Varoluşsal Tehdit: Demografik Kış
Uzun yıllar içinde ve birçok faktörün etkisiyle ortaya çıkan doğum oranlarındaki hızlı düşüşü kısa vadede tersine çevirmek mümkün görünmemektedir. Bugünden başlayarak mevcuttaki genç nüfusumuzu iyi bir şekilde değerlendiremediğimizde ciddi bir fırsatı kaçırmış olacağız ve akabinde ülkemiz demografik bir kışa çok hızlı bir giriş yapmış olmakla kalmayacak aynı zamanda varoluşsal bir tehdit ile de karşı karşıya kalacaktır.
Demografik değişimler ve nüfusun azalması tarihin birçok döneminde insanlığın karşı karşıya kaldığı bir olgu iken bu durumun başta gelen nedenleri savaşlar, salgın hastalıklar ve kötü yaşam koşulları olarak görülmekte, anne ve bebek ölümleri ise olabildiğince yüksek ve ortalama yaşam beklentisi günümüzdekinden neredeyse yarı yarıya daha az seyretmekteydi. Neolitik dönem ile Sanayi Devrimi arasında geçen sürede ortalama yaşam beklentisi 30-40 yaş civarlarında olup Sanayi Devrimi’nden yaklaşık bir asır kadar önce, tıptaki gelişmeler ile hijyen ve mikrop teorilerinin sağlık otoriteleri tarafından kabul görmesi ve sağlık hizmet sunumunun iyileşmesi ile beraber yaşam beklentisi yıl bazında günümüze kadar sürekli bir artış göstermiştir. Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarında acımasız iş ve çevre koşulları ile yetersiz beslenme, çocuk işçiler başta olmak üzere tüm toplumda ölüm oranlarını artırmış ancak daha sonra alınan önlemler, gelişen sendikal faaliyetler ve işçi hakları, koşulların iyileştirilmesi, tıbbi olanakların artışı ve sağlık hizmet sunumunun düzelmesi sonrasında ölüm oranları azalmış ve ülkelerin nüfusları artışa geçmiştir. Doğum oranlarının düşüşü özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan çoğu ülkenin karşılaştığı ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan karmaşık ve çok boyutlu bir sorundur. Bu düşüşün ilk akla gelen nedenleri ekonomik yetersizlikler, şehirleşme, kadınların istihdamı ve iş gücüne katılımlarının artması, kadın ve erkeklerin eğitim düzeylerindeki artış, kadınların daha fazla kariyer yapma istekleri, evlilik yaşı ve doğum kontrol yöntemlerinin artması, geleneksel aile yapısının bozulması, boşanma oranlarının artışı, evlilik kurumuna olan inancın zayıflaması olarak sayılabilir. Toplumların demografik yapısında köklü değişikliklere yol açan doğum oranlarındaki bu düşüş aynı zamanda toplumdaki yaş ortalamasının artmasına, iş gücü kaybı ve ekonomik sorunların ortaya çıkmasına, sosyal dokunun bozulmasına ve sağlık sisteminin ciddi manada zorlanmasına yol açmaktadır.
Cumhuriyet’in İlk Yılları
Osmanlı İmparatorluğu’nun son iki yüzyılında yapılan savaşlar ve Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen önce gerçekleşen Kurtuluş Savaşı’nda çok sayıda insan kayıpları yaşanmış ve Anadolu nüfusu iyice azalmıştı. Genç Cumhuriyet’in en önemli problemlerinden bir diğeri ise salgın hastalıkların yol açtığı ölümler ve bunun nüfusa etkisiydi. Cumhuriyet’in ilk zamanlarında ülkenin nüfus artış hızı ciddi oranda düşmüş olup tarımsal üretim başta olmak üzere ülkede ekonomik durgunluğun ortaya çıkması sonrasında hem tarım ve sanayi alanlarında kalkınma hem de ülkenin askeri gücünün artırılması için ciddi bir nüfus artışına ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Nüfus yetersizliğinin ülkenin kalkınmasının önündeki en büyük engellerden biri olduğunu fark eden Mustafa Kemal Atatürk, nüfusun artırılmasını ulusal öncelik olarak ele almış ve bu konuyu ülkenin en hayati meselelerinden biri olarak görmüştü.1926 yılında kasıtlı olarak çocuk düşürmek ve düşürtmek fiili ceza kanununda kişiye karşı suçlar kapsamına alınmış ve ciddi cezai yaptırımlar uygulanmış; takip eden yıllarda Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda daha geniş şekilde bu konu kanuna bağlanmıştır. 1936 yılında doğurganlık hızını azaltacak bilgilerin yayılması ağır ceza kapsamında değerlendirilmiştir. Bu kanundan iki yıl sonra ise evlilik yaşı erkeklerde 17, kızlarda 15’e düşürülmüştür. Farklı yıllarda çıkarılan kanunlar ile, beşten daha çok çocuğu olan aileler yol vergisinden muaf tutulmuş, altı ve daha fazla çocuğu olanlara para ödülü verilmiş, kamu çalışanlarına çocuk yardımı yapılmış ve yine çok çocuklu ailelere arsa dağıtımında öncelik sağlanmıştır. Farklı tarihlerde, çocuk sayısı fazla olan aileler vergiden muaf tutulmuş, hatta 1949 yılında belirli yaşta olup evlenmemiş olanlara fazla vergi konulmuş ve bekarlık vergisi çıkarılmıştır.
