“Ve Lakin Çok Şükür Müslümanız”
Hiç beklenmedik bir anda devreye giren bir imge, bir anda olayı gerçek bağlamından kopartarak “Ve lakin çok şükür Müslümanız” düzlemine taşıyor. Böylece sadece iman tazelemiş olmak ve rahatlamakla kalmıyor aynı zamanda işin aslını araştırmak için gerekli çalışma külfeti ve sorumluluktan da kurtulmuş oluyoruz
“Hacı Nuri Bey bana dedi:
Alaman indi Balkan’a
ne Yunan’ı bıraktı, ne İngiliz’i.
Ve lakin çok şükür Müslümanız
herif sayıyor bizi.
Biz Alaman’la birlik edip
atılabildik miydi İngiliz’in üzerine
bir günde giriverdik demektir
Şamı Şerif şehrine”¹
NAZIM HİKMET
Kültürün çoğu mimetik yolla geçer. Bu, farkında olunmadan eyleyen eylemin dünyasıdır. Freud da “Karanlık bir çamur selinin üzerinde oturuyoruz” derken aynı şeyi söyler. Kastettiği, insan doğasının şekilsiz eğilimleridir. Her ne kadar daha sonra bunu tek bir noktaya, cinselliğe indirgeyerek bütün kültürel süreçleri bu “takıntılı nevrozun” dışavurumu olarak tanımlasa da “karanlık çamur seli” teşhisi, insan doğasının bir tarafı için yanlış sayılmaz.
İnsan varlığı gerçekten de karanlık bir çamur seli üzerinde oturur. Bu sadece davranışlarımız açısından değil, başta bilgi olmak üzere her şey için böyledir. Hiçbir şey nihai olarak işte budur diyebileceğimiz bir zemine oturmaz. Oysa New York’ta denizin hemen yanı başında, Manhattan’da şaşırtıcı biçimde yükselen gökdelenlerin kurulduğu zemin devasa bir masif üzerinde yükselir.
Orası öyle ama insan davranış ve inançları için bu söylenemez. Orada her şey tipik bir şizofreni döngüsünde bölük pörçük işler. İnsan ve tarihin dinamiği böyle olduğu içindir bu. Bir yanda hiçbir zaman tam olarak bilincine varılmadan eylenen eylemler dünyasına dilin uydurduğu gerekçeler, diğer yandaysa Kitab’ın “sebep” dediği, tabiatın sahici diline ait alanlar; bu ikisi hiçbir zaman tam olarak örtüşmez.
İnsanın bu dünyadaki yazgısı da böyle bir şeydir. Gerçekler ve mitler arasında sonsuz bir döngü. Bireyleşme dediğimiz şey; biri “karanlık bir çamur seli olan” fizikî doğamız, diğeri ise nesnellik şeklinde karşımıza çıkan kültürel doğamız arasındaki ilişkiden doğar.
Kültürün Ekosistemi
Freud, bu iki doğadan ilki olan insanın fiziki doğası ve onun eğilimlerini, koordine edilmemiş saf bir tabiat olarak tanımlamıştır. Oysa Jung, bunun da bir tarihi olduğunu ve orada da hem bireysel hem de toplumsal olmak üzere tevarüs edilen iki ayrı işlenmiş alan olduğunu belirtir. Bu anlamda her birey, ister istemez kalıtsal ve kültürel yolla iki doğayı birden devralır. Bunlardan biri bireyin doğası/bireysel bilinçdışı, diğeri ise toplumsal bir girdi olarak toplumun yarattığı nesnellik alanlarıdır. Birey kesintisiz olarak bu iki doğayla karşı karşıya gelir.
Bu iki alan verilidir ve o yüzden insan bu yazgıdan kaçamaz. Kültürel, tarihsel, fiziki, sosyolojik ve genetik coğrafya; bunların hepsi yazgıdır. Davranışlarımız ve bilincimiz çepeçevre bunlarla kuşatılmış, bunlar tarafından ele geçirilmiştir.
Bu kültürel doğa, bu doğal habitat o kadar gerçek, o kadar sahici ve o kadar sıcaktır ki, onu sadece anne sembolize edebilir. O yüzden bilinçdışı annenin, bilinç de babanın dünyasını verir bize; biri olanı, biri de olması isteneni verir. Olan, doğa; olması istenen de Logos, yani insanın istenci, özlemleri ve tasarımlarıdır.
Bu ikinci alan, doğa karşısında insanın yaratıcı tarafını verir. Fakat hemen söylemek gerekir ki insanın istenç, özlem ve tasarımlarından ibaret bu tarafı da saf değil koşulludur. Onun yazgısı da tarihin etkisi altındadır.
