Uygarlık, Beşer ve Virüs
Her şeyin sermaye merkezli teşekkül ettiği geç modern dünya düzeninde insanlar şimdiye değin bu düzenin “görünür nimetler”inden yararlanmıştı. Covid-19, aslında küresel neoliberal sistemin, yerel bir problemi nasıl küresel bir krize dönüştürebileceğini trajik bir biçimde göstermiş oldu. Böylelikle, küresel sistemde nimetlerin olduğu kadar külfetlerin de herkes tarafından deneyimlenebileceği gerçeği aşikâr oldu.
“İnsanlık, onu yadsıyan olayların içinde âşıkâne yaşar” diyor Cioran, Çürümenin Kitabı’nda. [1] Öyle ki, bu âşıkâne yaşam, yazarımıza göre kurtlanmış bir çürümüşlüğü netice verir. İnsanı kendine yabancılaştırmada oldukça mahir olan geç kapitalizmin bu çürümüşlükteki payı tahmin edileceği üzere büyük. Modern dünya, insanın “eyleyen” yanını törpüleyerek onu bir “neoliberal süje”ye dönüştürme işlevi gören birçok araca sahip. Bu araçlar ile iç içe yaşamaya âşina oluşumuz, onların iç yüzünü ve hakikatini görmemizi engelleyecek bir duyarsızlaşmayı çoktan netice verdi bile.
Hayatımızın her alanına hükmeden sermaye merkezli neoliberal düzen, inşa ettiği aygıtlar vasıtasıyla bir yandan insanlığımızı ve varoluşumuzu yadsımakta, öte yandan da bu aygıtlarla âşıkâne bir şekilde yaşıyor oluşumuzu netice vermekte. Tüm bu olayların sonucunda çivisi çıkmış bir dünyada sıkışıp kalmış bir insan gerçekliği bizi karşılıyor. Bu yazı, tam da bahsi edilen bu kısır döngünün içinde sıkışıp kalmış insan problemi üzerinden Covid-19 meselesini ele almaya çalışacaktır.
Modernitenin Bir Mamûlü: Teknik Beşer
İçinde yaşadığımız kentler, Marksist perspektife göre üzerinde sınıfsal çatışmanın cereyan ettiği ve sermayenin berkitildiği mekânlardır. Koronavirüs salgınının dünya sathına yayılması ile birlikte birçok “gelişmiş” ülkede ilân edilen sokağa çıkma yasakları neticesinde mega kentlerin çoğu birdenbire hayalet birer şehre dönüverdi. Şimdiye değin ancak bilim-kurgu filmlerinde karşılaşabileceğimiz görüntüleri artık günlük haber bültenlerinde seyreder hâle geldik. Sermayenin hâkim olduğu, sürekli para harcama ve mütemadiyen tüketme arzusu üzerine kurulan bu mega kentler, âdeta hiç durmadan çalışması gerektiği hâlde herhangi bir arıza neticesinde duraklamış olan dev makineleri andırıyor. Sermayeyi ziyadeleştirmek adına süslenip püslenen bu cazibe merkezleri, müşterisiz metanın zayi oluşunu anımsatan bir biçimde sessizliğe gömülmüş durumdalar. Burada karşımıza çıkan en esaslı soru, bu kentleri hayalet hâline getiren ve modern yaşantımızı sekteye uğratan şeyin salgın mı, yoksa insanın varoluşuna yabancılık teşkil eden sistem mi olduğudur?