Doğum Teşviki ve Göçün Olumlu Sonuçları
Tek partili dönemden çok partili siyasal yaşama geçilen 1950 yılından itibaren ülkemizde sanayileşme ve şehirleşme çok hızlı bir şekilde gelişmiş, tarımsal üretimde makinelerin rolünün artmasıyla kırsal kesimden şehirlere ciddi bir nüfus akışı olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren alınan önlemlere rağmen nüfus artışı istenen seviyelerde gerçekleşmemiş, aksine Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki doğum oranlarının düşük, ölüm oranlarının yüksek olması nedeniyle 1940-50 arasındaki yıllarda artış hızı düşük seyretmiştir. 1950 yılından sonra şehirlere göçle beraber erkek nüfus sanayide çalışırken kadınların büyük çoğunluğunun iş gücüne aktif olarak katılmaması doğum oranlarının artışına büyük olasılıkla katkıda bulunmuştur. Şehirlerde altyapının çok daha iyi olması, salgın hastalıklara daha az maruz kalma ve hastalık durumunda sağlık hizmetlerine erişim, koruyucu hekimlik uygulamaları ile anne ve çocuk sağlığına yönelik uygulamaların artması gibi faktörler nedeniyle anne ve bebek ölümleri başta olmak üzere genel olarak ölüm oranlarının azalması ile beraber doğum oranlarındaki artış 1955-60 yılları arasında en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Cumhuriyet’in kurulması ile beraber nüfus artışına yönelik uygulanan politikalar, hızlı şehirleşme ve iyileşen koşullar ve son olarak kaybedilen Osmanlı topraklarından Anadolu’ya 1960’lı yıllara kadar süren Müslüman nüfus göçü ile beraber yaklaşık 40 yılda ülke nüfusu iki katını aşmıştır.
Teşvikten Nüfus Planlamasına
27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında ülkede yapılan idari değişiklikler kendisini her alanda göstermeye başlamıştı. Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ile beraber tüm kamusal hizmetler için tek çatı altında ve beşer yıllık kalkınma planlanması şeklinde bir uygulamaya geçilmiştir. Darbeden bir yıl önce Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ortak olmak için başvuran Türkiye, darbeden üç yıl sonra Ankara Anlaşması ile o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu olan Avrupa Birliği ile bütünleşme yolunda ilk adımı atmıştı. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda ilk kez nüfus artış hızının fazla olduğu, ekonomiyi olumsuz etkilediği ve azaltılması gerektiği ifade edilmiştir. 1965 yılında Nüfus Planlaması Hakkındaki Kanun ile gebeliği önleyici bilgilerin yayılması ve yöntem ile ilaçların satışını yasaklayan ilgili kanun yürürlükten kaldırılmış ve ilerleyen dönemlerde Nüfus Planlaması Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Daha fazla çocuk sahibi olmak istemeyen aileler için eğitim verilmesi ve ailelerin istedikleri zaman çocuk sahibi olmalarını planlamalarını sağlamaya yönelik adımlar atılmıştır. 1960 ile 70 yılları arasında Avrupa ülkelerine işçi göçünün düzenli olarak gerçekleşmesi ve yine bu yıllarda aile planlaması uygulamalarının yaygınlaşması da nüfus artış hızını giderek azaltmıştır. 1980 darbesinden sonra çıkan 27.05.1983 tarih/2827 sayılı Nüfus Planlaması hakkında Kanun’un 2’nci maddesinde ise “Nüfus planlaması gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanır” cümlesini takiben 3’üncü maddede kanunda yazılı şekli ile nüfus planlaması zaruretinin halka duyurulması ve sonrasında gebeliğin önlenmesi ve sonlandırılması hususunda Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın görevleri tanımlanmıştır.
Bir ülkenin nüfus artış hızının belli bir dengede bulunması, çocuk ve yaşlı nüfusun çalışan nüfusa bağımlı olduğu ve sadece tüketici konumda bulunduğu teorisi ile beraber artan nüfusun kişi başına düşen geliri azaltarak ulusal geliri düşürdüğü düşüncesiyle, nüfus planlaması yapılmasının zorunluluğu yönetim kademelerinde ve akademik çevrelerde genel olarak kabul görmüş ve 50 yılı aşkın bir süre ülkede nüfus planlaması uygulanmıştır. Ancak bu politika değişikliğini kırsal kesimde yaşayanlara ve şehirlere yeni göç etmiş kitlelere kabul ettirmek kolay olmamış, şehirlerde yaşayan sosyoekonomik ve kültürel düzeyleri yüksek olan kesimlerde bu politikalar karşılık bulmuş ve doğum oranları bu kesimlerde daha hızlı düşmeye başlamıştır.
