi kapatmaya çalışan kurumların geliştirilmesini ve bu kurumların devlet tarafından güvence altına alınmasına dayalı bir çaresizlik girişimi olarak kaydedilmelidir.
Ümit Hoca toptan ve topçulardan çok iyi anlardı. İskoç ligini de seyrederdi, Portekiz ligini de. Hakemler özellikle ilgi alanına girerdi; maçlarda topçular kadar, hakemlerin performansını da takip eder ve pek nazik olmayan ifadelerle hüküm verirdi. Futbolun ve Gassarayın onun hayatında önemli bir yeri vardı. Şimdi tekrar bir araya geldiği Yavuz Hoca’yla (Sabuncu) üçümüz Gassarayın yenildiği, muhtemelen Kadıköyü’nde mukim bir takıma yenildiği bir maçı seyretmiştik. Maçtan sonra hiç konuşulmadı. Yavuz Hoca piyanonun başına oturdu ve kalkmadı, Ümit Hoca başını ellerin arasına alıp uzaklara daldı ve Süheyla Hocam, TV odasından salona geçmedi. Ne zaman kalkıldı, evden nasıl çıkıldı, hatırlamıyorum. Hayatımın en kasvetli, en sıkıntılı günlerinden birisiydi. Balkona açılan kapılar Gassaray maçlarında eğer Girne’deysem benim için açılırdı, Hocanın yanında küfredemediğim için mecburen odayı terkederdim. “Size kimileri hayatî olan, bazıları da önemli sayılmak gereken, memleketin temel mes’elelerinden söz açmak istiyorum” diye başladığı bir mektubunu hâlâ saklıyorum. Memleketin temel mes’eleleri bahsinde Hocam, ofsaytla ilgili değişen kurallarla ilgili görüşlerini serdetmekteydi-10 sayfalık bir mektup bu.
Hoca’ya Allah’tan rahmet, eşi Süheyla Hanıma başsağlığı ve sabır diliyorum. Yakın Doğu ailesinin, Suat Beyin de başı sağ olsun. Sadece bir insan, bir hoca, rektör değil, üniversite tarihinin en anlamlı parçasını da kaybettiler. Umarım, şimdi Atilla (Türk) ve Yavuz Hoca’yla birlikte, Mekteb-i Mülkiye’den kalma hâtıralarını bilmem kaçıncı kez (tahminen 5674) dile getirerek, gülmekteler. Hoca, elinde bir kağıt parçası, oynadığı müşterek bahisten kalma ücreti ödemek için kendisini arayan mahalle kabadayısı delikanlının “töre”yle ilgili tutumunu överek oradaki talebelerine anlatıyordur.