Şehirlerimizi yok eden saik, diğer bir tabirle onları Latouche’nin zikrettiği üzere “tekno-ekonomik megamakine”yi [2] andıran bir sistemin habitatı hâline getiren şey, bizatihi geç kapitalizmin kendisidir. Modern insanın, tabiat üzerinde egemenliğini tesis ederek kendisini tabiattan tecrit eden bir yaşamı tercih etmesi, hem insanı hem de tabiatı derinden etkileyen sonuçlara sebep oldu. Bugünün insanı, kendini tabiattan bilinçli olarak koparırken bir yandan da kentlerde inşa ettiği beton yığınlarının arasına “yeşil alan” yerleştirmeyi -ya da serpiştirmeyi- ihmâl etmemektedir. Meyve ağaçlarına yer olmayan kentlere görsel yeşilliği tesis eden süs ağaçları hâkimdir. Veblen, bu durumu insanın meralara ve otlaklara olan özleminin bilinçaltı telafisi olarak mütalâa etmişti. [3]
İnsanın tabiattan kopuşunun yanında Saruman’ın, orklarıyla birlikte Fangorn ormanını yerle bir ederek giriştiği inşaat faaliyetinin bir benzeri, yani barbarlığın bir türü, bugün uygarlık adına gerçekleştirilmektedir. Bugünkü kentlerimiz, Fromm’un deyimiyle bize o megamakinenin “minicik bir zerresiymiş duygusunu veren bir yıldızlar kümesi”ni andırır. Böyle bir sistem içerisinde “bireyin elinden gelen tek şey, taburda bir asker ya da fabrikada yürüyen bandın başında görevli bir işçi gibi, olan bitene ayak uydurmaktır.” İnsanın eyleyen yönünün örselendiği bu sistem dahilinde birey elbette “edimde bulunabilir, ama bağımsızlık, önemlilik duyguları çekip gitmiştir.” [4]
İnsanın ehemmiyetsizleştirildiği ve anlamsal derinliğinin yüzeyselliğe hapsedildiği böyle bir mekândan iyi ve güzel namına bir şeyin sadır olmayacağını görmek, zor olmasa gerektir. Dahası, insanın bu “uygar” faaliyetleri, şehirlerimizi tarumar etmekle kalmadı; insanlık, yabanî hayatı da içine düştüğü bu girdaba sürükleyiverdi. David Attenborough, BBC’de yayınlanan Gezegenimiz-2 (Our Planet 2) isimli belgesel serisinde “Korkutucu gelebilir, ancak bilimsel kanıtlar önümüzdeki on yıl içinde radikal bir girişimde bulunmazsak, doğal yaşama ve toplumlarımızın çöküşüne karşı geri dönüşü olmayan bir zararla karşı karşıya kalacağımızı gösteriyor” diyor. İnsanın kendisini ve dünyadaki diğer canlıları düşürmüş olduğu bu hazin durum, kozmosun düzenini bozdu, dünyanın çivisini çıkardı. Ted Kaczynski, yirmi yıl evvel sanayi uygarlığının, “toplumun dengesini bozan, yaşamı anlamsızlaştıran, insanları aşağılamalara maruz bırakan, yaygın psikolojik acılara yol açan ve doğal dünyayı şiddetli zararlara uğratan” [5] yönlerine temas ettiğinde ikazları çok da ciddiye alınmamıştı.
İnsanın çevresine vermiş olduğu zarar ile birlikte aslında makûl bencilliğini de kaybettiği meselesi gündeme getirilebilir, zira beşerin endüstriyel icraatları, insanın, kendisine de zarar verebilecek birtakım faaliyetleri yüceltişini söz konusu ediyor. Öte yandan Spencer’ın faydacılık (utilitarianism) kavramı ile donatılan modern insanın, toplum içerisinde “öteki” ile kurmuş olduğu ilişkinin ciddi biçimde yozlaşmaya uğramış olduğu da bir vakıa olarak karşımızda duruyor.