Doğurganlığın Azalması ve Yeniden Teşvik
Bu görüşlere karşı nüfusun artırılmasına yönelik politikalarda değişiklik yapılmamasını savunan ciddi bir kesimin muhalefeti de uzun yıllar boyunca devam etmiş ve 2000’li yıllarda doğurganlık hızının keskin düşüşü ile beraber toplumun yaş ortalamasının ciddi artışı sürdürülen politikaların artık uygulanmaması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. 2002 yılında siyasal iktidarın değişmesi ve muhafazakâr kimliği ön planda olan AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonra yıllar içinde geçmiş dönemden kalan bu politikalardan vazgeçilme yoluna girilmiş ve 2008 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getirilen üç çocuk söylemi ile yeni politik yaklaşımın ilk işaret fişeği atılmıştır. 10 ve 11’inci Beş Yıllık Kalkınma Planları ile birlikte nüfusun artırılmasına yönelik düzenlemeler hayata geçirilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda aile ve nüfus yapısının korunması için eylem planı 2015 yılında açıklanmış ve aile yardımları, iş görmezlik ödenekleri, çocuk ve emzirme yardımları, anneler için ücretli ve ücretsiz izin süreleri revize edilmiş, kurumlar bazında çocuk kreşlerinin açılmasına başlanmıştır. Ailelere yapılan nakdi yardımlar çocuk başına artan şekilde uygulanmış, doğum sonrası hem anneye hem de babaya verilen izinler artırılmış, evliliklerin teşvik edilmesi ve erken yaşlara çekilmesi için çeyiz hesabı gibi uygulamalar hayata geçirilmiştir. 11’inci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda 2023 yılı için doğurganlık hızının 2,15 seviyesine yükseltilmesi hedeflenmiştir. Ancak bu hedefe ulaşılamamış, aksine son TÜİK verilerine göre nüfusun yenilenmesini sağlayan 2,1 oranının altına düşülmüş ve bir toplum için alarm zillerinin çalınmasına neden olan doğum oranlarının düşüşü büyükşehirlerde 1,2, ülke genelinde ise 1,51 gibi bir seviyeye gerilemiştir. Aşağıda bu sonuçları ortaya çıkaran faktörlere, ülke olarak karşılaşabileceğimiz tehlikeli sonuçlara ve çözüm önerilerine değineceğiz.
Doğurganlıktaki Düşüşün Nedenleri
Sanayileşme ile beraber dünyanın birçok ülkesinde şehirler büyümeye ve nüfus yoğunluklarını artırmaya başlamıştır. Hızlı kentleşme sürecinde yaşanan sosyoekonomik ve politik değişimler kapitalist modernite ile beraber toplumların geleneksel ve demografik yapısını radikal bir biçimde dönüştürmüştür. Batı’daki sanayileşmiş toplumlarda bu dönüşümler yaklaşık iki yüzyıllık bir süreçte ortaya çıkarken ülkemizde bu dönüşüm çok daha az bir zamanda gerçekleşmiştir. Bu dönüşümün daha kısa sürede yaşanması, son 50-60 yılda nüfus artışına yönelik yukarıda belirttiğimiz müdahaleler ve ilerleyen satırlarda bahsedeceğimiz son 20 yılda gerçekleşen teknolojik değişimlerle dönüşen dünya ve toplum sosyolojisi ile beraber ülke olarak yaptığımız bazı uygulamalar bir araya gelince son demografik sonuçların ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Şehirlerin kırsal kesime göre kendine has ekonomik koşulları bir süre sonra hem şehrin yerleşiklerinin hem de şehre göç ile gelenlerin bu yeni koşullara adapte olmasını sağlamıştır. Şehirlerde kişi başı harcamaların kırsal bölgelere oranla çok daha fazla olduğu, ekonomik olarak orta gelir grubunun taşraya göre daha fazla zorlandığı bir gerçektir. Ülkemiz özelinde Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana özellikle de 80’li yıllardan itibaren neredeyse her 10 yılda bir ortaya çıkan ekonomik krizler tüm ülkeyi etkilemekle beraber bu durumdan şehirde yaşayan sabit gelirliler paylarına düşeni çok daha fazla almışlardır. Ekonomik belirsizlikler, modern kent yaşamının yüksek maliyetleri ve işsizlik oranlarının yüksekliği, ailelerin çocuk sahibi olma konusunda kararlarını ertelemelerine yol açabilmekte ve çocuk yetiştirmenin getireceği mali yük, çocuk sahibi olmama ya da en az sayıda çocuk sahibi olma düşüncesini ortaya çıkarmaktadır. Bu düşünce özellikle büyükşehirlerde yaşayan beyaz yakalı grupta daha fazla görünür olmakla beraber bu yaklaşım tarzı şehirli mavi yakalı ve taşrada yaşayan çiftleri de son yıllarda etkisi altına almaktadır.