İyi de doğa dediğimiz ekosistemin kendisi; sabit bir öz, sürgit devam eden mekanik ilişkiler ağının zorunlu bir sonucu mudur? Tabii ki değildir ve o da sonsuz bir devinimin hâsılası, parçasıdır. O da bir koşullanmanın, hakiki anlamda bir kevn-ü fesat, bir yap-boz sürecinin ürünüdür. Burada da sürekli olarak müdahale edenle edilen birlikte, yan yana ve iç içedir. Her an yapı sökümünü, yapı kurumu; yapı kurumunu da yapı sökümü takip eder.
Bir tür biyosferin tarihi gibidir insan yazgısı da, o da her mevsim başka bir bahara durur. Toprak uyanınca dalların “damarlarında akan yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde nasıl parlarsa” hayat da her bir zerrede farklı bir renk ve şekille parlar.
Bahar gelince her ağacın üstünde yüzbinlerce düğün yapılır. Sarıpapatyalar, kırmızı erik dalları, kirazlar; her biri nefesini kim bilir hangi rüzgârdan almış da zifaf gecesine hazırlanmaktadır! Kokusunu, tadını hangi çölleri aşarak getirmiştir de toprak yüzüne çıkarmıştır kimse bilmez bunları.
Kültür de hayatın kendisi gibidir. O da binler, yüzbinlerce kez zifaf odasına girmiş, kim bilir ne ıstıraplar, ne aşklar yaşamıştır. Orası da ne kışlar, ne baharlar görmüş, kaç kez gurbete çıkmış; bilinmedik yerlerde bilinmedik tepkilerle karşılaşmış ve en nihayet belli bir forma ulaşabilmiştir.
Kültürün Yazgısı
Kültürün yazgısı işte burada, üzerinde doğduğumuz toprakta yazılır. Birey kendini burada idrak eder. İlk önce olanla temasa geçer ve ayrı bir varlık olarak olandan kopmak istemez. Bir çeşit korkuyla bakar etrafa. Ana kucağı gibidir olan. Olan, kendi doğası ve içinde büyüdüğü mikro çevre ve o çevrenin değerleri, o küçük habitattır. Fakat böyle bile olsa o habitat da büyük habitatın bir parçası, onun süreğidir. Zamanla anne-baba, aile, köy-bucak ve derken, oraların dışında büyük şehre, yabancı diyarlara doğru açılmaya başlar kişi.
Her devrede kişi “kendi olarak”, olana karşı kendi istekleriyle birlikte belli belirsiz bir karşı çıkma tavrı takınır. Bu, en ürkeğinden en cesuruna kadar bütün bireylerde böyledir. Hepsi de sürece doğrudan doğruya sadece bir uyum sağlama olarak değil de -bunda bile bir seçicilik, istenç vardır- bir şekilde ona müdahale etmek, onu değiştirmek ve temellük etmek arzusuyla yanıp tutuşan aktif katılım örnekleriyle doludur.
“Yazgıya evet demek ama yine de onu yadsımak, ona maruz kalmak ve yine de ona hükmetmek, yani onla yüz yüze gelmek ve onun karşısında tavrını ortaya koymak; hakiki insanlık duruşu budur işte.”²
Burada özgürlükle tutsaklık, açık-seçik gerçeklikle sanılar, gönlün mitleriyle aklın mitleri yan yana, iç içedir. Fakat burada bile aşılmaz sınırlar, kültürün kendi olma istencinin bir sonucu olan engeller vardır. Bu, bireyde olduğu gibi süper-ego olarak ayrı bir parantez oluşturan en küçük topluluklardan klan ve aşiretlere ve en nihayet ulusal bütünlüklere kadar her şeyde böyledir.
Kültür de tıpkı birey gibi müstakil bir bütünlük olarak kendi dışındaki her iki doğayla (burada her iki doğadan biri pek tabii ki yabancı kültürel bütünlükler oluyor) kurduğu ilişkiyi pasif bir tavırla değil, ona tasarruf eden, hükmeden bir varlık olarak aktif biçimde sürdürür ve sınırlar koyar. Bu onun doğasının gereğidir.
Bu sınır da ilanihaye devam edip giden bir sabite değil, aşinalık kazandıkça çözülen, dağılan soyut bir sınırdır. Belli bir süre sonra ve bilhassa ötekiyle temas sıklaştıkça bu sınırlar ister istemez melez yapılar halinde belli bir hatt-ı muvasala zemini oluşturmaya başlar.
Fakat her ne olursa olsun kültür de tıpkı biyosferin kendisi gibi dille sınırlı hiçbir bilişsel sürecin kapsamına giremeyecek kadar karmaşık süreçlerle arzı endam eder. Bu yüzden burada her zaman rasyonellikle irrasyonellik yan yana, kol koladır.
Ve Lakin Çok Şükür Müslümanız…
Kültür ve kültürel habitatla ilgili bu kadar konuştuktan sonra, Nazım Hikmet’in şu mısralarına ne denir? Yarılmış belleğin, içinde birbiriyle ilgisi olmayan dünya kadar dekoratif malzemenin sonradan görme birinin evini süslemesi gibi, normalde bir araya gelmesi mümkün görünmeyen bu kadar zıtlığın hem de çok olağan bir şekilde safdil bir Müslüman’da dile gelmesi neyi anlatıyor dersiniz?