Žižek, koronavirüs pandemisi üzerine kaleme aldığı yeni kitabında insanın diğerkâm (altruist) yönüne temas eder. Salgının meydana getirdiği bu kriz ortamında bile sınıfsal ayrılıkların belirleyici hususiyetine temas eden düşünürümüz, hâlâ her gün işlerine gitmek zorunda olan mavi yakalıların, hükümetlerin “Evde kalın” çağrıları kapsamındaki müstesna hâllerini ele alırken, toplumdaki ayrıcalıklı kesimin ise bu çağrıya cevap verebilecek güce sahip oluşlarının yanında bu süreci bir fırsata çevirebildiklerini de ifade ediyor ve hepimizin bu süreçte diğerkâm yönümüzü öne çıkarmamız gerektiğini salık veriyor. [6]
Žižek’in temas ettiği bu durum, Ali Şeriati’nin, beşeri insan yapan şeyin, onun diğerkâm vasfı olduğunun altını çizdiği tespitiyle bire bir örtüşmekte. [7] Salgınla birlikte toplum içerisinde müstakil bireylerden öte toplumsal varlıklar olduğumuzu daha iyi anlayabileceğimiz bir süreci yaşıyoruz. Dolayısıyla, yaşadığımız sürecin çetinliği, insanın bu süreç içerisinde “öteki” (insan, hayvan ve canlılar) ile şimdiye değin kurmuş olduğu ilişkinin niteliği üzerine uzunca düşünmesinin gerekliliğini de ortaya koymaktadır.
Bugün dûçar olduğumuz koronavirüs vahametini modern uygarlığın tabii bir sonucu olarak değerlendirmek, zorlama bir yorum olmayacaktır. Kaczynski, Manifesto’sunda bağımlı hâle geldiğimiz makinelerin bir anlığına çalışmaması durumunda modern uygarlığın çökeceğini öngörüyordu. Bugün, onun öngördüğü bu duruma makine yerine bir virüs sebebiyet vermiş gibi gözüküyor. İnsanın, Tanrı’yı öldürerek büyüsünü bozmakla iftihar ettiği kadim dünyanın yerine özene bezene inşa etmiş olduğu yeni modern dünyasının büyüsünü bozmaya görünmeyen bir virüsün yettiğini hep beraber acı bir şekilde gözlemliyoruz. Bu sürecin en temel saikinin neoliberal düzen ve onun ürettiği beşer olduğunu idrâk etmek durumundayız.
Salt teknik vasıflar üzerine yükseltilmiş olan günümüz uygarlığının imâl ettiği teknik insanın aslında insanî hasletlerini yitiren bir “beşer”e tekabül ettiğini Charles Dickens, Zor Zamanlar romanında ustaca ele alır ve beşerin bu teknik özelliklerini hicveder. Shakespeare ise Kral Lear’da uygarlığın ürettiği insan tipolojisini ta o zamanlar “Uygarlık süsleriyle donanmış insan, (..) çırılçıplak iki ayaklı hayvandan başka bir şey değil” diyerek ifade etmeyi tercih etmişti. [8] Son olarak Wachowski kardeşlerin Matrix üçlemesine başvurduğumuzda Ajan Smith’in, insanı bir memeli olarak değil de bir “virüs” olarak tasnif ettiğini görürüz. Smith, filmde bir sahnede insanın diğer memelilerden farklı olarak yaşadığı habitat içerisinde doğal kaynakları sonuna kadar tüketecek şekilde sürekli olarak çoğalan tuhaflığına dikkat çeker ve tabiatta bu şekilde yaşayan bir diğer varlıktan söz ederek insanı en çok ona benzetir: Virüs.
Bugün karşı karşıya olduğumuz yeni tip koronavirüsün yarasadan mı yoksa pangolinden mi insana geçtiğini henüz net olarak bilemiyoruz. Lâkin, insanın kozmosu alt üst ederek inşa ettiği uygarlığın, kozmos içerisindeki canlıların birbirleriyle kurmuş oldukları ilişkileri yerle bir ettiğini biliyoruz. Yerle yeksan olan bu ilişkilerin ortaya çıkardığı bu yeni düzensizlik ortamında her geçen gün yeni bir kriz durumu ile karşı karşıya kalıyoruz. Hâlihazırdaki krizin kaynağını oluşturan koronavirüsün sebebini de burada aramak gerekir, zira bilim insanları, kozmosun bozulan bu yeni düzen(sizliğ)i içerisinde insanın yabanî hayvanları bilinçsizce tüketiminin yanı sıra yabanî hayattaki radikal değişimleri gözlemleyemediğimiz takdirde de yeni başka virüslerle karşı karşıya kalabileceğimiz yönünde uyarılarda bulunuyor.