Bir toplumun demografik yapısını belirleyen önemli faktörlerden biri doğurganlık hızıdır. Bu hızın artış ya da azalışı, sadece nüfusun gelecekteki büyümesini etkilemekle kalmayıp aynı zamanda ekonomik ve sosyal sonuçlara da yol açar. Ekonomik sorunlar doğurganlık hızının düşmesine yol açarken, paradoksal olarak nüfusun azalması ve toplum yaşlanması da ekonominin daha fazla kötüleşmesine yol açmakta ve bu kısır döngüden dolayı her iki durum birbirini beslemektedir. Doğum oranlarının düşüp yaşam sürelerinin uzaması sonucunda ortaya çıkan toplum yaşlanması, bir ülkenin demografik felaketi olup bu durum nüfus piramidinin tersine dönmesine neden olur ve toplumun ortalama yaşam süresi ile beraber yaşlıların bağımlılık oranı artar. Üreten nüfustaki azalma ile bu azalan nüfusa bağımlı şekilde yaşayan nüfusun artışı tüm toplumdaki üretim ve tüketim dengesini bozacak, büyük bir iş gücü açığı ortaya çıkacak ve üretimde azalma ile beraber ülkemiz ekonomik anlamda ciddi bir küçülme riski ile karşı karşıya kalabilecektir. Emekli sayısının artışı ve son dönemde yapılan EYT uygulamaları ile yüksek sayıda genç emekli nüfusumuzun olması ve beraberindeki demografik yetersizlik sosyal güvenlik sistemimizin oldukça zorlanmasına yol açacaktır. Sonuç olarak ekonomik ve demografik yetersizliklerin birbirini besleyeceği bir ortam oluşacak ve bu durumda kaybeden maalesef ülkemiz olacaktır.
Doğurganlığın Düşüşü ve Sağlık Sistemi
Yaşlanan bir toplumda sağlık sistemi üzerindeki yük ciddi manada artar ve hizmet sunumuna olan talebin artışı hizmet maliyetlerinin yükselmesine neden olur. Yaşlı nüfusun artan bakım ihtiyaçlarının sağlanması hem ciddi bir maliyet hem de iş gücü ihtiyacını ortaya çıkarır. Toplum yaşlanması ile birlikte çok daha fazla hastaneye, çok daha fazla bakımevine, çok daha fazla palyatif bakım merkezlerine ihtiyacımız olacak ve iş gücümüzün önemli bir kısmını bu alanda istihdam etmek zorunda kalacağız. Bunlarla beraber çalışma çağındaki iş gücünün azalması ile üretim ve vergi gelirlerinde düşüş gerçekleştiğinde sağlık yatırımları da bu durumdan etkilenecektir. Sağlık alanındaki kamu harcamalarının düşmesi toplum sağlığını etkileyecek ve sağlıksız bir toplumda doğurganlık oranları daha fazla düşmeye devam edecektir. Doğurganlık hızındaki düşüş ve beraberinde ortaya çıkan nüfus yaşlanmasının sağlık sistemleri üzerinde geniş çaplı ve çok boyutlu etkileri görülecektir. Bu nedenle sağlık altyapısının yeniden yapılandırılması, yaşlı nüfusun ihtiyaçlarına uygun geriatrik bakım hizmetlerinin ve kronik hastalık yönetim programlarının sistemin ana unsurlarından biri olması, sağlık eğitiminde geriatri ve sağlıklı yaşlanma eğitimleri gibi konular sistem içerisinde önceliklendirilmelidir. Bu bağlamda sağlık teknolojilerinin kullanımı, robotik bakım, uzaktan izleme sistemleri ve sağlık personelinin bu alanda uzmanlaşması ile yaşlı hastaların sorunlarının yerinde çözümü, hastanelere ve sağlık sistemine binen yükü azaltabilecek adımlardır.
Doğurganlık hızının azalması ile beraber yaşlanan toplumda, daha az çocuklu aile yapısı ile beraber yalnız yaşayan birey sayısı artacaktır. Yalnızlık psikoloji ve sosyolojisine ait problemler toplumun her alanında görünür hale gelecektir. Bu sosyopsikolojik etkilenim aynı zamanda toplumu bazı dramatik sonuçlarla da karşı karşıya bırakacaktır. Örneğin yaşlanan toplumda psikolojik problemler ile bunun yansıması olan ve ülkece alışık olmadığımız yaşlı intiharları zamanının normalleri haline gelebilecektir. Sağlık hizmetlerinin demografik değişimlere uygun şekilde tasarlanması yeni duruma adapte olunmasının olmazsa olmazı durumundadır.