Bir tarafında geleneğin damarlarımıza kadar sinmiş sönmeyen bir közü, zayıf da olsa yanıp yanıp sönmekte, ama oradaki zayıf parıltı bile “Müslüman olduğumuz için bizi sayan Alaman gavurunun” insafına bırakılmaktadır. Türk modernleşme sürecinde içine düştüğümüz çıkmazı bu kadar güzel anlatan kaç mısra gösterilebilir? Bir yanda kendi kültürel doğamız olan sosyal ve kültürel muhit ve onun baskısı; diğer yanda mütereddit, yaralı bir bellek ve bilinç, yani Logos’un baskısı.
Buradaki “Logos”, saf aklı değil, o anki yaralı bilinci ifade ediyor. Bir tarafıyla ötekini öteki olarak gören, dokunduğunda murdar olunacağına inanan bir gramer, okuma biçimi; diğer tarafıyla da öteki dediği şeyin araçları olmaksızın edemeyen, ona hayranlık duyan bölünmüş bir gramer, tuhaf bir okuma biçimi.
Tarihsel olanla dinî ve kültürel olanın bir arada verildiği bu tür karşılıklı etkileşim örnekleri ilk bakışta her şeyin doğrusal bir kurallılık biçiminde işlediğini var sayan tekdüze akıl yürütmelere uymasa da gerçek budur. Ve bu gerçek doğrusal biçimde değil, çok yönlü sapmalar, ekleme ve çıkartmalarla birlikte kendi yolunda dinamik bir şekilde işleyen bir süreçtir.
Burada tuhaf olan olgunun kendisi değil, olguyu çarpıtan sentetik akıl yürütmelerdir. Bu ikinci durum, halk gerçekliğini olduğu gibi anlama ve bu çarpıklığı giderme yerine, aynı çarpıklığın üzerine bir de kendi sentetik akıl yürütmesini koyarak bilinmezliği daha da koyulaştırmakta, işi iyice içinden çıkılmaz hâle getirmektedir.
Evet, ortada ham veya işlenmiş ya da yarı işlenmiş halk imgeleri, halk gerçekleri vardır. Tanpınar olsaydı bunlara “yarım mahlûklar” derdi, Gökalp ise “sosyal fosil”. Doğrudur, bunların çoğu artık hayatımızdan çıkması gereken ölü dokulardır ama izleri hâlâ yaşantımızı belirlemeye devam etmektedir.
Yer yer uyukladığını, bazen de tamamen pasif hâle geldiğini zannettiğimiz bu arkaik dünya aslında tamamen aradan çekilmiş bir dünya değil, aktif biçimde faaliyetlerini devam ettiren ve davranışlarımızı belirleyen bir dünya olarak varlığını sürdürür. O kadar ki hiç ummadığımız bir anda karşımıza çıkan bir davranış kodu olarak bizi bir anda gerçeklik algısından koparabilir.
O zaman da gerçekle ilişkiyi sebepler ve logos üzerinden değil, semboller ve bilinçdışı üzerinden kurmaya çalışırız. Yaralı bellek derken kastettiğim enfekte alanlar bunlardır. İşte bu tür durumlarda bir problemi onu en küçük eczasına ayırarak sonuca gitmek yerine, gerçeküstü bir simyacı gibi meseleyi bir gizem perdesi içinde çözme yoluna gideriz.
Böylesi kritik zaman aralıklarında “Keşke başımızda Kürşat gibi bir yiğit, Fatih-Yavuz gibi biri veya Atatürk gibi bir lider” olsaydı temennisi, gerçek meseleyi çözen bir kimya olmak yerine, gizemi daha da artıran bir simyaya dönüştürüyor her şeyi. Bundan sonrası, aklın aydınlık sahası değil, bilinçdışının ne olduğunu tam olarak bilinemeyen karanlık labirentleri oluyor.
Bizim şu kadar yıllık modernleşme tecrübemizdeki temel sorunlardan biri burada yatıyor. Hiç beklenmedik bir anda devreye giren bir imge, bir anda olayı gerçek bağlamından kopartarak “Ve lakin çok şükür Müslümanız” düzlemine taşıyor. Böylece sadece iman tazelemiş olmak ve rahatlamakla kalmıyor aynı zamanda işin aslını araştırmak için gerekli çalışma külfeti ve sorumluluktan da kurtulmuş oluyoruz.
__
¹Nazım Hikmet, (2011), Memleketimden İnsan Manzaraları, Şiirler 5, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 48.
²Grebe, W. (1937), Der tätige Mensch, Untersuchungen zur Philosophie des Handelns, Berlin’den aktaran Adorno, T.W. (2021), Sahicilik Jargonu: Alman İdeolojisi Üzerine 1962-1964, Metis Yayıncılık, İstanbul, s. 36.