Virüsle Mücadele ve Geleceğin İnşası
Geç modernizm ile birlikte hız kazanan globalleşme temayülü, insanları şimdiye değin hiç olmadıkları kadar birbirlerine bağ(ım)lı hâle getirdi. Bugün mazbut bir insanın dahi günlük tükettiği -sıradan addolunan- ürünlerin bir kısmı ithal mamûllerden oluşmakta. Bununla birlikte küresel sistemi çekip çeviren ve küreselleştiren esas saikin sermaye olduğunu biliyoruz. Her şeyin sermaye merkezli teşekkül ettiği geç modern dünya düzeninde insanlar şimdiye değin bu düzenin “görünür nimetler”inden yararlanmıştı. Covid-19, aslında küresel neoliberal sistemin, yerel bir problemi nasıl küresel bir krize dönüştürebileceğini de trajik bir biçimde göstermiş oldu. Böylelikle, küresel sistemde nimetlerin olduğu kadar külfetlerin de herkes tarafından deneyimlenebileceği gerçeği aşikâr oldu.
Salgının yarattığı bu ortamda virüsle başa çıkabilmek için devletlerin büyük bir panik içerisinde canla başla mücadelelerine şahit oluyoruz. Bu mücadele kapsamında insanın “normal” kabul ettiği hemen her şeyin rafa kaldırıldığı ve âdeta sosyal bir tecritin ikame edildiği bu süreçte devletin mutlak otoritesi de kendini bariz bir şekilde hissettirir hâle geldi. Dahası, otoriter ve totaliter devletlerin salgın ile mücadelede etmede liberal devletlere göre daha başarılı olduğu gerçeği, kafaları da bir hayli karıştırdı.
Batılı muhayyilenin, beşerî tekâmülün zirvesi olarak gördüğü liberal demokrasilerin büyük bir bocalama içerisindeki biçare hâllerini hep birlikte müşahede ediyoruz. Bazı Avrupa ülkeleri ile birlikte hususiyle ABD’nin karşı karşıya kaldığı hazin manzara, geç kapitalizmin payitahtının virüsün merkezî üssü hâline gelişinin trajik hâlini gözler önüne seriyor. Buna karşın, bürokratik oligarşinin hükümferma olduğu Çin ise totaliterliğin “meyvelerini” yiyor. Bu durumun, Covid-19 salgını sonrası dünyada devletler muvacehesindeki umumî manzarayı etkileyebileceğini söylemek mümkün gözüküyor.
Byung-Chul Han, EFE’de yayımlanan ve oldukça kesin yargılar içeren söyleşisinde salgın sonrası dünyanın tesisine yönelik Covid-19 pandemisinin, “biyopolitik karantina toplumu”nun (biopolitical quarantine society) teşekkülüne sebebiyet vereceğini öngörüyor. Han, daha evvel Yorgunluk Toplumu kitabında Foucault’nun, bedenin merkezde yer aldığı ve gözetim-denetim odaklı iktidar teknolojilerinin yönetimin esasını teşkil ettiği biyopolitika kavramını tenkide tâbi tutarak neoliberal toplumlarda insanın arzu ve tutkularına hitap etmeyi ve yön vermeyi mümkün kılan psikopolitika mefhumunun biyopolitikanın yerini aldığını savunmuştu. Yapmış olduğu bu yanlış olmayan tespitte biyopolitikayı tamamiyle devre dışı bırakarak eksik bir kanaate varmıştı Han. Nitekim, bugün karşı karşıya olduğumuz durum, bize bir yandan Foucault’nun kanaatlerinin aslında ne kadar öngörülü olduğunu gösterirken, bir yandan da neoliberal mekanizma içerisinde “birlikte” etkin bir rol oynayan biyopolitika-psikopolitika ikilisinden biyopolitikanın sistem için vazgeçilmez oluşunu söz konusu etmektedir.