Toplumsal Cinsiyet Rollerinde Değişim
Doğurganlık üzerinde önemli etkiye sahip olan bir diğer faktör ise toplumsal cinsiyet rolleri ve bu rollere dair beklentilerdir. Geleneksel toplum yapısında kadınlardan beklenen, zamanlarının büyük çoğunluğunu evlerinde geçirmeleri ve daha fazla çocuk sahibi olmaları ile kendi çekirdek ailelerine daha fazla önem vermeleri iken modern toplumlarda beklenti kadınların kendi kariyer planlarına odaklanması ve kişisel hedefleri doğrultusunda bir yaşam planlamalarıdır. Kadınların iş gücüne, dolayısıyla ekonomiye aktif katılımlarının artması ve işleri ile aile hayatı arasındaki dengenin kolay kurulamaması çocuk yapma kararlarını direkt etkileyen ve doğurganlık hızının düşüşüne katkı sağlayan bir diğer önemli etkendir. Böyle bir durumda çocuk doğurma kararı çiftler tarafından olabildiğince ileri bir yaşa ertelenmektedir. Hem kadınlar hem de erkeklerde eğitim oranlarının özellikle son 50 yılda giderek artması, evlilik yaşının ileriye ötelenmesine ve ilk doğum yaşının önceki kuşaklara göre oldukça geç olmasına yol açmıştır. 1960’lı yıllarda üniversitelerin ve yüksekokulların artmaya başlaması ile nüfus artışını sınırlandırma politikalarının aynı döneme denk gelmesi doğurganlık hızının düşüşüne etki eden önemli bir faktör olmuştur. Seküler veya muhafazakâr olması fark etmeksizin kadınlardaki eğitim seviyesinin artışı ile doğurganlık hızının düşüşü arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Bireyler eğitim seviyeleri ve hayata atılma yaşları arttıkça, çocuk sayısını azaltmakta ve kapasitesi sınırlı olan gelirlerini daha az sayıdaki çocuklarının gelişimine ayırmaktadır. Bu bağlamda ülkemizde son çeyrek yüzyılda hızlı bir artış gösteren üniversite sayısı ile bu düşüş arasında ilişki olduğu yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. 2006 yılında başlayan ‘her şehre bir üniversite politikası’ ile ülkenin en ücra köşelerindeki ilçe merkezlerinde bile fakülte ve yüksekokullar açılmıştır. Bu politika ülkemizde ciddi sayıda üniversite öğrencisi olmasına ve bulundukları şehirlerde ekonomik aktiviteye büyük katkı sunmalarına rağmen evlilik yaşının ileriye gitmesine, iş yaşamına erken başlanamamasına, ara sektörlerde eleman açığı oluşmasına ve üniversite sonrasında iş bulmada zorluklara yol açmıştır. İş hayatına atılıp ekonomik bağımsızlıklarını elde edene kadar gençler evlilik planlarını ertelemek zorunda kalmaktadır. Bu durum ise geç yaşta çocuk sahibi olma ve çocuk sayısının yaş itibarıyla sınırlandırılması ile sonuçlanmaktadır.
Kaybolan Aile Desteği
Başta büyükşehirler olmak üzere tüm ülkede geleneksel toplum yapısının çözülmesi ve geniş aile yapısından çekirdek aile yapısına geçiş geçmişte sık gördüğümüz aile içi destek mekanizmalarının zayıflamasına yol açmaktadır. Taşra veya kırsal kesimlerdeki geleneksel aileler içinde doğan çocuklar sadece ebeveynlerinin bulunduğu ortamda değil kalabalık bir aile ortamında büyüyordu. Çocuğun bakımına anne ve babasının yanı sıra birçok aile bireyi destek olmaktaydı. Günümüzde ise özellikle şehirlerde anne ve babalarından uzakta yaşayan çiftler bu destekten mahrum kalmakta, bakıcı ücretlerinin yüksekliği ve çoğu zaman profesyonel olmayan bakıcılar nedeniyle yaşanan travmalar veya çocukların kreşlere erken verilmesinin oluşturduğu sorunlar çiftlerin ikinci veya üçüncü çocuğu düşünmemelerine neden olmaktadır. Geleneksel aile yapısının çözüldüğü sosyal medya çağında, doğum oranlarının düşüşüne neden olan bir diğer durum ise birçok ülkede cinselliği deneyimleme yaşının düşmesi, toplumda bu deneyimin erken yaşanması ve bu durumun neredeyse normal kabul edilmesi, taşrada bile evliliği bu noktada ihtiyaç olmaktan çıkarmakta ve gençlerin birlikte yaşamı evliliğe ihtiyacı azaltırken, çocuk sahibi olma fikrinden de gençleri uzaklaştırmaktadır.
Kültürel Dönüşüm ve Evliliğe Bakış
Kültürel dönüşümler, doğum oranlarının düşüşünde farklı bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle son 20-30 yılda ortaya çıkan teknolojik dönüşüm ve sosyal medya olgusu yaşam ritminin hızlanmasına, bilgi ve duygu aktarımının yüzeyselleşmesine ve en önemlisi de insanlar arasındaki ilişki derinliğinin kaybolmasına yol açmıştır. Bu yaşanan değişimler ilişkilerin dejenere olmasına ve her iki cins arasında duygu ve romantizm yoğunluğunun geçmişe nazaran azalmasına ve duygusal hazzın yerini bedensel haz doyumuna bıraktığı bir dönemin yaşanmasına neden olmaktadır. Bu durum büyük bir genç popülasyonda evlilik kurumuna olan inancın zayıflamasına, evliliklerin sağlam temeller üzerine kurulamamasına ve sonrasında boşanma oranlarının ciddi artışlar göstermesine neden olmuştur. Evliliğe yönelimin azalmasına yol açan önemli bir nedeni de bir örnek üzerinden açıklamamız gerekirse, geçmişte aile ile beraber televizyon seyrederken ekranda uygunsuz bir görüntü belirdiğinde tüm aile üyelerinin gözünü nereye kaçıracağını bilemeyip utandığı günlerden, gündüz kuşağında aile ve evlilik kavramlarının çocuk ve gençlerin gözünün önünde paramparça edildiği ve bu programları anne ve çocukların beraber seyrettiği günlere gelindiği söylenebilir. Bu sosyokültürel değişim evlilik kurumuna olan inancı sarsmakta, bireysel ve toplumsal ahlak yapısında bozulmaya yol açmaktadır. Bir başka dönüşüm ise muhafazakâr kesimin, evlilik kurumu ve çocuk sahibi olma konusunda seküler endişeli modernlerle aynı çizgiye gelmesi olmuştur. Çocuk nasibi ile gelir ve rızkı veren Allah’tır yaklaşımı ile daha fazla çocuk sahibi olmayı içselleştirmiş muhafazakârların ve taşra ahalisinin son 20 yıllık iktidar sürecinde kapitalist kent modernitesi ile tanışması, eğitim seviyelerinin artması ve kendilerine ait burjuvazilerinin oluşması sonucunda, bu kesimin gençlerinde daha fazla sayıda çocuk sahibi olma isteği önceki kuşak muhafazakârlara göre azalmıştır.
Biyolojik Faktörlerin Değişimi
Doğurganlık hızının önde gelen düşme nedenlerinden bir diğeri biyolojik faktörlerdir. Geç yaşta evlilik ve ilk doğum yaşının ilerlemesinin en önemli dezavantajı ileri yaşta biyolojik olarak doğurganlık oranının azalmasıdır. Belirli yaş üzerinde olmak hem erkeklerde hem de kadınlarda üreme kapasitesinin düşmesine ve zor bir şekilde çocuk sahibi olunmasına yol açmaktadır. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş ve bunun sonucunda ortaya çıkan hızlı ve düzensiz şehirleşme, beraberinde insan hayatına olumsuz yönde etki eden birçok faktörü ortaya çıkarmıştır. Hava kirliliğinden su ve besin kaynaklarının kirlenmesine, düşük fiziksel aktiviteden aşırı stresli yaşama kadar kimyasallaşan hayat ciddi sağlık problemlerini de beraberinde getirmiştir. Bu etkenlerin yol açtığı en önemli sağlık problemlerinden biri ise infertilitedir. Günümüzde ilk çocuk sahibi olma yaşının artışı ve yukarıda saydığımız nedenlerin buna eklenmesi çocuk sahibi olmayı giderek zorlaştırmıştır. Yapılan birçok çalışmada erkek ve kadınlarda yaklaşık son bir asırlık süreçte sperm ve yumurta sayısı ile kalitelerinin düştüğü ve üreme sağlığının bozulduğu gösterilmiştir. Hem yaşın ilerlemesi hem de maruz kalınan kimyasallar başta olmak üzere endüstriyel yaşam ve kronik stresin hemen herkeste görülmesi, doğurganlık hızının düşüş nedenlerinden bir diğeri olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğurganlık oranlarındaki düşüşün önemli bir nedeni de kronik hastalıkların genç nüfusta yaygınlaşması ve bu hastalıkların üreme sağlığı ve çocuk sahibi olma isteğini olumsuz etkilemesidir. Son olarak alkol, madde ve dijital bağımlılık başta olmak üzere adeta bir salgın gibi önemli sayıda genç popülasyonu etkisi altına alan bağımlılıklar, doğurganlık hızının düşüşünde bir diğer önemli nedendir. Bağımlılıkların önlenmesine yönelik çalışmaların aileden başlayıp tüm öğretim yaşamı boyunca devamı ve gençlerin yakın takip edilmesi, bireysel ve toplumsal birçok nedenden dolayı önemlidir.