Pandemi ile birlikte tekrar isminden bahsettiren Foucault’nun, neoliberalizm üzerine yapmış olduğu tüm tespitler, aslında onun insana yaklaşımı üzerinden ele alınmalıdır. Şöyle demişti hazret: “Düşüncemizin arkeolojisinin rahatlıkla gösterdiği üzere, insan, yakın tarihin [18.yüzyılın sonu, 19.yüzyılın başları] bir icadıdır. Ve belki de [bu icadın] sonuna yaklaşılmaktadır.” [9] Foucault’nun burada kast ettiği insan, hiç kuşkusuz “kendini özgür zanneden modern birey”dir. Tarihsel olarak takriben Fransız İhtilâli sonrasına konumlandırmış olduğu bu garabetin bir tür sentetikliği ihtiva ettiğini ve bu yapaylığın da çok sürmeyeceğini tahmin etmişti Foucault. Bugün geç modern bireyin egemen kılındığı küresel dünyada tam da Foucault’nun bahsini ettiği bu bireyin yapıp ettiklerinde aramalıdır tüm bu olup bitenin sebebini.
Bahsi edilen görüşler çerçevesinde meseleye ihtiyatla yaklaşıldığında kriz yönetiminin önem kazandığı bu süreç sonunda modern devlet yapılanmasının güçleneceğini söylemek mümkün gözüküyor. İlâveten, Han’ın öngörmüş olduğu, devletlerin, insanların bedenlerini (sağlığını) dijital gözetlemeye tâbi tutacağı biyopolitik mekanizmaların yoğunlaşacağını söylemek de yanlış olmayacaktır. Lâkin, bununla birlikte Han’ın tahmin ettiği gibi bu süreç sonunda Batı’nın (neo)liberal prensipleri terk etmek zorunda kalacağını söylemek yine bir eksiklik olacaktır, zira biyopolitika, her ne kadar liberal değerlerin tam karşısında duruyor gibi gözükse de Foucault’nun düşüncelerinde de tebarüz ettiği üzere en nihayetinde neoliberal yönetimselliğin mütemmim bir cüzüdür ve bizi bekleyen şey de muhtemelen bu cüzün önem kazanması olacaktır. Diğer bir deyişle, Big Data’dan Big Brother’a giden yolun, geç modern dünyanın egemen kıldığı “liberal değerler” açısından bir değişiklik arz etmeyeceğini söylemek, zorlama bir çıkarım olmasa gerektir. Bunun yanında üretim-tüketim ilişkileri üzerine bina edilmiş olan ve birçok krizden güçlenerek çıkan bir politik rasyonalitenin bir anda sistem için hayatî önem taşıyan liberal değerlerden vazgeçeceğini beklemek de çok rasyonel gözükmemektedir. Dolayısıyla, büyümenin ve eski tüketim alışkanlıklarının muhtemelen örseleneceği bu süreçte psikopolitik süreçlerin de yeni dönemin şartları dahilinde değişim göstermesini beklemek, daha ihtiyatlı gözüküyor. Kısacası, yeni bir “normallik” inşa edilirken bu atmosferde bedenin politikasının ön plana çıkması ve ruhun politikasının da tıpkı bir virüs gibi mutasyona uğraması daha olası duruyor.
_______
[1] Cioran, E.M. (2017). Çürümenin Kitabı. İstanbul: Metis, sh. 48.
[2] Latouche, S. (1993). Dünyanın Batılılaşması. İstanbul: Ayrıntı, sh. 15.
[3] Veblen, T. (1990). The Instinct of Workmanship and the State of the Industrial Arts. New Jersey: Transaction Publishers
[4] Fromm, E. (1996). Özgürlükten Kaçış. İstanbul: Payel, sh. 115.
[5] Kazcynski, T. (2013). Sanayi Toplumu ve Geleceği: Manifesto. İstanbul: Kaos, sh. 9.
[6] Žižek, S. (2020). Pandemic: Covid-19 Shakes the World. OR Books
[7] Şeriati, A. (1997). İnsanın Dört Zindanı. İstanbul: İşaret
[8] Shakespeare, W. (2019). Kral Lear. İstanbul: İş Bankası Yayınları, III. Perde, IV. Sahne.
[9] Foucault, M. (2002). The Order of Things, An Archeology of the Human Sciences. New York: Routledge, sh. 67.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.