Nitelikli Nüfus Sorunu
Toplu istatistiklerin gözden kaçırdığı önemli bir sorun ise, doğurganlık hızının azalmasını gösteren sonuçların içine gizlenmiş olan, nitelikli nüfus artışına yol açacak doğum oranının çok daha düşük olmasıdır. Buradaki nitelikli nüfustan kasıt toplumun itici gücünü oluşturup entelektüel kapasitesini daha ileriye taşıyabilen, artı değer üretebilen, dünya ile rekabet edebilen ve ülkeye katma değer katabilen çocukların yetiştirilmesi olup bu şekilde çocuklarını yetiştirebilecek ebeveynlerin daha fazla desteklenmesi ülkemiz açısından hayati derecede önem teşkil etmektedir. Bu bağlamda mevcut 1,51 oranı bile aslında gerçek tehlikeyi göstermemektedir. Nitelikli nüfusun oluşmasına katkısı olma ihtimali daha yüksek olan sosyokültürel ve ekonomik kesimlerin doğurganlık hızının 1,51’in de çok altında olduğunu, üç büyük şehrimizde bu oranın nerdeyse 1 sınırına yaklaştığını ve yine özellikle batıdaki büyükşehirlerimizde boşanma oranlarının daha yüksek olduğunu son açıklanan istatistiklerden görebiliyoruz. Genel olarak sosyoekonomik ve kültürel seviyesi daha düşük olan toplum kesimleri, yüksek olanlara göre sosyal ve ekonomik olumsuzluklara daha fazla dayanıklı olup içinde yaşadıkları koşulları içselleştirebildikleri için zor koşullara daha kolay adapte olabilmektedirler. Bu yüzden ekonomi başta olmak üzere sosyoekonomik ve kültürel seviyeleri daha iyi olan beyaz yakalıların herhangi bir bozulma algısı alt gruplara göre yaşam konforlarını daha fazla etkilemekte ve sosyoekonomik anlamda güvensiz dünyaya çocuk mu getirilir bakış açısıyla ve ortaya çıkan düşük motivasyonla doğurganlık oranlarını bu kesimde azaltmaktadır.
Destek Mekanizmaları
Çocuk sahibi olduktan sonra çocuğu için yeterli eğitim ve olanakları sunup hayata daha iyi atılmalarını sağlayabilecek olan sosyokültürel seviyesi yüksek çiftler, olumsuz koşullar nedeniyle daha az çocuk yapmayı tercih etmektedirler. Özelde bu grubun, genelde tüm toplumun doğurganlık hızının artırılması için ailelerin çocuk bakımı ve eğitimi konularında desteklenmesi, doğum sonrası kadın istihdamının devamının garanti altına alınması doğum oranlarını olumlu yönde etkileyebilir. Kreş ve anaokulu hizmetlerinin yaygınlaştırılması, esnek çalışma koşulları ve ücretli izin seçenekleri, anne ve babalara yönelik eğitim programları ve sosyal yardım projeleri, vergi indirimleri, doğum izinlerinin uzatılması, mali teşvikler bu tür destekler arasında yer alabilir. Kamu politikalarının özellikle bu kesimin güvenini kazandıracak ve pozitif ayrımcılık yapacak şekilde oluşturulması, doğum oranlarını nitelikli nüfus artışına yol açacak şekilde artırabilecektir. Bunun yanında daha fazla çocuğa sahip ancak sosyoekonomik ve kültürel seviyesi daha düşük olan ailelerin çocuklarına fırsat eşitliği sağlamak ve niteliklerini artırmak adına devletin başta eğitim ve sağlık alanlarında olmak üzere daha fazla yatırım yapması ve yetişmeleri konusunda yine daha fazla inisiyatif alması gerekmektedir.
Demografik Değişim
Doğum oranlarının dengelenmesi ve sağlıklı bir demografik yapının oluşturulması ülkelerin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Yaşama geçirilecek doğru politikalar, sürdürülebilir bir demografik yapının korunmasının yanında toplumsal huzur açısından da önem teşkil etmektedir. Doğum oranlarının düşüşü ve ortaya çıkan demografik değişimler sosyolojiyi değiştirirken, bu durumdan en fazla payı alacak olan yapılardan bir tanesi ise siyaset kurumu olacaktır. Nüfustaki değişimler aynı zamanda homojen olmayan çokkültürlü toplumlarda mevcut tüm dengeleri değiştirecek potansiyeli barındırmaktadır. Baskın etnik unsurların dışındaki insanların daha fazla görünür olmaları, ara sektörlerde çalışıp hizmet üretmeleri ve bir süre sonra işleri yöneten pozisyonuna gelmeleri, siyaset kurumu tarafından doğru yönetilemediği takdirde toplumsal kutuplaşmaların derinleşmesine neden olacak ve çatışma ihtimalini artıracaktır. Nüfus yapısının dönüşümü, siyaset kurumundan beklentileri ve uygulanacak politikaların değişimini ortaya çıkaracaktır. Örneğin yaşlı nüfusun refahına yönelik politikalar öncelikli hale gelecektir. Ara sektörler başta olmak üzere birçok farklı sektörün hem ekonomik hem de politik olarak desteklenmesi gündeme gelecektir. Doğurganlık çağındaki vatandaşlara yönelik politikalar oluşturulacak ve siyaset kurumu kendisini buna göre dizayn edecektir. Nüfus yapısının değişimi aynı zamanda toplumsal sosyolojiyi de dramatik biçimde değiştirecektir. Doğurganlık hızının en çok hangi kesimde düşeceği ve bunun etkilerinin neler olacağı cevap bekleyen sorular olacaktır. Seküler şehirli kitlenin, kırsal kesime nazaran doğurganlık hızında daha fazla düşüş yaşaması sosyolojiyi taşra popülasyonu lehine değiştirir mi ya da şehirlerde hizmet sektörüne ait işler yabancılar ile dolduğunda ırkçılık potansiyeli artar mı gibi onlarca soru ve sorun demografik değişim ile beraber ortaya çıkabilecektir.
Sonuç Olarak
Sanayileşme sürecini bizden daha erken tamamlamış toplumlarda İkinci Dünya Savaşı sonrası kısa bir dönem doğum oranlarında ciddi bir artış olmuş, daha sonra doğurganlık hızı düzenli bir şekilde düşüşe geçmişti ve aynı yıllara denk gelen nüfus artış hızımızın yüksek seyretmesi aslında ülkemiz için ciddi bir fırsat penceresi oluşturmaktaydı. Ancak ölüm oranlarının düşmeye ve ortalama yaşam süresinin artmaya başladığı yıllarda doğum oranlarını düşürmeye yönelik 1960’lı yıllardan başlayan ve yaklaşık 50 yıl devam eden nüfus planlaması politikaları (bu konuda daha fazla bilgi için Mesut Doğan ve İbrahim Gökburun’un makalelerine bakılabilir), sosyal medya ile teknolojik dönüşümlerin de etkisinin olduğu yaklaşık son 30 yıldaki sosyokültürel ve ahlaki değişimler, 1990’lı yıllarda yoğun bir şekilde yaşanan siyasi ve ekonomik krizler ve nihayetinde 2001 büyük krizi, 2019 yılında yaşanan küresel pandemi ve son olarak içinde bulunduğumuz ağır ekonomik koşullar ve yukarıda saydığımız birçok faktör kümülatif bir etki oluşturmak suretiyle bu sonuçla karşılaşmamızı sağlamıştır. Maalesef uzun yıllar içinde ve birçok faktörün etkisiyle ortaya çıkan doğum oranlarındaki bu hızlı düşüşü kısa vadede tersine çevirmek mümkün görünmemektedir. Bugünden başlayarak mevcuttaki genç nüfusumuzu iyi bir şekilde değerlendiremediğimizde ciddi bir fırsatı kaçırmış olacağız ve akabinde ülkemiz demografik bir kışa çok hızlı bir giriş yapmış olmakla kalmayacak aynı zamanda varoluşsal bir tehdit ile de karşı karşıya kalacaktır.
Ülkemizin önümüzdeki yüzyılda siyasal, sosyal, ekonomik ve demografik yapısında ciddi değişimleri tetikleyecek olan doğurganlık hızındaki düşüşün negatif etkilerini en aza indirmek ve bu yeni duruma uyum sağlamak için kısa, orta ve uzun vadede bütüncül politikalar geliştirilmelidir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk’ün başardığı gibi günümüzde de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu hayati konuyu gündemine almış olması olumlu bir gelişme olup bu doğrultuda politikalar geliştirmesi kısa vadede olmazsa bile orta ve uzun vadede başarılı sonuçlar doğuracaktır. Sistemin bu doğrultuda yeniden inşası için nüfus politikaları baştan sona revize edilmeli, sosyoekonomik politikalar bu demografik değişime uyum sağlayacak biçimde sil baştan yapılandırılmalıdır. Bu politikaların bir an önce hayata geçirilmemesi halinde ülkemizin çok uzun bir süre yaşayabileceği demografik kışı atlatamaması ve bunun sonucunda varoluşsal bir kriz ile karşılaşması muhtemeldir.